Uzun zamandır Türk eğitim sisteminin problemleri üzerine yazı dizisi kaleme almak istiyordum ama durumlar malum. Tam yazıyı yazmaya niyetlendiğim 6 Şubat 2023 tarihinde kapkara bir güne uyandık ve diğer yaşananlar bir yana ülkenin eğitimdeki rezaleti depremden dolayı üniversitelerin tatil edilmesiyle bir kez daha tokat gibi yüzümüze çarptı. Türk eğitim sisteminden bahsederken bir lise öğretmeni ve 1995 yılından beri hâlen öğrenci olarak meseleye içeriden bakışla, önemsediğim noktalar üzerinde durup çözüm önerileri sunarak tasavvurumdaki eğitim sistemini anlatacağım. Bu yazıda yok Piaget yok Dewey gibi isimler görmeyeceksiniz; bunları duymak isteyenler herhangi bir eğitim fakültesi sınıfına gidip pedagoji hocalarının slayt okumasını dinleyebilirler.
Göze çarpan ilk yanlış zorunlu eğitimin kademeleriyle ilgili. Mevcut sistemde on iki yıllık lise eğitimi ilkokulla başlayıp lise mezuniyetiyle son buluyor, hâlbuki zorunlu eğitim anaokulundan başlamalı. Üç yaşın uygun olduğunu düşünüyorum çünkü çocuk artık rahatlıkla hareket edip kendini ifade edebiliyor ve bu dönemde sosyal alışkanlıkları, dil kullanımı oturuyor. Meselenin anlaşılması için gözlemlediğim bir olaydan bahsedeceğim.
Geçen yaz sonunda henüz bir buçuk yaşında olan oğlumu mahalledeki parka götürdüm, orada birlikte oynuyoruz, yanımızda da genç diyebileceğim iki ev hanımı anne ve tahminen 4-5 yaşları arasında çocukları var. Bir ara çocukların ellerinde birer köpük tabak gördüm ve çocuklar eğlenmek için bu tabakları parçaladılar ve parçaları yerlere saçtılar. Daha sonra çocuğun biri diğerine "Hadi yerdeki parçaları toplayıp çöpe atalım." dedi ve işe koyuldular. Bunu gören annesi aynen şunları söyledi: "Oğlum yerdekileri toplamayı boşver, uğraşma git kaydıraktan kay." Sözün tamamını söylemeye lüzum görmüyorum, kısacası ileri gitmek isteyen bir ülke, çocukları ebeveyne emanet etmemeli, tabiî kendi sistemi iyiyse.
Öğrencilerde gördüğüm en temel problemlerden biri yetersiz, sağlıksız ve bilinçsiz beslenme. Karbonhidrat ağırlıklı beslenmenin sonucu olarak hızla yükselip birden düşen kan şekerinden ötürü çocuklar, daima yorgun ve bitkinler. Birçoğu obez veya olmak üzereler. Biliyorsunuz, obezite fakir hastalığıdır. Bunun dışında yedikleri besinlerdeki kalitesiz yağlar başta kanser olmak üzere her türlü hastalığa davetiye çıkarıyor. Bunun ülkeye faturası ise verimsizlik, hastanelerde yoğunluk, kaybedilen sağlıkla birlikte çöken psikoloji ve ilaç parası olarak geri dönüyor. Bu noktada devlet üç yaşından itibaren zorunlu eğitime tâbi tuttuğu çocukların beslenmesini sıkı takip etmeli. Çocuk doktorları, diyetisyenler ve gıda mühendislerinin görüşlerinden faydalanıp gerekirse önde gelen ülkelerin menülerini inceleyip ve onların uzmanlarına da danışıp yiyecekler belirlemeli ve çocukların sağlıklı ve yeterli beslenmesini sağlamalı. Ancak, bu asla ama asla yeni bir ihale kapısı olarak görülmemeli. Yoksa maksat hasıl olmaz, çocuklar sağlıksız beslenmeye devam ederler ve milletin parası çöpe gider.
İlkokul seviyesinde gözlemlediğim yanlış, ikili eğitim. Diğer illeri bilmiyorum ama İstanbul'da maalesef bina problemi yakıcı şekilde devam ediyor ve çocuklar çok çok erken saatlerde okula gelip derse başlıyorlar diğer yarısı da çok geç saatte başlayıp hava kararırken eve dönüyorlar. Devlet illere göre bunun sebeplerini tespit edip bu sebepleri ortadan kaldırmalı ve ikili eğitime son verilmeli. Çocuklar sabah vakti karanlık olmayan ve uykularını alabilecekleri bir saatte okula gelip öğleye kadar teorik ders gördükten sonra öğleden sonra teorik ders görmemeliler. Bu, ilkokuldan liseye bütün seviyelerde geçerli olmalı. İstanbul'da bunu sağlamak için şehrin nüfusunun azalması gerekiyor ama bu zaten Türkiye'nin bütün problemlerinin gelip düğümlendiği nokta. Şehrin nüfusunun azaltılması konusunda bir şey diyemiyorum.
İlkokuldaki bir diğer problem, öğrencilerin okula servisle gitmesi. Servisle değil yürüyerek gitmeliler, gidebilmeliler. Henüz 5-6 yaşlarındaki çocukların servise binip trafik sıkıntısı yaşaması olacak iş değil. Ayrıca trafiğe bindirdiği yük de cabası.
Servis meselesi hususunda köylerdeki taşımalı eğitime temas etmek gerekiyor. Baktığımda siyasî partilerin eğitimle ilgili vaatlerinin başında köy okullarını açmak ve taşımalı eğitime son vermek geliyor. Hatta yanılmıyorsam Özdağ, köyde bir öğrenci dahi olsa okulun açılacağını ve taşımalı eğitim olmayacağını söyledi. Bunu popülist, ekonomik açıdan verimsiz ve daha da önemlisi pedagojik açıdan problemli buluyorum. Bizim eğitimdeki öncelikli maksatlarımızdan biri insanı topluma kazandırmak ve teoriyle olacak iş değil, pratikte kazanılan bir olgu. Köyde tek kalmış çocuğa köyünde eğitim verdiğimizde hiç arkadaşı olmayacak, onlarla eğlenceli anlar veya problemler yaşamayacak ve sair bu durumun birçok sakıncası var; çocuk neticede sosyal bir varlık olamaz. Bundan dolayı birbirine yakın köylerden biri merkez hâline getirilerek en azından on kişilik sınıflar tesis edilmesi öncelikli maksat olmalı. Hâl-i hazırda bu sistem büyük ölçüde uygulanıyor zaten ama gözden geçirilip revize edilebilir. Mümkünse taşıma mesafeleri kısaltılabilir.
İlkokulda kalma olmalı. Şu an bu durum velinin inisiyatifine bırakılmış durumda ancak yukarıda da dediğim üzere eğitim asla ebeveynin kararına göre olmamalı. Mevcut sistemde her türlü sınıf geçilmesi, öğrencinin okula gereken değeri vermemesine sebep oluyor. Bu da ister istemez öğretimi temelden sarsıyor, laçkalaştırıyor, öğretmeni de rehavete ve boşvermişliğe sürüklüyor. Okuma yazma ve dört işlem gibi belli temel yetileri gelişmeyen çocuk eğer zihinsel engeli yoksa sınıfta kalmalı. Yalnız, çocuğun kalması onu sistem dışına itmemeli, bu kritik bir nokta ve özellikle kız çocukları için tehlikeli. Öğrenciyi daha iyi hâle getirmek için sınıfta bırakırken ailesi tarafından tamamen eğitimden uzaklaştırılmasına sebep olmamalıyız. Devlet bu konuyu sıkı takip etmeli.
Ortaokula geçtiğimizde üstteki problemler bunlar için de geçerli olduğu için problem kısmını geçip tavsiye açısından bakarsak ben ortaokulun ilk iki yılının öğrencinin eğilimini tespit, son iki yılının da bu tespite yönelik uygulama olması gerektiğini düşünüyorum. Bunun için uygulanabilirliğini yüksek gördüğüm ve çağımız için son derece mantıklı bulduğum Çoklu Zeka Kuramı'nın benimsenmesi gerektiğini düşünüyorum. Buna göre bir insan matematikten anlamayabilir ama aynı zamanda çok güzel yemek yapabilir. Sonuç olarak ülkenin iyi makine mühendisine ihtiyacı olduğu kadar iyi aşçılara da ihtiyacı vardır. Yerine göre ikisi de prestijli mesleklerdir ve ikisinden de iyi gelirler elde edilebilir. Ancak bunu Türk veli profiline benimsetmek çok zor. Onlar, matematikten anlamayan çocuklarına matematik özel dersi aldırmaya ve o esnada çocuklarının türlü becerilerini köreltmeye devam edecekler. Bunu aşmak için 5. ve 6. sınıfta sınıf rehber öğretmeni öncülüğünde çocuğun dersine giren öğretmenlerin tavsiyesi esas alınmalı ve çocuk 7. ve 8. sınıfta bir nevi gideceği lise türüne hazırlanmalı. Ancak bahsettiğim sistemi özel okullarda işletmek şu hâliyle mümkün olmayacak. Bundan dolayı özel okulların çok ciddî teftişe tâbi tutulması gerekiyor. Çünkü özel okullarda notların şişirildiğine bizzat şahidim. Türk eğitim sisteminin kanayan yaralarından biri budur ve bu özel okullara çeki düzen verilmesi gerekir, özel okullar parayla not dağıtılan yerler olmaktan çıkarılmalı. En acil konulardan biri budur çünkü göz göre göre okul puanı üzerinden garibanın hakkı yeniliyor.
Yukarıdaki ortaokul sistemini kurmak için mevcut okul binalarımız dönüşmeli. Başta bilgisayar odası olmak üzere labaratuvarları, kütüphanesi, spor salonu, müzik, resim ve iş atölyesi olmayan ortaokul kalmamalı. Ben hâlâ liseye geldiğinde hiç Excel dosyası açmamış, tek kitap okumamış öğrenciler görüyorum. Bu esnada bizim çocukların Singapur'daki, Tayvan'daki emsalleri kodlama dersi görüyorlar, okudukları romanlardan bilgisayar oyunu tasarlıyorlar. Yani trenin son vagonu da önümüzden geçiyor, biz bakadururken kaçmış olacak.
Spor, müzik ve ders çalışma gibi pek çok alışkanlıkla birlikte kitap okuma alışkanlığı ve kendini hem sözlü hem yazılı ifade etme becerilerinin bu dönemde yerleştiğini düşünüyorum. Bundan dolayı ortaokuldaki Türkçe dersleri gramer kurallarının ezberletildiği yapıdan çıkıp öğrencinin bol bol Türkçenin yetkin yazarlarının ve şairlerinin eserlerini okuduğu, okurken sözlük kullandığı, istisnasız her hafta yazılar yazdığı ve bu yazılara öğretmen tarafından geribildirim verildiği yapıya bürünmeli. Gramer kuralları öğretilirken de kuralların tahtaya yazılıp ardından not tutturulması şeklinde değil, direkt metin üzerinden hareketle öğretilmeli. Bu esnada gereksiz ayrıntılara girilmemeli ve gramer kuralı kodlama gibi saçmalıklara yer verilmemeli. Hususî örnek vermek gerekirse diyelim konu fiilimsiler. Öğrenci bu konuyu fiilimsilerin bol kullanıldığı bir hikâye veya gezi yazısı üzerinde öğretmenin yönlendirmesiyle keşfetmeli. Ancak şu an fiilimsi ekleri tahtaya yazılıp bunlarla ilgili tek kelime örnekleri vererek not tutturmak gibi bir teamül var. Sonra da bunları "anası mezar dikecekmiş", "kenyalı madam asiye ince ip arakladıkça" gibi kodlamalarla ezberletiyorlar böylece sonuçta anadilinde okuyup yazamayan ve konuşamayan nesiller çıkıyor. Aynı durum birebir yabacı dil öğretimi için de geçerli. Bu yönteme ek olarak devlet okullarında da "speaking" dersine yabancı hocalar girmeli. Bunu tesis etmek zor değil, iki yüz yıl önce Osmanlı'da dahi uygulanabiliyordu. Yeter ki eğitime önem veren yöneticilerimiz olsun.
Türkçe dersi için bahsettiğim ezber yükü, sosyal bilgiler ve fen bilgisi derslerinde çok daha fazla. Bu konuda uygulanacak yöntem basit. OECD'nin önde gelen ülkelerindeki konu kapsam, geçerlik ve gereklikleri eğitim sistemimize uyarlanıp bahsi geçen derslerdeki ezber yükü ortadan kaldırılmalı. Lafa gelince herkes ezberci eğitime karşı ama sorgulamayan, düşünmeyen, akıl ve mantık yürütmeyen nesiller yetiştirmek için "Malazgirt Savaşı'nın tarihi bilinmez mi, Diyarbakır'da pamuk yetiştiği bilinmez mi, İngiliz kraliçesinin adını bilmeden olur mu?" diye hemen atlıyorlar. Hâlbuki Türklerin, Malazgirt'e niye geldiği hangi tarihte geldiklerinden çok daha önemli ama maalesef bunu eğitimcilere dahi kabul ettiremiyoruz. Çoğu kişi akla gelebilecek bütün ezberlerin bilinmesi gerektiğini, bilinmezse eksik insan olunacağını düşünüyor ama işte sonuç ortada. OECD verilerine göre elimizde okuduğunu anlamada son sıralarda bir ülke var.
Lise kısmı gelecek yazıda ele alınacaktır.