Bir süre evvel Türk Feminizm Hareketi’nin kurucularından olan sevgili arkadaşım Sinem Saka ile yaptığımız röportaj TamgaTürk’te yayımlandı. İşin esası bu röportajın yayımlanmasından sonra konuya dair birkaç satır yazarım diye planlamıştım. Ama önce okuyucunun röportaja yoğun ilgisi, gelen tepkiler beni yavaşlattı. Akabinde ise Hareket’in birçok kişiyle yaptığı ortak yayınlar...
27 Nisan akşamı, Hareket’in kurucularından Hilal Gül, Efe Aydal’ın Youtube kanalına konuk oldu. Sohbete baştan sonra iştirak ettim ancak benim ilgimi en çok çeken tarafı yine yayına benim gibi iştirak edenlerin diğer kimselerin yorumları oldu. Bu yorumlar ile benim yaptığım röportaja gelen tepkilerin epey örtüşüyor olması dikkatimi çekti. Gördüm ki, belli bir yaşın üstündeki kitleyi bir kenara bırakalım, görece daha “modern” yahut modern fikirlere açık olduğunu bildiğimiz, düşündüğümüz genç nesiller içerisinde feminist fikirleri paylaşan ancak (nasıl oluyorsa) feminizme mesafeli olan çok ciddi bir kalabalık var. Hatta hiç çekinmeden bunların geri kalandan daha kalabalık olduğuna kalıbımı basarım.
Bu insanların feminizme neden mesafeli olduğunu tespit etmek benim için hiç zor değil. Zira Türk Feminizm Hareketi kurucularıyla tanışana kadar benim de bu kişilerle aynı hisleri paylaştığımı hemen rahatlıkla söyleyebilirim. Şöyle ki, farzımuhal bir toplumsal muhalefet doğuyor. Örneğin merkezi hükümet tarafından bir üniversiteye okulun kadrosu dışından ve okulda da asla görülmemiş bir şekilde intihalci bir kimse seçimsiz olarak rektör tayin ediliyor ve öğrencisi, öğretim görevlisi buna itiraz ediyor. Ayrıca başka okuldan bu fikirleri paylaşan hemen herkes de bu itiraza destek çıkıyor. Sonrasında okulun birkaç öğrencisi “Bilmem Ne Dayanışması” adıyla podyuma çıkarak bu itiraza destek verenlerin, bu yeni doğmuş nur topu gibi toplumsal muhalefetin temsilciliğine soyunuyor. İlk olarak buna kimse bir şerh, temkin payı koymuyor, çünkü herkes bu “dayanışma”nın hakikaten okul öğrencilerinin ortaklaşa giriştiği ve bütün bu hak talebini dile getirenlerin temsil edildiği bir inisiyatif olduğuna vehmediyor. Ama bir bakıyoruz, toplumsal muhalefetin rüzgarı üzerinde pamuk gibi yükselmiş olan bu klik, bütün o toplumsal muhalefeti istismar etmeye, falanca teröriste destek açıklaması yapmaya, filanca teröristin ölüsünü anmaya, sözde Ermeni soykırımının tanınması gerektiğini falan ilan etmeye başlamış.
Şimdi, bir bakalım. Hemen her toplumsal muhalefeti, en temel hak talebini dahi terörle iltisaklı göstermeye çalışan bir muktedir grubu bir yanda, bu muktedir grubuna muhalefet etmeye çalışanların en safiyane duygularını istismar eden bir terör örgütünün şehir yapılanmasının mensupları bir yanda.
Yahu biz bu iki seçenekten birini tercih etmeye mecbur muyuz? Düşünün, o okuldaki protestoları dahi, sanki anayasal bir hak olan protesto, izne tabi bir işmiş gibi “izinsiz protestolar” diye haberleştiren bir propaganda gücüyle cebelleşme halindeyiz ancak içimizden bir grup çıkıyor, biz en temel hak talebimizi haykırırken toplumun çok ciddi bir çoğunluğunun mukaddesi olan bir yerin, Kâbe’nin görselini yere seriyor. Bunlar eğer bir idraksızlığın neticesi olsaydı, bir öğretmen olarak notlar ve aptallık yahut cahillik gibi nitelemelere başvururdum ancak burada planlı programlı bir kötülük var! Doğuda “Maho Ağa” gibi hareket eden, insanları canından bezdiren, metropolün gettosunda çete, gece hayatında mafya, üniversitesinde ise aktivist kesilen bir terör örgütü var... Türk Feminizm Hareketi kuruluşunu beyan eden o manifestoyu yayımladığında HDP Onursal Başkanı’nın Hareket’i “kontrgerilla kadın hareketine el atmış” diye hedef göstermesi ve akabinde profillerinde bölücü terör örgütünün bilumum ölülerinin görselleriyle dolu onlarca hesabın Hareket’e ve kurucularına hakaretler yağdırması alelade bir tesadüf değildir herhalde.
Bu konuda bir bilgim yok ancak iddia edildiği gibi böyle bir şey varsa dahi “Kürt Kadın Hareketi” hususunda hiçbir bölücülük endişesi taşımayan bu grubun, feministler kendilerini Türk olarak ilan edince bunu bölücü bir faaliyet olarak itham etmesi de manidardır. Şunu sormak lazım, eğer buradaki isimlendirmeler etnik bir anlam taşıyorsa, feminist hareket Kürt değil de Türk olunca mı bu bölücülük oluyor? Ki burada etnik bir anlamlandırma olmadığını, röportajda bizzat Sinem ve bütün Hareket kurucuları beyan etmişti. Burada kastettikleri bir milliyetin, bir yurttaşlığın ismi. Ancak “Türkiye halkları”ndan bahseden, Türkiye’nin Kürdistan’ı (?) sömürdüğünü iddia eden, Türkiye’nin anayasayla tespit edilmiş milliyeti olan vatandaşlık ismi olan Türklüğü yetmiş iki buçuk etnisiteden biriymiş gibi gören ve göstermeye çalışan bir bölücü hareketin bu yaklaşımı zaten tam da kendisinden beklendiği gibidir.
Yani şaşırmamak gerek, açıkçası ben insanlarımızın feminizmi neden eğreti bulduğunu ben gayet iyi anlıyorum. Az evvel zikrettiğim azgın azınlığın toplumsal muhalefetin tamamına hakim olma ya da bu gayretle kendine bir meşruiyet alanı açma çabası, feminizm gibi artık bütün Türklerin paylaşması gerektiğine inandığım bir fikirden insanlarımızı, hem de modern fikirlere görece daha açık olan gençliğimizi, bizi uzaklaştırıyor, kaçırıyor. Sadece röportajı yayınladığımız gün milliyetçi ve ilerici olduğunu bildiğim en azından yirmi genç bana “Abi bunları neden paylaşıyorsun, milliyetçiye yakışır mı?” gibisinden sitem etti. Çünkü zihinlerindeki, hatırlarındaki feminist, toplumsal cinsiyetlerin adaletle var olduğu bir ikbâle ulaşmasını isteyen samimi bir aktivist değil; saçını yıkamamayı, kişisel temizliğini yapmamayı ve erkek düşmanlığını takıntı haline getirmiş ya da aile kurumuna candan düşman, favori (en az) bir terör örgütü bulunan, vatan haini bir kimse. Kızamıyorum da zira bu gençlerin bugüne değin şahit olduğu genel feminist tipi bu.
Oysa bugün Türk Feminizm Hareketi’ni kuran kimseler, kendileriyle karşılaştığımız günden bugüne bu yerleşik ve bozuk feminist algısıyla, tabiri caizse bu “azgın feminist”lerle dalga geçmekten usanmayan, favori bir terör örgütü bulunmayan, toplumdaki cinsiyet eşitsizliği hakkında konuştuğunda dinleyeni sanki yabancı bir dili dinliyormuş hissine sokmak yerine kolaylıkla hak verilecek şekilde anlaşılır bir Türkçe ile konuşan, ayrımcı olmayan ancak öncelik olarak toplumun yüzde 1’i olan rijit bir grubu değil de toplumun yüzde 50’si olan Ayşe teyzenin, Fatma ablanın derdini dert edinen insanlar. Yani en azından geride bıraktığım birkaç yıl içerisinde bende bıraktıkları intiba bu oldu.
O yüzde 1 ile ilgili, onların hakları ile ilgili olarak da benim gibi cühelâyı eğitiyorlar ve inanın biz cühelâ, siz ulemâya göre epey kalabalığız.
Hilal Gül Hanımefendi’nin Efe Aydal’a konuk olduğu programdaki sözlerinden tevil ediyorum bu cümleyi: Türkiye’de feminist pratikler, fikirler geliştirmiş hiç de azımsanmayacak bir kitle var. Hilal Hanım otobüste yanına oturduğu hanım teyzeyi örnek vermişti. Hanım teyze toplumsal cinsiyetlerin eşit olmasından yana esasında ama bu reyini dört başı mamur bir fikirler bütünü olarak zihninde oturtamamış ve doğal olarak bunların yansıması olarak dilinde bir söz, elinde bir tavır yok. Buna ben kendimi de emsal verebilirim. Türk Feminizm Hareketi kurucularıyla tanışmadan evvel ben kendime bu sıfatı yakıştırmaktan Allah’a sığınırdım herhalde. Bana yakıştırılmasından ise muhtemelen epey rahatsız olurdum. Oysa şimdi kendimi böyle tanımlamasam dahi biri beni anlatmak için “feminist” kelimesini kullansa bu hoşuma gider. Demem o ki toplumun bugün bu ilerici fikre en uzak olan yahut öyle olduğunu sandığımız kesimlerinin, toplumların tarihinde epey kısa denilebilecek bir sürede feminizme ısındırılması ve feminist saflara dahil edilmesi gibi bir başarı Türk Feminizm Hareketi’ne nasip olabilir. İşin açıkçası Hareket’in kurucularının beyanları da çalışmalarının bu istikamette olacağı yönünde. Örneğin Sinem Saka, birlikte gerçekleştirdiğimiz röportajda bunu açıkça söylemişti. Aynen alıntılıyorum: “Kendi toplumundan kopuk bir feminizm anlayışının başarıya ulaşmasını pek mümkün görmüyorum. Yani feminizm sadece Türkiye’nin batısında yapılacaksa insanları teoriye boğmakta sorun yok fakat Türk Feminizm Hareketi Rize’nin yaylasında eğitim hayatından mahrum kalan kız çocuğu için de Şırnak’ta terörün boğucu nefesini ensesinde hisseden kadınların da Adana’da pamuk tarlasında geçim derdine düşmüş çiftçi teyzelerin de haklarını savunuyor.”
Umarım bu iddialarının altında kalmazlar da feminizm Türk toplumunun sahiplendiği başat fikirlerden biri ve meselâ Türkiye kadın istihdam oranlarında Avrupa lideri falan olur. Tabi bunda başarıya ulaşılması için birçok şartlar var. Otorite değilim ama emin olduğum bir tek şart var, o da gayret. Bugün toplumdan, bilhassa kendi emsalimiz gençlikten gelen ilgi, teveccüh Hareket’in azmini perçinliyor gibi görünüyor. Bu ivme korunur ve geliştirilir diye umuyorum.
Henüz manifesto yeni yayımlandığında çekincelerini bana ileten ve sözüne itimat, fikrine itibar ettiğim bir dostum bana röportajda kullanmam için bir soru önermiş, bir de tabiri caizse Hareket’e kendi terazisinde bir şerh koymuştu. Birincisi, “Acaba bunlar ‘Türk Feminizmi’ derken yeni bir akım yaratma çabalarını mı kastediyorlar?” diğeri ise, “Eğer iddiaları bu ise içlerinde kaç sosyolog, kaç akademisyen varmış, ben çok merak ediyorum.” idi. Bunları duyana kadar zihnimde hiç olumsuz bir şey yokken o an ben de aynı meraka gark oldum. Sinem Saka, röportajda tarihte var olan bir akımı ihya etmek ve sosyal tabana yaymak amacında olduklarını söyledi, ancak bu memlekette biz ne çok gayret gördük boşa giden, ne çok iddia gördük boşa çıkan... Eski Fetullahçıların halen epey itibar gördüğü Türk akademyası tarafından hürmete şayan bulunmak için nece çalışmak gerektiğini bilmeyenimiz var mı? Sanmam. Hele iddia ettikleri gibi Adana’nın pamuk tarlasından, Şırnak’taki terör bölgesinden, Rize’nin yaylasına kadar ulaşmak... Ufkun ötesinde duran hedefler gibi geliyor bunlar. Hele de yeis ikliminde, bitmeyen bir enseyi karartma mevsimini yaşayan Türkiye’de...
Şu ana kadar hatırımda yer tutan değerlendirmelerimi bir solukta sıraladım diyebilirim. Şerhlerle bitirmekte beis görmediğim bu satırları ümitsizlikle bitirmekten Tanrı’ya sığındığım için adaşım Âkif’in mısralarıyla nokta koyayım:
“Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak...
Alçak bir ölüm varsa, eminim, budur ancak.
Dünyada inanmam, hani görsem de gözümle:
İmanı olan kimse gebermez bu ölümle.
...
His yok, hareket yok, acı yok... Leş mi kesildin?
Hayret veriyorsun bana... Sen böyle değildin.
Kurtulmaya azmin, niye bilmem ki, süreksiz?
Kendin mi senin, yoksa ümidin mi yüreksiz?
Âtiyi karanlık görüvermekle apıştın?
Esbâbı elinden atarak ye’se yapıştın!
Karşısında ziyâ yoksa, sağından, ya solundan,
Tek bir ışık olsun buluver... Kalma yolundan!
...”
Muhammed Akif