Yazı Dili ve Günlük Konuşma Dili Farklıdır
Edebiyatla haşır neşir olanlar bilir ki yazı dili ile halkın günlük konuşma dili arasında her zaman için fark vardır. Bu fark bilhassa şiir dilinde kendini iyiden iyiye belli eder. Aruz ölçüsünün hecelerin uzunluğu-kısalığı üzerine şekillenen yapısı, uzun ünlüden oldukça mahrum Türkçe kelimeleri şiirin musıkisi açısından geri plana itmiştir. Hâl böyleyken entelektüelin diliyle halkın dili arasında fark oluşur çünkü okumalar konuşma diline yansır. Osmanlı entelektüelinin yazı dili 17. yüzyıldan itibaren halkın günlük konuşma dilinden epey uzaklaşmıştır. Gitgide billurlaşan dil, 20. asrın başlarında Servet-i Fünûn edebiyatıyla büsbütün izole bir mecraya çekilmiştir. Nitekim halkı bilinçlendirme gayesi güden Tanzimat yazarlarından Ahmet Mithat Efendi, kendisinden sonraki bu nesli "Dekadanlık"la suçlamış ve dili kullanımlarını tenkit etmiştir.
Sadeleşme Arzusu Peşinde Bazı Gayretler
Osmanlı şairlerinin birçoğunun Türkçe içerisinde yoğun Arapça-Farsça kelime ve tamlama kullanmaları ilk olarak kendi içlerinden birtakım isimleri rahatsız etmiş ve henüz 16. yüzyılda Türk-i Basit veya Mahallileşme gibi akımları doğurmuştur. Türk-i Basit akımın varlığına dair tartışmalar olmakla beraber Fuad Köprülü’nün iddiasına göre oldukça sade yazmak isteyen bu şairlerin bugünden bakıldığında dönemin divan şiiri ortamında başarıya ulaştığı söylenemez. Tabiî bunu söylerken halk arasında akıp giden ve zamanla divan şiiriyle içli dışlı olan âşık ve tekke edebiyatlarını unutmamak lazım ancak bunlar Osmanlı yüksek zümresinde ana akım olmayıp zaman zaman ilgi gösterilen zevkler olarak kalmıştır. Osmanlı padişahları divan şairlerine gösterdikleri ilgi kadar olmasa da saz şairlerini de himayelerine alıp icralarını dinlemişlerdir; hemen hepsi tasavvufa yakın olmuşlardır. Nitekim Sultan 3. Murat’a ait aşağıdaki dizeler, tekke-tasavvuf edebiyatının güzel örneklerinden biridir:
Uyan ey gözlerim gafletten uyan
Uyan uykusu çok gözlerim uyan
Azrail’in kastı canadır inan
Uyan ey gözlerim gafletten uyan
Uyan uykusu çok gözlerim uyan
Görüldüğü üzere bugünün Türkçesinden hiç de farklı olmayan bir dille karşı karşıyayız. Aynı şekilde 18. asrın ünlü şairi Nedim’in dili genel olarak sadedir, son büyük divan şairi Şeyh Galip’in halk diliyle ve heceyle yazdığı örnekler de mevcuttur. Ancak "imparatorluklar çağı"nın şaşaa ve debdebesini yansıtmak maksadıyla oluşan iklimin tercih ettiği üslup elbette bundan farklıdır. Bahsi geçen olguyu zamanın ruhu bağlamında Batılı ve Doğulu çağdaşlarıyla birlikte değerlendirmek insaflı olacaktır. Çünkü aynı tarihlerde Fransız köylülerinin diliyle Racine'in Andromak'ının aynı dilde olduğunu zannetmiyorum. Klasik Osmanlı devrinin şiirini göstermek açısından Nefî'nin "Der Sitâyiş-i Sultan Murad Han-ı Râbî" (Sultan 4. Murat’ın Övgüsü) adlı kasidesinden örnek verilebilir. Burada aslında halka yabancı olan kelimeler değil, şiir formudur ancak bu konuya bir başka yazıda temas edeceğim:
Esdi nesîm-i nev-bahâr açıldı güller subh-dem
Açsın bizim de gönlümüz sâkî meded sun câm-ı Cem
Erdi yine ürd-i behişt oldu havâ anber-sirişt
Âlem behişt-ender-behişt her gûşe bir bağ-ı irem
Sadeleşme düşüncesinin ikinci atılımı Tanzimat’ın ilk devresine rastlar. Divan şiirini soyut ve hem halkın hem devletin esas derlerinden uzak olmakla eleştiren Tanzimat şairleri "sanat toplum içindir" düşüncesiyle toplumun meselelerini toplumun diliyle topluma anlatmak istemişler ancak içerikte yakaladıkları başarıyı dilde tam olarak yakalayamamışlardır. Yine de İbrahim Şinasî’nin atasözlerini derlediği "Durûb-ı Emsâl-i Osmaniye" adlı çalışması akim kalan bu iyi niyetli girişimin göstergelerinden biridir.
Tanzimat’ın getirdiği havayla Osmanlı padişahları da devlet yazışmalarında sadeleşmeye gidilmesini istemişler, Nihad Sami Banarlı’nın aktardığına göre Sultan 2. Abdülhamit bununla ilgili bir tamim yayımlamış ancak bürokrasinin hantal yapısı kendi kabuklarını kırmayı başaramamış, bunun için yeni bir ruh beklemiştir.
Genç Kalemler’le Gelen Başarı: Yeni Lisan
1911 yılına gelindiğinde Osmanlı İmparatorluğu içeride dışarıda zor bir durumdadır. Zorlukların müsebbibi görülen Sultan 2. Abdülhamit tahttan indirileli iki yıl olmuş, sansür kalkmış, yazar ve şairler halkı doğrudan ilgilendiren konulara temas etmeye başlamışlar ancak entelektüelle halkın dili arasındaki kalın duvar aşılamamıştır. İsbu esnada İttihat ve Terakki’nin merkezi Selanik’te Genç Kalemler dergisi etrafında Türkçeyi sadeleştirmeyi başaran Yeni Lisan hareketi doğmuştur. Türk edebiyatının büyük isimlerinden Ömer Seyfettin, Yeni Lisan adlı makalesinde dilde sadeleşmeye duyulan ihtiyacı son derece açık bir şekilde ifade etmiş ve devrin güçlü kalemi Ziya Gökalp’ın desteğiyle ciddî bir yol haritası çizerek bu işin üstesinden gelmişlerdir.
Yeni Lisan hareketine göre İstanbul halkının gündelik hayatta konuştuğu Türkçe edebî eserler ortaya koymaya yetecek güzelliktedir. Cağaloğlu’nun, Eminönü’nün, Karagümrük’ün Türkçesinin üzerine, onların kullanmayı gerek görmediği yabancı kelimeleri eklemeye gerek yoktur. Akımı ifade etmek açısından sipesifik olarak "bâb, dâr, kapı" kelimeleri üzerinde durulabilir. İlk kelime "bâb" Arapça kökenlidir, kapı demektir ve "Bâb-ı Âlî" (Yüce Kapı) gibi devlet dairelerini isimlendirmede kullanılmıştır. İkinci kelime "dâr" Farsça kökenlidir, o da kapı demektir ve "Dârü’l-Fünûn" (Bilimler Kapısı), "Dârü’l-Aceze" (Acizler Kapısı) gibi biraz daha sosyal devlet kurumlarını isimlendirmede kullanılmıştır. İşte Yeni Lisan hareketine göre, halkın kullandığı kapı varken ve yaygın olan buyken, diğer ikisini kullanmaya gerek yoktur. Ancak "aşk" gibi, "merdiven" gibi, "sandalye" gibi, "iskele" gibi artık halkın neredeyse tamamının kullandığı kelimeleri dilden atmaya lüzum yoktur çünkü halk bildiği için sadeleşmeye gerek kalmaz. Ziya Gökalp konuyla ilgili görüşlerini "Lisan" şiiriyle ifade etmiştir:
Güzel dil Türkçe bize,
Başka dil gece bize.
İstanbul konuşması
En sâf, en ince bize.
Lisanda sayılır öz
Herkesin bildiği söz;
Ma’nâsı anlaşılan
Lûgate atmadan göz.
Uydurma söz yapmayız,
Yapma yola sapmayız,
Türkçeleşmiş, Türkçedir;
Eski köke tapmayız.
Açık sözle kalmalı,
Fikre ışık salmalı;
Müterâdif sözlerden
Türkçesini almalı.
Yeni sözler gerekse,
Bunda da uy herkese,
Halkın söz yaratmada
Yollarını benimse.
Yap yaşayan Türkçeden,
Kimseyi incitmeden.
İstanbul'un Türkçesi
Zevkini olsun yeden.
Arapçaya meyletme,
İran'a da hiç gitme;
Tecvîdi halktan öğren,
Fasîhlerden işitme.
Gayrılı sözler emmeyiz,
Çocuk değil, memeyiz!
Birkaç dil yok Tûran'da,
Tek dilli bir kümeyiz.
Tûran'ın bir ili var
Ve yalnız bir dili var.
Başka dil var diyenin,
Başka bir emeli var.
Türklüğün vicdânı bir,
Dîni bir, vatanı bir;
Fakat hepsi ayrılır
Olmazsa lisânı bir.
Ömer Seyfettin ve Ziya Gökalp’ın dille ilgili düşünceleri kısa zamanda neredeyse bütün Türk ediplerini kendine çekmiş ve şiirde Faruk Nafiz, Orhan Seyfi, romanda ise Reşat Nuri, Halide Edip gibi isimleri ortaya çıkarmıştır. Esas dikkat çekici olan ise Yakup Kadri, Refik Halit, Ali Canip, Fuad Köprülü, Aka Gündüz, Emin Bülent gibi Fecr-i Âtî topluluğuna mensup birçok ismin edebiyat anlayışını ve daha da mühimi dili kullanımını kökten değiştirmiştir. Günümüz Türk edebiyatında kullanılan dil, bu hareketin neticesidir. Hatta o kadar büyük tesir uyandırmıştır ki son derece ağır dille yazan Halit Ziya, romanlarını kendi eliyle sadeleştirmiş; Tevfik Fikret, Yahyâ Kemâl gibi büyük isimler dahi şiirini Yeni Lisan’a yaklaştırmışlardır. Fikret’in bugün halka mal olmuş belki de tek şiiri “Han-ı Yağma” bu dönemin ürünüdür:
Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın giderayak!
Yarın bakarsınız söner bugün çıtırdayan ocak!
Bugünkü mideler kavi, bugünkü çorbalar sıcak,
Atıştırın, tıkıştırın, kapış kapış, çanak çanak...
Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
Görüldüğü üzere Yeni Lisan, yüzyıllar süren bir çekişmeyi sona erdirip edebiyatta mutedil hava yakalamayı başarmıştır. Böylece ne şair ve yazarlar dar bir kelime hazinesine sıkışmış ne de halk farklı telden çalan sazlara maruz kalmıştır.
Radikalleşen Bir Girişim: Dil Devrimi'nden "Öztürkçecilik"e
Cumhuriyet kurulduğunda Yeni Lisan hareketinin öncüleri, Cumhuriyet’in kurucuları arasındadır, yeni rejimin edebiyat dili de bu minval üzre ilerlemiştir. Cumhuriyet, dildeki anlayışı resmîleştirmek için 12 Temmuz 1932’de Türk Dili Tetkik Cemiyeti kurulmuş. Bugün Türk Dil Kurumu adını alan cemiyetin öncelikli maksadı bilimsel ve teknolojik gelişmeler ışığında ortaya çıkan yeniliklere Türkçe köklerden karşılık türetmek ve Türkçenin tarihini araştırmaktır. Maksat hasıl olmuş ve Yeni Lisan hareketinin tam olarak başaramadığı Türkçe kökten kelime türetme işini başarıyla ortaya koymaya başlamışlardır. Ancak kısa süre sonra cemiyetin mensuplarından bazılarında dili sadece yeni gelecek yabancı kelimelerden değil, yerleşik yabancı kelimelerin "boyunduruğundan" kurtarma fikri doğmuştur. Buna göre Yeni Lisan’ın "Türkçeleşmiş Türkçedir" mantığı reddedilmiş ve dildeki bütün kelimelerin Türkçe kökten türediği bir dil inşaa edilmeye çalışılmıştır. Mustafa Kemal Atatürk de dil kurmaylarının bu fikrini desteklemiş ve buna binaen geometri terimlerini Türkçeleştirdiği bir yazmıştır. Arapça "selâse" (üç) kökünden müfa’al kalıbıyla türeyen "müselles" yerine Türkçe kökten türeyen üçgen kullanılmaya başlanmıştır.
Dilde özleşme Atatürk’ün bizzat tatbik ettiği şekilde yabancı tınıya sahip yerleşik kelimelerin yerine Türkçe kökten türeyen terimleri koymakla sınırlı kalsa belki başarılı olunabilirdi ancak Türkler göçebe bozkır kavmiyken bile dillerinde bir şekilde yabancı kelimeler olduğu düşünülürse istisnasız bütün yabancı kelimeleri atmaya çalışmak, Türkçemizde havanda su dövmek, boşa kürek çekmek gibi güzide deyimlerle ifade edilmiştir. Bu uygulamanın "vazife görmek"teki vazifeyi atıp yerine "gör-" yarımcı fiil kökünden görev, "tesir etmek"teki tesiri atıp yerine "et-" yardımcı fiil kökünden etki, "şart komak"taki şartı atıp yerine "koş-" yardımcı fiil kökünden koşul gibi türetmede anlam bilimine ters ama bugün artık yerleşmiş örnekleri olsa da "aşk" kelimesini Arapça olduğu için dilden atıp yerine "sevi"yi ikame etmeye çalışmak gibi başarısız olan radikal girişimleri de vardır.
Atatürk'ün Öztürkçecilikten Vazgeçişi ve Güneş-Dil Teorisi
1934’te İsveç Veliahdı Prens Güstav Adolf şerefine Çankaya Köşkü’nde verilen ziyafette Atatürk’ün veliaht prense hoş geldin konuşması Baki’nin Sultan Süleyman Mersiyesi’nin ilk beyiti kadar halk diline uzaktır:
"Avrupa’nın iki bitim ucunda yerlerini berkiten uluslarımız, ataç özlüklerinin tüm ıssıları olarak baysak, önürme, uygunluk kıldacıları olmuş bulunuyorlar; onlar bugün en güzel utkuyu kazanmaya anıklanıyorlar; baysal utkusu."
Nitekim tercümanın çeviremediği bu ifadeleri görünce Atatürk dudak bükmüş ve Falih Rıfkı’nın ifadesiyle dili bu girdiği çıkmazdan kurtarmak için doğal yola dönülmüştür. Bu esnada Hermann Kvergic adlı Avusturyalı filolog, Türkçenin dünya dillerinin atası olabileceğini düşündüğü Güneş-Dil Teorisi’ni ortaya atmış ve dönemin Türk Dil Kurumu da bu teoriyi benimsemiştir. Dünya dillerinin atası Türkçe olduğuna göre böylece bütün kelimeler Türkçeden doğmaktadır, bundan dolayı dilden kelime atmaya gerek yoktur. Bundan sonra Atatürk’ün dilde yerleşik olan yabancı kelimeleri kullandığı görülmektedir:
“Dil bayramı münâsebetiyle, Türk Dil Kurumu’nun hakkımdaki duygularını bildiren telgraflarınızdan çok mütehassis oldum. Teşekkür eder, değerli çalışmanızda muvaffakiyetinizin temâdisini dilerim.”
Sağ-Sol Çatışması Ekseninde Öztürkçecilik
Öztürkçecilik hareketi Atatürk’ün ölümünden sonra İsmet İnönü devrinde tekrar gündeme gelmiştir ve bu sefer 1932-34 yılları arasındaki kısa denemeden çok daha uzun süren ve artık kullanan insanın siyasî görüşünü ortaya koyan kisveye bürünmüştür. Okuyanlar Hüseyin Nihal Atsız’ın Z Vitamini kitabında bu konuyla alay ettiğini hatırlayacaktır. 40’larda hız verilen Öztürkçecilik hareketi 50-60 arasındaki hükümet katında devre dışı kalsa da artık İsmet Paşa taraftarları bu üsluba ısınmaya başlamışlardı. Nitekim Paşa’nın "ortanın solu" söyleminin neticesinde CHP ve ondan doğan sol, Öztürkçeci jargonu temsil etmiştir. Bilhassa Bülent Ecevit konuşmalarında kelime tercihlerine çok dikkat eder ve mümkün olduğunca "Öztürkçe" kelimeleri kullanmaya çalışır. Bülent Bey bir yana, birçok hareketiyle gayr-i Türk olan komünist hareketler de enteresan bir şekilde dil meselesinde Öztürkçecidirler. Hâl böyleyken sağ ile sol arasında sokağa yansıyan kavga dile de yansımış ve sağ gelenek daha çok Yeni Lisan hareketinin yolunu izlerken, sol gelenek İsmet Paşa’nın çizgisini devam ettirmiştir. Emine Işınsu 70’lerin başlarındaki silahlı sağ sol çatışmalarını anlattığı Sancı kitabında siyasî tarafların kelime tercihlerini çok iyi vurgulamıştır.
Tarafların körüklediği bu kavgaya elbette yazar şair ve akademisyenler de katılmıştır. Öztürkçecilerin başını Nurullah Ataç çekerken, Yeni Lisancılar Peyami Safa, Nihad Sami Banarlı, Mehmet Kaplan gibi isimler etrafında toplanmışlardır. Bugün de Dil Devrimi meselesi Harf İnkılâbı ile birlikte karıştırılarak ya "dilimiz değiştirildi" sığlığında ya da "Cumhuriyet’ten önce Arapça konuşuluyordu" cahilliğinde sıkışıp kalmış durumda ve maalesef hâlâ ülkenin enerjisini emmekte, gündemi saptırma aracı olmakta.
Kaynaklar
Faruk K. Timurtaş; Türkçemiz ve Uydurmacılık.
Faruk K. Timurtaş; Uydurma Olan ve Olmayan Yeni Kelimeler Sözlüğü.
Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri: İsveç Kralı ve Türkiye İsveç İlişkileri Hakkında Hakkında Konuşma
Mehmet Kaplan; Kültür ve Dil.
Necmettin Hacıeminoğlu; Türkçenin Karanlık Günleri.
Nihad Sami Banarlı; “Dil İnkılâbından 28 Yıl Sonra”, Türkçenin Sırları.
Peyami Safa; Objektif 1: Osmanlıca, Türkçe, Uydurmaca.
Refik Halit Karay; Türkçenin Tadı ve Âhengi.
Walter J. Ong; Sözlü ve Yazılı Kültür.
Göksel Gökçe'nin "Harf İnkılabı" başlıklı yazısını okumak için tıklayınız.