"Onlar kalabalık, biz yükseğiz" vecizi, Harold Bloom'un aynı adlı eleştiri yazısında belirttiği üzere, Termofil Savaşı'ndaki Spartalı komutana aittir.* Kautilya'dan Schmitt'e uzanan siyasî literatürdeki o köklü ayrımın (dost ve düşman) bir ifadesi olan bu veciz, mücadelemizdeki birçok noktayı vurguluyor.
Teoride, yani düşünsel düzlemde bile sınırı kesin çizilemez olan dost-düşman ayrımına pratikte itimat etmek mecburiyetindeyiz. Öyle bir itimat ki bu; savaş meydanındaki (siyasî arena da denir sık sık) hainlerin, döneklerin, ürkeklerin ve ılımlıların varlığına karşı hem de. Zira eylem sahası, ne kürsü nutuklarına alkış tutmaktan elleri acıyan kitlelerin doldurduğu salonlara ne de kafası çalışan birkaç kişinin fikir teatisinde bulunduğu loş mekânlara benzer. Sırtını dayamaksızın uzun süre ayakta duramazsın, sallanır ve tökezler; devrilirsin. Hâl böyle olunca safların belirginlik kazanmasına ihtiyaç duyulur – ki en azından sırtını yaslayabileceğin bir dost, dost kabûlü olsun. Elbet bizim de dostlarımız var, yeminli birer muhalif olarak ve "şûrezâr-ı kalbimizi kinimizle süsleyerek", birlikte uzlaşmaz bir tavır sergilediğimiz dostlarımız. Biliyoruz; bayağı bir nezaket furyasına kapılıp hasımlarımızın elini sıkarsak aslında onların dostlarına da tebessüm dağıtmış olacağız. Tebessüm bir sadaka ise zulüm erbâbına bunu sunmak, hakkı yenen Türk milletine ikiyüzlülük yapmak demektir. Sivriyiz, sırtımıza vurulan kamçının ucu gibi. Dost saydıklarımız aslında bizim kim olduğumuzu imliyorsa işte cevap: Her şeyi kendinden bekleyen ve bugünün iktidarına dün olduğu gibi huruc alessultan eyleyen muhalif Türk milliyetçileri tek saftır.
Düşmanlar ise şimdi yığın yığın: On sekiz yıl önce iktidara taşınmış zorbalığın samimi inananları, zorbalığın baş mümessili olan şahsın ve onu çevreleyen ilk sıra şövalyelerinin ateşli taraftarları, iktidarın hesap vermez gücünden faydalanan ve pay alan ikinci kuşak, kendi şahsî ve muhterem zorbalıklarını daha kudretli bir ideolojik zorbalığa kanalize edenler, uzun süre karanlıkta kaldıkları için ucuz bir ampulün sahte ve cılız ışığını cumhuriyetin balçıkla sıvanmaz güneşine yeğleyenler, istibdadın zehrinden menfaat damıtanlar ve türevleri...
"Düşman geldi tabur tabur dizildi..." Biz yine de yükseğiz. Yüksekliğimizi borçlu olduğumuz sebep ise en temelde zorbalığa başkaldırmış olmamızdır. Bu, başlı başına yüksekliğimizin payandasıdır. Söz konusu yüksek seciyeden taviz verip aşağılara dalmak isteyenler de dikkat etmeli, Cumhuriyet'in ölmez nigâhbanlığından istibdadın emir kulluğuna geçiş yapabilirler. Malûmun ilâmı, oldukça basit bir ön kabûl sunuyoruz: İktidara sahip olan müstebit güruhun her söylemi, eylemi ve düşüncesi karşı çıkılasıdır; çünkü onların yapıp etmeleri ve yapmak istedikleri despotçadır, ya yaptıkları yanlıştır ya da yapma usûlleri öyledir.
Bugün Türkiye'de, basının ve halkın karşısında demokrasi şampiyonu pozu kesmek moda. Meclis lokantasının menüsünde günde üç öğün demokrasi var. Nevrotik ve megaloman siyasetçiler ise her ne kadar tadından hoşlanmasalar da karınlarını tıka basa demokrasiyle dolduruyor ve halkın karşısına geçtiklerinde hazımsızlıktan kıvranıyor. Bilinir ki demokrasi kullanışlı, çok amaçlı bir meşruiyet aparatıdır. Bu aparatın, demokrasinin, bir baskı ve sindirme mekanizmasına eklemlenmesi oldukça grotesk bir görünüm sunar ve toplumu zapt ederek yaşamın en mahrem alanlarına bile sirayet eder. Macar şair Gyula İllyés, "Zorbalık Üstüne" şiirinde, zorbalığın hâkim olduğu yerde "nasılsın" sorusunun bile zorbalık içerdiğini belirtir. Bugün Türkiye'de, beceriksiz ve tarafgir bir sağlık bakanının açıklamasından tutun her bir söyleme, eyleme, düşünceye kadar zorbalık/tahakküm/istibdat sinmiştir.
Hülâsa tam karşısında konumlandığımız bir iktidarın varlığına karşı, hâlâ mevcudiyetini koruyan bir hürlük havasından bahsedebiliyorsak –işte bu,– uzlaşmaz muhalefet sayesindedir.
“Siz bir taraf, biz bir taraf"
Celalettin Durak
* Bloom'un yazısını okumak isterseniz, TamgaTürk'te Bahadırhan Dinçaslan çevirisiyle mevcut.