Türk milleti yüz beş yıl önce askerî bir işgal yaşadı ve fizikî varlığını cendereye alan ciddi bir tehlike atlattı. Ülkemizin dört bir yandan işgali esnasında öncelikle sivil, sonrasında asker direnişçiler bu işgale dört bir yanda karşı koydular. Şimdi ise bambaşka bir cendereye alınmış durumdayız ancak bu sefer durum çok daha sinsice. Bugün bakıldığında Türk milletinin varlığı, yüz beş yıl öncekine benzer düşmanların arzusuyla ve iktidar ile muhalefet bileşenleri vasıtasıyla farklı farklı yollardan kasten tehlikeye atılıyor. Bunu da maalesef Türklerin oylarıyla gerçekleştiriyorlar.
Geçen gün, Alman bir gazeteci, iktidarın başına, “Almanya’da suç işlemiş Suriyelileri Türkiye’ye göndermek istiyoruz, bu konuda ne düşünüyorsunuz?” diye bir soru yöneltti, iktidarın başı da “Kapımız hepsine açık” dedi. Türkiye’de suçluların yeterince ceza almadığının tartışıldığı, milletin kendini güvende hissetmediği, adalet kavramının son derece sarsıldığı şu günlerde, böyle bir talebi kabul etmek, Türk milletini hiçe saymak demektir, tam bir faciadır. Konuyla ilgili yorum yapan insanların geneli bu soruya sert bir karşılık verilmemesine takılmışlar. Haklılar ancak esas problem bu sorunun sorulabilmesi. Bu soru ABD başkanına sorulabilir mi? Bu soru Çin cumhurbaşkanına sorulabilir mi? Rusya’nın başına sorulabilir mi? Yahut ceberrutları bırakalım, muteber herhangi bir devletin başkanına sorulabilir mi? Muteberi de geçtim, Irak gibi “failed state”ler bile bunu söz konusu dahi etmez. Ne demek Almanya’da suç işlemiş Suriyelileri veya Türk vatandaşı olmayan herhangi bir ülkenin vatandaşını Türkiye’ye göndermek? Bu noktada Türkiye’nin imajının müstemleke ülkelerinden daha aşağıda olduğunu görüyoruz. Ancak işgal altında, eli kolu bağlı ve aşağılanmak istenen bir ülkeye böyle muamele edilebilir.
Alman şımarıklığı bununla da bitmiyor. Yurt içinde faaliyet gösteren vakıfları sayesinde, akademi ve medyada satın aldıkları kalemler vasıtasıyla gündemdeki hangi problem olursa olsun Türk milletinin aleyhine yazılar yazdırıp, söylemler geliştirebiliyorlar. Köpek sürüleri sokakta insan mı yiyor? Alman vakıfları hemen hayvansever kisvesinde Türk sokaklarında azılı köpek sürülerinin gezmesini ve insanların bu sürülerce öldürülmesini, yaralanmasını, terörize edilmesini savunan yayınlara başlıyorlar. Suça bulaşmış göçmenler sınırdışı mı ediliyor? Alman vakıfları hemen fonladıkları örgütlü avukat sürülerini otobüslerin önüne yığabiliyorlar. Bu faaliyetleri aleni olmasına karşın asla ama asla iktidarın gündemine girmiyor. Muhalefeti ise saymıyorum bile çünkü bu vakıflar doğrudan muhalefetle içli dışlı.
Muhalefet, yaklaşık elli yıldır süren iktidar açlığını gidermek adına hem içerde hem dışarıda Türk milletinin düşmanlarıyla birlikte hareket etmek için son derece hevesli. Yani Alman gazetecinin iktidara sorduğu o ahlaksız sual karşısında, Türk milletinin buna karşı çıkıp yönelebileceği adres de yok. İktidar ve ana muhalefetin medya üzerindeki tahakkümü neticesinde alternatifsiz bırakılıyoruz. İşte cendere tam da burada başlıyor.
Bunu nereden anlıyoruz? Daha dün Türkiye’nin en büyük barosunun başkanlığı için düzenlenen seçimde, listesi bölücü örgütün sempatizanlarıyla dolu olan aday, ana muhalefetin en tepeden desteğiyle baro başkanı oldu. 1979’dan beri avukatlıkla alakası olmayan, 80’ine merdiven dayamış adaydaki bu hırsın sebebi nedir? Bu aslında hırstan kaynaklanmıyor, onun üzerinden mesaj veriliyor. Kendisi daha önce Türkiye’nin dört ilçesinde hendekler kazıp, bağımsızlık ilan eden bölücü örgütün terör faaliyetine destek verip, Türkiye’nin buna karşı başlattığı son derece haklı operasyona “işgal ve katliam” diyen ihanet bildirisine imza atan akademisyenlerin başında geliyordu. Türkiye o kadar garip bir ülke hâline geldi ki, ülkenin bir bölümündeki aleni terör eylemini destekleyen bu adam, akademiden atıldı ancak daha sonra ana muhalefetten milletvekili oldu. Oy devşirmek için her fırsatta Atatürk adını kullanan parti, teröristlere karşı operasyon yürüten Türk ordusuna “sivil katliamcısı” diyen bu adamı, Atatürkçülerin oyuyla milletvekili etti. Şimdi de aynı adamı Türkiye’nin en büyük barosunun başına geçirdiler. Sadece akademiden değil, lisansı iptal edilip vatandaşlıktan atılması gereken adamlar, kallavi makamlara getiriliyorlar. “Denize düşen yılana sarılır” sözü belki de hiç bu kadar anlamlı olmamıştı.
Bundan takriben on yıl öncesine kadar her iki tarafın bu işlerine karşı direnebilen, insanların yönelebileceği bir milliyetçi cephe vardı, artık insanların yönelebileceği güçlü bir milliyetçi cephe yok. Partilerden birisi, suçluların dahi Türkiye’ye gönderilmesini kabul edebilen iktidara tam destek konumunda, hatta bölücü örgütün elebaşını Gazi Meclis’in kürsüsünde konuşmaya davet ediyor. Onun hemen yanındaki, vergisinin hesabını soran vatandaşa “vatan haini” diye çıkışıyor. Diğeri temkinsiz ve çıkarcı şekilde hareket ettiği için, Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan da oldu ve ana muhalefetin medyası eliyle paramparça edildi. Bir diğeri ise güçsüz ve toplumun geneli tarafından öcüleştirilmiş durumda. Cephenin kalanında ise seçmeni üyesinden dahi az yeni partiler kuruluyor, kadroların değil güçsüz genel başkanların etrafında kümeleniliyor. Sivil toplum yönü ise ya amaçsız ya güçsüz.
Milliyetçi partilerin el atabileceği bütün problemleri geçtim; cinayet şebekeleri, ceza almayacaklarını bildikleri için Türk bebeklerini öldürüyorlar. Şebekenin operasyonunun başındaki bölücü terör örgütü hükümlüsü doktor, öldürmek için “Türk bebek” talep ediyor. Aynı anda hükümet dalga geçer gibi “Üreme hızımız çok düştü” diyebiliyor. Niye acaba? Üreyenlerimiz daha hayata gözlerini açar açmaz çeteler, mafyalar, müptezeller ve teröristler tarafından rahatlıkla öldürülebildikleri için mi? Cinayetler cezasız kaldığı için mi? Muhtemelen. Türk milletinin bu şekilde terörize edilmesiyle ilgili maalesef yüzlerce farklı örnek verilebilir; bu yazı, köşe yazısı olmaktan çıkıp kitap da olabilir ancak şimdilik bu örnekler yeterli.
Öyle görünüyor ki Türkleri askerî bir hareketle çökertemeyeceklerini anlayan yapılar, Türk milletine hem dışarıdan hem içeriden siyasi ve örtük bir Sevr uyguluyorlar. İktidar ve muhalefet ise çıkarları için bu dış tehditlerden rant devşirip iç tehditlere karşı göz yumar hâldeler. Bir yandan ikon siyasetiyle milleti kutuplaştırıp cambaza bak oynayabildikleri için son derece rahatlar da. Maalesef bu örtük Sevr, kanser hücresi gibi günbegün devletin ve milletin hücrelerine yayılıyor.
Göksel Bey, Kaboğlu hakkında tespitleriniz çok doğru, ama bu bizim ülkemizdeki seviye düşüklüğünden, şöyle açıklayayım: Türkiye'de ne sol, sosyal demokrasi, ne aydın/münevver olmak, ne de Cumhuriyet doğru algılanmamıştır. Kaboğlu'nu hatırlarım, 2007, 2008lerde Marmara Üniversitesi'nde arkadaşımın Anayasa Hukuku dersine girmişti. O günlerde devam eden başörtüsü yasağı hakkında yasağı savunuyordu. Çünkü maalesef Türkiye'de muhalefeti sadece sığ bir şekilsel Jakoben kalıpçılık ile sınırlı ideolojik hassasiyet esir almıştır. Bahadırhan Bey, "Türkiye'nin en temiz vatandaşları olan bu kitleyi milliyetçileştireceğiz" diyordu, temiz vatandaşlık hakkında bir şey demeyeyim, ama fikir ve analiz bağlamında sığ ve zayıflar. Bahadırhan Bey'den sadece bir şeyde ayrışıyorum fikren, o Atatürk kültünü bir kalkan gibi koruyucu görüyor, ben ise bir kültün soyut düşünce zayıflığından ötürü arızi ve patolojik bir zayıflık olduğunu düşünüyorum, bir kolluk gibi. Her türlü kültten kurtulmalı, yüzmeliyiz...