AYDINLIĞI DOĞURMAK YA DA SİSİFOS'U ÖLDÜRMEK ÜZERİNE
Korint’in kurucusu ve ilk Kralı olan Sisifos, diyarına refah ve bolluk getiren zeki bir yöneticiydi. Aynı zamanda hileciliği ve kurnazlığı ile de bilinen Sisifos, tanrıların da dikkatini çekmeye başlamıştı. O günlerden bir gün, ırmak tanrısı olan Asopos’un kızı Aigina ortadan kaybolmuştu. Asopos kızının izini Sisifos’un krallığına kadar takip etti ve orada Sisifos ile karşılaştı. Sisifos ona kızına ne olduğunu bildiğini söyledi ama söylemek için ondan bir iyilik istedi. Anlaşma yapıldı ve Sisifos, krallığına bir ırmak bahşedilmesi karşılığında, Asopos’a kızı Aigina'yı Zeus’un kaçırdığını söyledi. Söylediği bu sözler artık Sisifos’un kaderini belirmişti.
Zeus bu ihanete o kadar çok öfkelendi ki daha fazla sorun çıkarmaması için ölüm tanrısı Thanatos’a Sisifos’u yeraltı dünyasına zincirlemesini ve canını almasını söyledi. Fakat Sisifos, ünü tanrıların bile kulağına çalınan kurnazlığı sayesinde ölümü alt etmeyi başardı. Zincirlenmek üzereyken, Thanatos’a zincirleri nasıl tutması gerektiğini sordu, hızlıca onu zincirledikten sonra ise canlıların dünyasına geri döndü. Ölüm tanrısı zincire vuruluyken kimse ölemiyordu ve her şey kaosa dönüşmüştü. Bu Sisifos’un tanrıları ilk aldatması ve ölümü yenmesiydi.
Zeus bu sefer, artık kimse ölmediği için savaşların eğlenceli olmamasından yakınan savaş tanrısı Ares’i yeryüzüne gönderdi. Ares’in Thanatos’un zincirlerini çözmesiyle her şey normale döndü. Sisifos içinse hesaplaşma zamanı gelmişti ve Ares tarafından yakalanıp yeraltına gönderildi. Fakat Sisifos yeraltından kaçmayı da başardı ve ölümü ikinci kez yendi. Sisifos ihtiyarlayıncaya dek tanrılara yakalanmadı. Fakat, artık o da yaşlanmış, eski mecali kalmamıştı. Haberci Hermes onu yeraltına sürükledi. Kral onun tanrılardan daha zeki olduğunu düşünmüştü ama son gülen Zeus’tu. Tanrı kararını verdi. Sisifos’un cezası ilk bakışta basit bir işti aslında- devasa bir kayayı dik bir tepeye yuvarlamak. Ama tam tepeye yaklaştığı anda, kaya tamamen aşağı yuvarlanarak onu yeniden başlamaya zorlardı. Tekrar ve tekrar… Zamanın sonuna kadar bununla lanetlendi Sisifos.
* * *
Milletlerin tarihlerinde daima önemli dönüm noktaları var olmuştur. Kazanılan ya da kaybedilen bir savaş, bir hastalık, bir doğa olayı, bir ihtilal ya da bir isyan. Bu olaylar sadece milletlerin özelinde kalmamış kimi zaman dünyayı derinden etkileyebilecek sonuçlara yol açmıştır.
Günümüze geldiğimizde dünya yine kritik bir dönemecin eşiğinde yeni çağın açmazları maddi ve manevi problemleri somut olarak karşımıza çıkıyor. İletişim ağının genişlemesi ve genişleyen uluslararası ilişkiler adımları pozitiften daha fazla negatif sonuçlara yol açmaya başladı.
Bununla birlikte dünyada oyun kurucu pozisyonunda olarak tanımlayabileceğimiz kritik pozisyonlardaki aktörlerin kimi zaman vekalet savaşlarıyla, kimi zaman daha küçük oyuncuların üzerinde kurmaya çalıştıkları hegemonik tavırlarla, kültür, fikir, teknoloji başta olmak üzere hakim endüstriler üzerindeki denemeleriyle işler daha da karışık bir hal alabiliyor.
Tüm bunların ötesinde açmazlara ayakları yere basan çözümler üretmek yerine, tam aksi yönde alınan bazı global tavırlar işleri iyice içinden çıkılmaz bir hale doğru sürüklüyor. Mesele bizim ülkemize gelince daha da kaotik bir hal almaya başlıyor tabi. İşin açıkçası görülen ama anlamlandırılamayan tehlikeler, gelecekteki büyük sorunların temel yapısını oluşturuyor.
Memleketin aydın, entelektüel, konuşan, yazan kesiminin önemli bir bölümü ise kulak tıkaçları ve göz bantlarıyla yaşar gibi hareket ediyorlar. Nadiren bu aparatları çıkardıklarında ise dişe dokunur bir konuya bulaşmadan zamanı geçirmenin derdindeler.
Yazının girişine bakınca güncel politik üzerine bir şeyler yazacağımı düşünebilirsiniz ancak ben bu yazıda güncel politiğe değindiğim alanlar olsa da daha çok ruhsal iklim ve toplumsal kavramların hastalıklı evrimleri ve çöküşünden bahsetmek düşüncesindeyim. 2022 yılı itibarı ile ''genç'' olarak adlandırabileceğimiz vatandaşlarımızın temel tavırlarına baktığımızda, ülkeyi terk etme konusu çok fazla gündemde ve insanlar bunun için çok ciddi emek harcıyorlar. Tıp fakülteleri öğrencilerinin altın anahtarı olan TUS sınavı çalışmaları, yabancı dil kurslarının yanında neredeyse ikinci plana düşmüş durumda. İnsanlar mevcut düzenlerini bırakıp gidecekleri yerde ne ile karşılaşacakları çok da umurlarında olmadan sadece gitmeye odaklanmış durumdalar. Gitmek planı olmayanların önemli bir kısmı ise ruhsal olarak sıkıntılı, çeşitli psikozlar içerisindeler. Savaşmak, yeniden doğmak gibi bir realiteye inananlar ise sayı olarak maalesef çok büyük kalabalıkları oluşturmuyorlar, en azından görünüm bu yönde.
Evet düşünsel olarak mevcut iktidara ve onların talan düzenine ciddi bir muhalefet var ve muhtemelen bunu önümüzdeki seçimde göreceğiz. Ancak mesele bu konudan daha derin. Yaşanılan mental çöküş nasıl bir günde oluşmadıysa bir günde de toparlanabilecek gibi değil.
Üstelik yeni gelecek siyasilerin bu çöküşü toparlamak adına, en azından şimdilik ciddi bir haritaları olduğunu düşünmüyorum.
Esasen ekonomik, eğitimsel, kültürel ve yaşamın tüm alanlarındaki bu çöküş mevcut hükümet döneminde zirve yapsa da, pek de yeni bir mesele değil Türk insanının umutsuzluğu.
Özellikle 1980 darbesinden sonra yaratılan iklim dönem dönem kırılmalar yaşasa da hiçbir zaman tam manasıyla oturmuş bir düzenin sürekliliğinin sağlanmadığı bir ülke olarak, her ne kadar neşeli tabiatlı insanlar olsak da, çoğunluğumuz her dakika o tabiatı biraz daha fazla kaybederek ruhsal bir çöküntüye uğramaya müsait bir haldeyiz. Aslında böyle olması çok da şaşırtıcı değil. Sürekli terörle, şehit haberleriyle, adaletsizlikle, devletin milletine karşı despot tavırlarıyla, talancılarla, soyguncularla, suç şebekeleriyle, yetersiz ücretle, yap boz gibi devamlı değişen eğitim sistemiyle, tarikatlarla, örgütlerle, beslenme yetersizliğinden tutun da, tacize, tecavüze ve şu an burada saymakla bitiremeyeceğim birçok etmenle sürekli iç içe olan bir toplumun sağlıklı ve stabil bir ruh halinde olması beklenemez.
Üstelik her nasıl bir ruh halindeysek bunun kat ve kat fazlasına mevcut hükümetin saçmalıklarıyla ulaştık.
Böyle devam ederek başta Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk'ün ve yol arkadaşlarının hedeflediği ve ulaşmamızı istediği noktalara varamayacağız. O zaman bir şeyleri değiştirmemiz gerekiyor ama nasıl, nerede, kiminle?
Bu konuya girerken bağlamdan ayrılmayarak sizinle geçenlerde bir dostumla yaşadığım bir dialoğu paylaşmak isterim.
Mevcut siyasi partilerle ilgili güncel yorumlarımızı konuşurken, incelediğim kadarıyla Deva Partisi üyelerinin önemli bir kısmını oluşturan genç nüfusla ilgili bir görüşümü paylaştım. Ailesi çoğunlukla muhafazakar AKP'li kökenden gelen, bu sebeple Akp ile bağını yüzde yüz reddetmeden bir dönemin Akp'sine Babacan üzerinden kıymet yükleyerek, hem psikolojik olarak aile ile bağlarını yıkmayan hem de görece modern bir muhafazakarlıkla mevcut düzene karşı çıkarak bugünü anlamlandırmaya çalışan gençlerden bahsedince hem onayladı hem de gülümseyerek bizim sosyal demokrat- sol görüşlü ailelerimizin yeni kurulduğunda HDP'yi destekleyen çocuklarının bir benzeri dedi. Ben o kültürden gelmesem de kendisi de aynı kültürden gelen bir arkadaşım olduğu için ve HDP'yi destekleyen bu genç güruhunun önemli bir kısmının nasıl yanılgıya düştüğünü anladığı, bir kısmınınsa inadından bu yapıya nasıl angaje olmak durumunda kaldığı ile ilgili çok hikaye duymamız nedeniyle bu tespitine güldük, lakin güzel bir benzetme olduğu için yazımda kullanacağını söyledim kendisine.
Milletin makus talihini değiştirmek istiyorsak zihinlerimizi çok geniş bir açıyla değerlendirmeler yapmaya müsait ve berrak tutmak zorundayız. Ailelerimizden bir miras gibi aldığımız ideolojik, fikirsel yapılar üç aşağı beş yukarı sürekli aynı sonuçlarla karşılaşmamıza neden oluyor. Bu çok sağlıklı bir realite değil, en azından bizim gibi gelişim sürecinde oldukça geri noktalarda kalmış ülkeler için. Bu sebeple siyaseti, ideolojiyi mümkün olduğu kadar bağımsız ve dünya gerçeklerini reddetmeden ama yereli de es geçmeden ele almak zorundayız. Ailelerimizle kurduğumuz doğal bağın ülkemizin geri kalmasına neden olabilecek tüm öznelerle hemhal olmasını engellemeliyiz. Değişimler ancak bu doğrultuda hareket ederek yaşanabilir.
Dönemsel olarak ülkeyi yöneten idareciler, ellerindeki güçlü dönemi sürdürürlerken destek görebildikleri medya, stklar, kanaat önderleri ve tüm yapılarla kendi dönemlerinin tanıtım ve reklamını yaparken arkalarına aldıkları rüzgarla bize hayali bir iklim oluşturur, dönemleri bitip gittiklerinde rüzgarın savurduklarının arkasından bakakalan yine milletimiz olur ta ki başka bir rüzgarın bizi etkisi altına alacağı güne kadar.Bu rüzgarlar arasında savrulan yıpranan bir ülke içerisinde ömrünü geçiren insancıklar olarak yaşar gideriz. Bu sebeple bağımsız fikirlere, bir şeylerin değişebileceğinin gerçekliğine, ve kendi öz düşüncelerimizin ya da mantık çerçevemiz içerisinde mümkün olduğu kadar tarafsız bir süzgeçten geçirebileceğimiz düşüncelerin bizi kuvvetli bir geleceğe taşıyabileceği yönlerini iyi irdeleyebilmek zorundayız.
Bir diğer dikkatimi çeken konu ise histerik sahte çağdaşlık olarak tanımladığım düşünsel kanser. Yaşanabilecek her şeyi sonuna kadar yapabilmekle çağdaş ya da modern olunabileceği safsatası. Bugüne kadar gelişimini sürdüren tüm kavramların, düşüncelerin, ideolojilerin çağdaş ya da modern olmak için reddedilmesi gerektiğini düşünmek mantıkla izah edilemez.
Özgür olmanın geçmişten gelen istisnasız her şeyi reddetmek olduğunu düşünmek manasız yıkımlara yol açma gücüne sahiptir. Bu safsataları genelde ortaya çıkarıp, propagandasını yapanlar ağır ruhsal bunalımlarını farklı bir şekilde tatmin etmeye çalışan aynı zamanda kötü niyetli kişilerdir. Tedavi olmak yerine hastalıklı düşüncelerini çeşitli yöntemlerle yaymayı tercih ederler. Bir diğer güruh bu işten para kazananlardır örneğin Black Lives Matter hareketinin kurucusu Patrisse Cullors zimmetine geçirdiği paralarla lüks evler aldığı yönündeki iddialardan kısa bir süre sonra istifasını açıklamıştı. İstifa nedeninin özel işleri olduğunu söylese de bu konu dünya üzerinde oldukça su kaldırmıştı. Bu örnekle BLM hareketinin haklı ya da haksızlığından bahsetmiyorum elbette, dikkat çekmek istediğim başka bir husus var;
Bu tarz yapıların insanları istismar etmeye müsait bir tavırları her zaman vardır ve özellikle son yıllarda ülkesindeki negatif gelişmelerden ötürü kendi milletine ve ülkesine aidiyet hissini yitirenlerin kendilerini daha çağdaş bir dünyalı olarak hissetmek adına sorumsuz ve ne idüğü belirsiz yapılara yaklaştığı çok aşikar. Üstelik eğer alternatif bir gerçeklik sunulmazsa bu daha da büyüyerek ilerleyecek gibi gözüküyor. Kendi kültürel, ahlaki, çağdaş değerlerimizi yaşamaktan ve dahi üretmekten korkmamalı, asla ''eziklik'' psikolojisi ile belirlenmiş çerçevelere sıkışmamalıyız. Elbette evrensel kültür ve normlar bizim yaşam alanımızı çevrelemeli, ancak dayatmayla üretilmiş ucuz kültür emperyalizmine kendimizi kaptırmamak ilerlememiz adına önemli bir adımı oluşturacaktır.
Bir diğer husus ise kültürün toplumsal işlevselliğini git gide yitirmesi meselesi. Her ne kadar dönem dönem eleştirilse de ve hiçbir zaman en üst noktasına ulaşmasa da kültürün sadece sosyal hayatta varolmak için olsa dahi kendini hissettirmesi gerçekliğimiz vardı. Günlük yaşamda, sosyalleşirken, yeni bir cemiyete dahil olurken en azından konuya eşlik edebilmek adına birkaç kitap karıştırmak gençler arasında dönem dönem ön plana çıkmıştı. Bunun yanında sinema, müzik, resim, fotoğraf, tiyatro, edebiyat gibi alanlarda faaliyet göstermek daha popüler bir gerçekliğimizdi. Elbette teknolojinin getirileriyle dünyada değişen bir modelizasyon olduğunu reddetmiyorum, ancak yeni çağın ürettiği halüsinatif modern görünümlü bazı dayatmalar aşırı pespayeleşme eğilimi göstererek kültürün saha kenarına alınmasına neden oldu ya da gerçek bilgiye talep sayısını azalttı. Çünkü bunların kişiye sosyal olarak bir şeyler katmayacağı, herhangi bir değerinin olmadığı gibi bir payda ortaya çıktı.
Oysa insanın varoluşundaki en önemli öz değeri olan entelektüelite ve kültürü yok saymak bireyi mankurtlaştırmaktan öte bir işlev görmeyecektir.
Ülkemizdeki sosyo-kültürel sorunların en acı sonuçlarını gördüğümüz alanlardan biri ise kadın-erkek ilişkileri ve kadın cinayetleri meselesi. Bunun ekonomik ve hukuksal tarafı her zaman gündeme getirilse de işin düşünsel ve kültürel boyutunda es geçtiğimiz bir nokta var. Geleneksel din ve kültürlerin bir kısmının temelinde varolan kadının ''kötü, yoldan çıkarıcı, bozguncu'' gibi bir algı mekanizması yaratılarak anılması, ön plana çıkarılması gibi bazı hususlar var tabi bunlar aslında gelenekel yapıların özünde olmayıp sonradan bu düşünceler geliştirilerek mevcut sistemlere eklenmiş de olabilir. Burası tartışmalı bir konu.
Ancak kültürün ya da dinin özünde bu husus olmasa dahi şurası net ki dinler ya da kültürler arası etkileşimlerle bu husus iç bilince işledi. Bunu yıkmak zorundayız ancak bunu yıkarken bunun tek sorumlusu erkeklerdir ve erkekler düşmanımızdır anlayışı da en az öteki kadar hastalıklı bir yaklaşımdır. Otorite sahibi kadınların da bu konudaki rolü erkeklere yakındır. Kendi kudretli sistemlerini ayakta tutabilmek adına erkek motifleriyle bezenmiş iktidarlarını ve güçlerini yüceltmek için kadınların haklarını yok sayan ve ezen kadın kültü tarihi belgelerde dahi karşımıza çıkmaktadır. Bu mesele ülkemizin geleceği açısından mücadele alanlarımızdan biri olmalıdır. Özellikle mevcut veriler gelecek için korkutucudur,
Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu (KCDP) verilerine göre 2008'de 80, 2009'da 109, 2010'da 180, 2011'de 121, 2012'de 210, 2013'te 237, 2014'te 294, 2015'te 303, 2016'da 328, 2017'de 409, 2018'de 440, 2019'da 474 olmak üzere 2008-2019 yılları arasında toplam 3.185 kadın öldürülmüştür.
Sürdürülmesi gereken mücadele bellidir.

Bu mücadele bilinçli ya bilinçsiz zihinlere yanlış bir şekilde işleye kadın motifini yıkarak, kadının toplumsal değerini ortaya koyabilmektir. Bununla beraber erkeğin toplumdaki rolü ve varlığında da gerçekleşen yıpratıcı taraflar da onarılmalıdır. Baştan beri bahsettiğim gibi sorunlu ve mazlum olan sadece kadın ya da erkek değildir bir toplumun algılarıdır. Bu algıların sağlıklı bir zemine oturtulmasıyla toplum yaşamının dengesi bir adım ileri gidecektir.
Sık sık gündeme getirilen konulardan biri de lgbti meselesi. Toplumsal hassasiyetin iki yönlü aşırılaştığı alanlardan biri de bu. İki yönlü de suistimale açık bir mesele. Bir taraf bunlar lut kavmi yok olmalı gibi bir çağdışı zihniyet içerisindeyken öteki taraf baskıcı bir tutum, radikal ve saldırgan tavırlarını tüm toplumun geneline yansıtarak antipatileri üzerine toplamakta. Burada elbette uzlaşı noktasında buluşmak isteyen makuller de var, zaten bizim toplumsal adımlarımızı ilerletmemiz makullerin radikallere baskın geldiği düzlemlerde gerçekleşecektir.
Global alanda LGBTi'lerin haklarını savunmak paravanıyla kendi güç alanlarını genişletmek isteyen çeşitli yapıların olduğu bir gerçek. Ekonomi, güç ve kültürel emperyal tavırların yansımalarını çok fazla görebiliyoruz. Bunun karşıt tarafı ise katman katman değişkenlik gösteriyor, kimisi LGBTi'ye "katli vaciptir" gözüyle bakarken, kimisi "onları burda istemiyoruz" sınırıyla karşıtlığını ortaya koyuyor.
Biz globalden bağımsız kendi paradigmamızı eşit vatandaşlık ilkesiyle koyabilmeliyiz. Kimsenin kimseden üstün olmadığı, hak ve hürriyetlerin toplumun her bireyine eşit olarak tanındığı ilkesini en azından toplumsal hayatta görebilmeliyiz. Bunun için de kesimler birbirini daha iyi tanımalı, insan doğası gereği bilmediği şeylerden korkar ya da çekinir. Toplumsal uzlaşı sağlanabilmesi için LGBTi'lerin ayakları yere basan projelerle kim olduklarını ya da olmadıklarını anlatmaları mücadeleleri açısından önemlidir.
Şimdiki gibi ağırlıklı olarak radikal tavırlarla, insanlara uzaydan gelmiş gibi görünen ve bu işten ün, makam, şöhret kazanmanın derdinde olan kişilere alanlarını bırakırlarsa bu uzlaşının sağlanması gittikçe zorlaşacaktır.
Yazının bu bölümüne kadar anlattıklarım aslında toplumumuzda yaşanan ve çözülmemiş durumların sadece birkaçıydı, elbette bunu farketmişsinizdir. Bir köşe yazısına binlercesini yazmak elbette mantık dışı. Belki daha sonra başka yazılarda başka konulara da değinebiliriz. Ancak meselenin özü şu biz toplumsal evrimini ve aydınlanma mücadelesini tamamlamamış bir ülkeyiz. Kimi gün ilerlediğimizi düşünsek dahi tam dönüşüm tamamlanıyor derken en başa dönüyoruz. O zaman Sisifos'u öldürmek ve kendimize yeni bir paradigma yaratmak zorundayız. Gerçekten bu ülkenin gelişimini isteyen tüm yapılarla ortak bir aydınlanma hareketine girmek zorundayız. Gerekirse bu yapıları kendimiz kurmalı, geleceğin Türkiye'sini yeniden inşa etmeliyiz.
Doğum müjdesi Mustafa Kemal Atatürk tarafından verilen aydınlık Türkiye'nin gebeliği gereğinden fazla uzun sürmüştür. Binlerce sorun içinde aydınlanmanın gerçekleşmesi zordur ama sorunların arkasına sığınarak iyi günleri beklersek, o iyi günlerin kendiliğinden gelmeyeceği de aşikardır.
Mücadele doğmalı, mücadele büyümeli, mücadele sürmeli ta ki zafere kadar...
Korint’in kurucusu ve ilk Kralı olan Sisifos, diyarına refah ve bolluk getiren zeki bir yöneticiydi. Aynı zamanda hileciliği ve kurnazlığı ile de bilinen Sisifos, tanrıların da dikkatini çekmeye başlamıştı. O günlerden bir gün, ırmak tanrısı olan Asopos’un kızı Aigina ortadan kaybolmuştu. Asopos kızının izini Sisifos’un krallığına kadar takip etti ve orada Sisifos ile karşılaştı. Sisifos ona kızına ne olduğunu bildiğini söyledi ama söylemek için ondan bir iyilik istedi. Anlaşma yapıldı ve Sisifos, krallığına bir ırmak bahşedilmesi karşılığında, Asopos’a kızı Aigina'yı Zeus’un kaçırdığını söyledi. Söylediği bu sözler artık Sisifos’un kaderini belirmişti.
Zeus bu ihanete o kadar çok öfkelendi ki daha fazla sorun çıkarmaması için ölüm tanrısı Thanatos’a Sisifos’u yeraltı dünyasına zincirlemesini ve canını almasını söyledi. Fakat Sisifos, ünü tanrıların bile kulağına çalınan kurnazlığı sayesinde ölümü alt etmeyi başardı. Zincirlenmek üzereyken, Thanatos’a zincirleri nasıl tutması gerektiğini sordu, hızlıca onu zincirledikten sonra ise canlıların dünyasına geri döndü. Ölüm tanrısı zincire vuruluyken kimse ölemiyordu ve her şey kaosa dönüşmüştü. Bu Sisifos’un tanrıları ilk aldatması ve ölümü yenmesiydi.
Zeus bu sefer, artık kimse ölmediği için savaşların eğlenceli olmamasından yakınan savaş tanrısı Ares’i yeryüzüne gönderdi. Ares’in Thanatos’un zincirlerini çözmesiyle her şey normale döndü. Sisifos içinse hesaplaşma zamanı gelmişti ve Ares tarafından yakalanıp yeraltına gönderildi. Fakat Sisifos yeraltından kaçmayı da başardı ve ölümü ikinci kez yendi. Sisifos ihtiyarlayıncaya dek tanrılara yakalanmadı. Fakat, artık o da yaşlanmış, eski mecali kalmamıştı. Haberci Hermes onu yeraltına sürükledi. Kral onun tanrılardan daha zeki olduğunu düşünmüştü ama son gülen Zeus’tu. Tanrı kararını verdi. Sisifos’un cezası ilk bakışta basit bir işti aslında- devasa bir kayayı dik bir tepeye yuvarlamak. Ama tam tepeye yaklaştığı anda, kaya tamamen aşağı yuvarlanarak onu yeniden başlamaya zorlardı. Tekrar ve tekrar… Zamanın sonuna kadar bununla lanetlendi Sisifos.
* * *
Milletlerin tarihlerinde daima önemli dönüm noktaları var olmuştur. Kazanılan ya da kaybedilen bir savaş, bir hastalık, bir doğa olayı, bir ihtilal ya da bir isyan. Bu olaylar sadece milletlerin özelinde kalmamış kimi zaman dünyayı derinden etkileyebilecek sonuçlara yol açmıştır.
Günümüze geldiğimizde dünya yine kritik bir dönemecin eşiğinde yeni çağın açmazları maddi ve manevi problemleri somut olarak karşımıza çıkıyor. İletişim ağının genişlemesi ve genişleyen uluslararası ilişkiler adımları pozitiften daha fazla negatif sonuçlara yol açmaya başladı.
Bununla birlikte dünyada oyun kurucu pozisyonunda olarak tanımlayabileceğimiz kritik pozisyonlardaki aktörlerin kimi zaman vekalet savaşlarıyla, kimi zaman daha küçük oyuncuların üzerinde kurmaya çalıştıkları hegemonik tavırlarla, kültür, fikir, teknoloji başta olmak üzere hakim endüstriler üzerindeki denemeleriyle işler daha da karışık bir hal alabiliyor.
Tüm bunların ötesinde açmazlara ayakları yere basan çözümler üretmek yerine, tam aksi yönde alınan bazı global tavırlar işleri iyice içinden çıkılmaz bir hale doğru sürüklüyor. Mesele bizim ülkemize gelince daha da kaotik bir hal almaya başlıyor tabi. İşin açıkçası görülen ama anlamlandırılamayan tehlikeler, gelecekteki büyük sorunların temel yapısını oluşturuyor.
Memleketin aydın, entelektüel, konuşan, yazan kesiminin önemli bir bölümü ise kulak tıkaçları ve göz bantlarıyla yaşar gibi hareket ediyorlar. Nadiren bu aparatları çıkardıklarında ise dişe dokunur bir konuya bulaşmadan zamanı geçirmenin derdindeler.
Yazının girişine bakınca güncel politik üzerine bir şeyler yazacağımı düşünebilirsiniz ancak ben bu yazıda güncel politiğe değindiğim alanlar olsa da daha çok ruhsal iklim ve toplumsal kavramların hastalıklı evrimleri ve çöküşünden bahsetmek düşüncesindeyim. 2022 yılı itibarı ile ''genç'' olarak adlandırabileceğimiz vatandaşlarımızın temel tavırlarına baktığımızda, ülkeyi terk etme konusu çok fazla gündemde ve insanlar bunun için çok ciddi emek harcıyorlar. Tıp fakülteleri öğrencilerinin altın anahtarı olan TUS sınavı çalışmaları, yabancı dil kurslarının yanında neredeyse ikinci plana düşmüş durumda. İnsanlar mevcut düzenlerini bırakıp gidecekleri yerde ne ile karşılaşacakları çok da umurlarında olmadan sadece gitmeye odaklanmış durumdalar. Gitmek planı olmayanların önemli bir kısmı ise ruhsal olarak sıkıntılı, çeşitli psikozlar içerisindeler. Savaşmak, yeniden doğmak gibi bir realiteye inananlar ise sayı olarak maalesef çok büyük kalabalıkları oluşturmuyorlar, en azından görünüm bu yönde.
Evet düşünsel olarak mevcut iktidara ve onların talan düzenine ciddi bir muhalefet var ve muhtemelen bunu önümüzdeki seçimde göreceğiz. Ancak mesele bu konudan daha derin. Yaşanılan mental çöküş nasıl bir günde oluşmadıysa bir günde de toparlanabilecek gibi değil.
Üstelik yeni gelecek siyasilerin bu çöküşü toparlamak adına, en azından şimdilik ciddi bir haritaları olduğunu düşünmüyorum.
Esasen ekonomik, eğitimsel, kültürel ve yaşamın tüm alanlarındaki bu çöküş mevcut hükümet döneminde zirve yapsa da, pek de yeni bir mesele değil Türk insanının umutsuzluğu.
Özellikle 1980 darbesinden sonra yaratılan iklim dönem dönem kırılmalar yaşasa da hiçbir zaman tam manasıyla oturmuş bir düzenin sürekliliğinin sağlanmadığı bir ülke olarak, her ne kadar neşeli tabiatlı insanlar olsak da, çoğunluğumuz her dakika o tabiatı biraz daha fazla kaybederek ruhsal bir çöküntüye uğramaya müsait bir haldeyiz. Aslında böyle olması çok da şaşırtıcı değil. Sürekli terörle, şehit haberleriyle, adaletsizlikle, devletin milletine karşı despot tavırlarıyla, talancılarla, soyguncularla, suç şebekeleriyle, yetersiz ücretle, yap boz gibi devamlı değişen eğitim sistemiyle, tarikatlarla, örgütlerle, beslenme yetersizliğinden tutun da, tacize, tecavüze ve şu an burada saymakla bitiremeyeceğim birçok etmenle sürekli iç içe olan bir toplumun sağlıklı ve stabil bir ruh halinde olması beklenemez.
Üstelik her nasıl bir ruh halindeysek bunun kat ve kat fazlasına mevcut hükümetin saçmalıklarıyla ulaştık.
Böyle devam ederek başta Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk'ün ve yol arkadaşlarının hedeflediği ve ulaşmamızı istediği noktalara varamayacağız. O zaman bir şeyleri değiştirmemiz gerekiyor ama nasıl, nerede, kiminle?
Bu konuya girerken bağlamdan ayrılmayarak sizinle geçenlerde bir dostumla yaşadığım bir dialoğu paylaşmak isterim.
Mevcut siyasi partilerle ilgili güncel yorumlarımızı konuşurken, incelediğim kadarıyla Deva Partisi üyelerinin önemli bir kısmını oluşturan genç nüfusla ilgili bir görüşümü paylaştım. Ailesi çoğunlukla muhafazakar AKP'li kökenden gelen, bu sebeple Akp ile bağını yüzde yüz reddetmeden bir dönemin Akp'sine Babacan üzerinden kıymet yükleyerek, hem psikolojik olarak aile ile bağlarını yıkmayan hem de görece modern bir muhafazakarlıkla mevcut düzene karşı çıkarak bugünü anlamlandırmaya çalışan gençlerden bahsedince hem onayladı hem de gülümseyerek bizim sosyal demokrat- sol görüşlü ailelerimizin yeni kurulduğunda HDP'yi destekleyen çocuklarının bir benzeri dedi. Ben o kültürden gelmesem de kendisi de aynı kültürden gelen bir arkadaşım olduğu için ve HDP'yi destekleyen bu genç güruhunun önemli bir kısmının nasıl yanılgıya düştüğünü anladığı, bir kısmınınsa inadından bu yapıya nasıl angaje olmak durumunda kaldığı ile ilgili çok hikaye duymamız nedeniyle bu tespitine güldük, lakin güzel bir benzetme olduğu için yazımda kullanacağını söyledim kendisine.
Milletin makus talihini değiştirmek istiyorsak zihinlerimizi çok geniş bir açıyla değerlendirmeler yapmaya müsait ve berrak tutmak zorundayız. Ailelerimizden bir miras gibi aldığımız ideolojik, fikirsel yapılar üç aşağı beş yukarı sürekli aynı sonuçlarla karşılaşmamıza neden oluyor. Bu çok sağlıklı bir realite değil, en azından bizim gibi gelişim sürecinde oldukça geri noktalarda kalmış ülkeler için. Bu sebeple siyaseti, ideolojiyi mümkün olduğu kadar bağımsız ve dünya gerçeklerini reddetmeden ama yereli de es geçmeden ele almak zorundayız. Ailelerimizle kurduğumuz doğal bağın ülkemizin geri kalmasına neden olabilecek tüm öznelerle hemhal olmasını engellemeliyiz. Değişimler ancak bu doğrultuda hareket ederek yaşanabilir.
Dönemsel olarak ülkeyi yöneten idareciler, ellerindeki güçlü dönemi sürdürürlerken destek görebildikleri medya, stklar, kanaat önderleri ve tüm yapılarla kendi dönemlerinin tanıtım ve reklamını yaparken arkalarına aldıkları rüzgarla bize hayali bir iklim oluşturur, dönemleri bitip gittiklerinde rüzgarın savurduklarının arkasından bakakalan yine milletimiz olur ta ki başka bir rüzgarın bizi etkisi altına alacağı güne kadar.Bu rüzgarlar arasında savrulan yıpranan bir ülke içerisinde ömrünü geçiren insancıklar olarak yaşar gideriz. Bu sebeple bağımsız fikirlere, bir şeylerin değişebileceğinin gerçekliğine, ve kendi öz düşüncelerimizin ya da mantık çerçevemiz içerisinde mümkün olduğu kadar tarafsız bir süzgeçten geçirebileceğimiz düşüncelerin bizi kuvvetli bir geleceğe taşıyabileceği yönlerini iyi irdeleyebilmek zorundayız.
Bir diğer dikkatimi çeken konu ise histerik sahte çağdaşlık olarak tanımladığım düşünsel kanser. Yaşanabilecek her şeyi sonuna kadar yapabilmekle çağdaş ya da modern olunabileceği safsatası. Bugüne kadar gelişimini sürdüren tüm kavramların, düşüncelerin, ideolojilerin çağdaş ya da modern olmak için reddedilmesi gerektiğini düşünmek mantıkla izah edilemez.
Özgür olmanın geçmişten gelen istisnasız her şeyi reddetmek olduğunu düşünmek manasız yıkımlara yol açma gücüne sahiptir. Bu safsataları genelde ortaya çıkarıp, propagandasını yapanlar ağır ruhsal bunalımlarını farklı bir şekilde tatmin etmeye çalışan aynı zamanda kötü niyetli kişilerdir. Tedavi olmak yerine hastalıklı düşüncelerini çeşitli yöntemlerle yaymayı tercih ederler. Bir diğer güruh bu işten para kazananlardır örneğin Black Lives Matter hareketinin kurucusu Patrisse Cullors zimmetine geçirdiği paralarla lüks evler aldığı yönündeki iddialardan kısa bir süre sonra istifasını açıklamıştı. İstifa nedeninin özel işleri olduğunu söylese de bu konu dünya üzerinde oldukça su kaldırmıştı. Bu örnekle BLM hareketinin haklı ya da haksızlığından bahsetmiyorum elbette, dikkat çekmek istediğim başka bir husus var;
Bu tarz yapıların insanları istismar etmeye müsait bir tavırları her zaman vardır ve özellikle son yıllarda ülkesindeki negatif gelişmelerden ötürü kendi milletine ve ülkesine aidiyet hissini yitirenlerin kendilerini daha çağdaş bir dünyalı olarak hissetmek adına sorumsuz ve ne idüğü belirsiz yapılara yaklaştığı çok aşikar. Üstelik eğer alternatif bir gerçeklik sunulmazsa bu daha da büyüyerek ilerleyecek gibi gözüküyor. Kendi kültürel, ahlaki, çağdaş değerlerimizi yaşamaktan ve dahi üretmekten korkmamalı, asla ''eziklik'' psikolojisi ile belirlenmiş çerçevelere sıkışmamalıyız. Elbette evrensel kültür ve normlar bizim yaşam alanımızı çevrelemeli, ancak dayatmayla üretilmiş ucuz kültür emperyalizmine kendimizi kaptırmamak ilerlememiz adına önemli bir adımı oluşturacaktır.
Bir diğer husus ise kültürün toplumsal işlevselliğini git gide yitirmesi meselesi. Her ne kadar dönem dönem eleştirilse de ve hiçbir zaman en üst noktasına ulaşmasa da kültürün sadece sosyal hayatta varolmak için olsa dahi kendini hissettirmesi gerçekliğimiz vardı. Günlük yaşamda, sosyalleşirken, yeni bir cemiyete dahil olurken en azından konuya eşlik edebilmek adına birkaç kitap karıştırmak gençler arasında dönem dönem ön plana çıkmıştı. Bunun yanında sinema, müzik, resim, fotoğraf, tiyatro, edebiyat gibi alanlarda faaliyet göstermek daha popüler bir gerçekliğimizdi. Elbette teknolojinin getirileriyle dünyada değişen bir modelizasyon olduğunu reddetmiyorum, ancak yeni çağın ürettiği halüsinatif modern görünümlü bazı dayatmalar aşırı pespayeleşme eğilimi göstererek kültürün saha kenarına alınmasına neden oldu ya da gerçek bilgiye talep sayısını azalttı. Çünkü bunların kişiye sosyal olarak bir şeyler katmayacağı, herhangi bir değerinin olmadığı gibi bir payda ortaya çıktı.
Oysa insanın varoluşundaki en önemli öz değeri olan entelektüelite ve kültürü yok saymak bireyi mankurtlaştırmaktan öte bir işlev görmeyecektir.
Ülkemizdeki sosyo-kültürel sorunların en acı sonuçlarını gördüğümüz alanlardan biri ise kadın-erkek ilişkileri ve kadın cinayetleri meselesi. Bunun ekonomik ve hukuksal tarafı her zaman gündeme getirilse de işin düşünsel ve kültürel boyutunda es geçtiğimiz bir nokta var. Geleneksel din ve kültürlerin bir kısmının temelinde varolan kadının ''kötü, yoldan çıkarıcı, bozguncu'' gibi bir algı mekanizması yaratılarak anılması, ön plana çıkarılması gibi bazı hususlar var tabi bunlar aslında gelenekel yapıların özünde olmayıp sonradan bu düşünceler geliştirilerek mevcut sistemlere eklenmiş de olabilir. Burası tartışmalı bir konu.
Ancak kültürün ya da dinin özünde bu husus olmasa dahi şurası net ki dinler ya da kültürler arası etkileşimlerle bu husus iç bilince işledi. Bunu yıkmak zorundayız ancak bunu yıkarken bunun tek sorumlusu erkeklerdir ve erkekler düşmanımızdır anlayışı da en az öteki kadar hastalıklı bir yaklaşımdır. Otorite sahibi kadınların da bu konudaki rolü erkeklere yakındır. Kendi kudretli sistemlerini ayakta tutabilmek adına erkek motifleriyle bezenmiş iktidarlarını ve güçlerini yüceltmek için kadınların haklarını yok sayan ve ezen kadın kültü tarihi belgelerde dahi karşımıza çıkmaktadır. Bu mesele ülkemizin geleceği açısından mücadele alanlarımızdan biri olmalıdır. Özellikle mevcut veriler gelecek için korkutucudur,
Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu (KCDP) verilerine göre 2008'de 80, 2009'da 109, 2010'da 180, 2011'de 121, 2012'de 210, 2013'te 237, 2014'te 294, 2015'te 303, 2016'da 328, 2017'de 409, 2018'de 440, 2019'da 474 olmak üzere 2008-2019 yılları arasında toplam 3.185 kadın öldürülmüştür.
Sürdürülmesi gereken mücadele bellidir.

Bu mücadele bilinçli ya bilinçsiz zihinlere yanlış bir şekilde işleye kadın motifini yıkarak, kadının toplumsal değerini ortaya koyabilmektir. Bununla beraber erkeğin toplumdaki rolü ve varlığında da gerçekleşen yıpratıcı taraflar da onarılmalıdır. Baştan beri bahsettiğim gibi sorunlu ve mazlum olan sadece kadın ya da erkek değildir bir toplumun algılarıdır. Bu algıların sağlıklı bir zemine oturtulmasıyla toplum yaşamının dengesi bir adım ileri gidecektir.
Sık sık gündeme getirilen konulardan biri de lgbti meselesi. Toplumsal hassasiyetin iki yönlü aşırılaştığı alanlardan biri de bu. İki yönlü de suistimale açık bir mesele. Bir taraf bunlar lut kavmi yok olmalı gibi bir çağdışı zihniyet içerisindeyken öteki taraf baskıcı bir tutum, radikal ve saldırgan tavırlarını tüm toplumun geneline yansıtarak antipatileri üzerine toplamakta. Burada elbette uzlaşı noktasında buluşmak isteyen makuller de var, zaten bizim toplumsal adımlarımızı ilerletmemiz makullerin radikallere baskın geldiği düzlemlerde gerçekleşecektir.
Global alanda LGBTi'lerin haklarını savunmak paravanıyla kendi güç alanlarını genişletmek isteyen çeşitli yapıların olduğu bir gerçek. Ekonomi, güç ve kültürel emperyal tavırların yansımalarını çok fazla görebiliyoruz. Bunun karşıt tarafı ise katman katman değişkenlik gösteriyor, kimisi LGBTi'ye "katli vaciptir" gözüyle bakarken, kimisi "onları burda istemiyoruz" sınırıyla karşıtlığını ortaya koyuyor.
Biz globalden bağımsız kendi paradigmamızı eşit vatandaşlık ilkesiyle koyabilmeliyiz. Kimsenin kimseden üstün olmadığı, hak ve hürriyetlerin toplumun her bireyine eşit olarak tanındığı ilkesini en azından toplumsal hayatta görebilmeliyiz. Bunun için de kesimler birbirini daha iyi tanımalı, insan doğası gereği bilmediği şeylerden korkar ya da çekinir. Toplumsal uzlaşı sağlanabilmesi için LGBTi'lerin ayakları yere basan projelerle kim olduklarını ya da olmadıklarını anlatmaları mücadeleleri açısından önemlidir.
Şimdiki gibi ağırlıklı olarak radikal tavırlarla, insanlara uzaydan gelmiş gibi görünen ve bu işten ün, makam, şöhret kazanmanın derdinde olan kişilere alanlarını bırakırlarsa bu uzlaşının sağlanması gittikçe zorlaşacaktır.
Yazının bu bölümüne kadar anlattıklarım aslında toplumumuzda yaşanan ve çözülmemiş durumların sadece birkaçıydı, elbette bunu farketmişsinizdir. Bir köşe yazısına binlercesini yazmak elbette mantık dışı. Belki daha sonra başka yazılarda başka konulara da değinebiliriz. Ancak meselenin özü şu biz toplumsal evrimini ve aydınlanma mücadelesini tamamlamamış bir ülkeyiz. Kimi gün ilerlediğimizi düşünsek dahi tam dönüşüm tamamlanıyor derken en başa dönüyoruz. O zaman Sisifos'u öldürmek ve kendimize yeni bir paradigma yaratmak zorundayız. Gerçekten bu ülkenin gelişimini isteyen tüm yapılarla ortak bir aydınlanma hareketine girmek zorundayız. Gerekirse bu yapıları kendimiz kurmalı, geleceğin Türkiye'sini yeniden inşa etmeliyiz.
Doğum müjdesi Mustafa Kemal Atatürk tarafından verilen aydınlık Türkiye'nin gebeliği gereğinden fazla uzun sürmüştür. Binlerce sorun içinde aydınlanmanın gerçekleşmesi zordur ama sorunların arkasına sığınarak iyi günleri beklersek, o iyi günlerin kendiliğinden gelmeyeceği de aşikardır.
Mücadele doğmalı, mücadele büyümeli, mücadele sürmeli ta ki zafere kadar...