Ülkede herkes başımıza gelenlere bir “anlam” vermek için elinden geleni yapıyor; kendi meşrebine, inancına veya ideolojisine bağlı olarak, ya da (dümdüz söylemek gerekirse) cehaletinden güç alarak virüsü bir yerlere bağlıyor. En kalabalık grup olmasını beklediğimiz “bu bize Allah’tan bir cezadır” korosu, umreden gelenler yüzünden neredeyse tamamen sessiz, Çin’in/Batı’nın/ABD’nin ve hatta “onların” bir oyunu diyenler yükselişte. Nevzuhur bir grup olan yeşiller “dünya/doğa bizden intikamını alıyor” adlı eseriyle hızla yükseliyor. Teknofiller “5G yüzünden” adlı teoriyi piyasaya sürmek için çok sıkı çalışıyorlar. Nispeten daha elit bir grup ise “hiçbir şey aynı olmayacak” derken bilmiş bilmiş sırıtıyor, bir bildikleri olduğunu ama bizim anlamayacağımızı düşünüyorlar.
Ben şahsen yıllardır komplo teorilerine uzaktan bakarım, onları okuyup eğlenirim ama kapılıp gitmeye başladığımda kendimi durdurmayı beceririm. Çünkü çok net bir kriterim vardır: “Cumhuriyet savcısı olsa ne derdi?”
Evet, Dövüş Kulübü filminden çaldım mottomu, ama bana gayet anlamlı geliyor ve kafamı pırıl pırıl tutuyor.
“Abi” diyorlar, “bilmemkimi öldürmüşler. Arkasında X var, kesin!”
“Nereden biliyorsun?”
“Abi onun işine yaradı bu ölüm, her şey gün gibi ortada işte!”
“Cumhuriyet savcısı olsa ne derdi?”
Çok polisiye okumama rağmen bir savcı neye benzer pek az bilirim, hangi konuda nasıl dava açacağını söylemek de bana düşmez. Ama “bir olay kimin işine yaradıysa kesin o yapmıştır” gibi bir teoriyle savcının kapısını bile çalamazsınız, orası kesin. Kanıt ister, tanık ister, zorla alınmamış itiraf ister – gerekçeyi, fırsatı, yöntemi ortaya koyabilmek gerekir.
Günümüzde “mükemmel komplo” kurmak pek nadiren başarılabilecek bir durumdur, mutlaka birileri konuşur, bir yerde hata yapılır, bir kameraya yakalanılır. Açığa çıkmayan komplolar yoktur demiyorum, ama o kadar azdır ki kabil-i ihmal desek başımız ağrımaz.
Peki, neden başımıza gelenleri asla ispatlanamayan ama gerçekliğinden kesin emin olduğumuz komplolarla açıklamaya bu kadar meraklıyız millet olarak?
Bunun basit cevabı; yaratılan düşünce iklimidir. Reis ve şürekâsı tarafından, özellikle Gezi Olayları sonrasında masaya sürülen “faiz lobisi” ile her şeyi açıklama kolaycılığının her alana sirayet etmesidir. Basitçe etki-tepki ile açıklayamadığı her şeyde suçu atacak birilerini arayan zihniyettir.
Gezi örneğinden gidelim, Gezi Olayları bir nevi kara kuğu idi (daha önce de kullandım bu benzetmeyi, Google abiye sordunuz mu neymiş diye). Daha önce ülke tarihinde benzeri yaşanmamıştı, bu kadar heterodoks grubun bir araya geldiği, birlikte tepki verdiği ve birkaç saat içinde dağılmak yerine günlerce sabırla, inatla direndiği hiç olmamıştı. Polis bir yerde dağıtsa başka yerde toplanıyorlardı, polisin her önlemine karşı önlemler geliştiriyorlardı, inatla birbirlerine düşmüyorlardı. Bunu gören iktidar, “bu kadar farklı insanları kendimize karşı birleşmeye nasıl zorladık?” demek ve buna dair bir cevap geliştirmeye çalışmadı, çünkü bu çok zordu ve az da olsa öz-eleştiri gerektiriyordu. Bunun yerine “bunlar bu kadar organize olamazlar, demek ki birileri bunları önceden planladı, şu anda da komuta ediyor” demeyi tercih etti. Kimin yaptığı belli değil! Neden yaptığı belli değil! Nasıl yaptığı belli değil! Varsa böylesi bir organizasyonun o güne kadar (enişteye bile duyurmadan) nasıl saklandığı belli değil!
Bir tane tanık yok, bir tane fotoğraf yok, bir tane telefon konuşması yok, bir tane e-posta yok, bir tane banka dekontu yok. Savcıların kapısını aşındırdılar, sonunda dava açtırdılar (nasıl bilmiyorum, anlamıyorum), davalarda herkes beraat etti.
Yine de, hiç utanmadan bunun hükümete yönelik bir komplo olduğunu ileri sürmeye devam ettiler. Hatta gitgide seslerini yükselttiler ve kendi kitleleriyle birlikte bu konuda bir tabu bile inşa ettiler. Kendine AKP cemaatinde yer bulmak isteyen kimse “Gezi bir hak arayış denemesiydi!” diyemez bugün. İşte iklim dediğim bu tam olarak; kendi kafalarındaki doğruları, çıkarımları veya akıl yürütmeleri gerçek olarak sunmak!
Amma ve lakin, her şeyin bir anlamı olması gerektiğine dair düşüncenin, hatta inanışın çok daha derin nedenleri olduğunu da göz ardı edemeyiz.
Bu inanış bana göre, hayatında bir anlam olmasını isteyen, hayatında bir anlam olmazsa kendini boşlukta hissedecek insanların ortak yanılgısının bir tezahürüdür. Bir filozof olmasam da açıklamaya çalışayım; insanlar genelde varlıklarının, hayatlarının bir anlamı, bir gerekçesi (ve dolayısıyla bir değeri) olsun isterler, bu nedenle de kendi varoluşlarının bir anlamı olduğuna inanırlar. Kendilerinin bir anlamı olabilmesi için tüm dünyanın, içinde bulundukları yaşamın bir anlamı olmalıdır. Her şey bir düzen içinde cereyan etmeli, olup biten her şeyin de bir anlamı olmalıdır. Rasgelelik, şans, tesadüf, kaos; adına ne derseniz deyin, sebepsizlik (ya da tek ve anlamlı bir sebep olmaması) bu anlam arayışını yıkıma uğratır, felç eder. Çok büyük, kavranamayacak kadar karmaşık bir sistemin (evren gibi veya ekonomi gibi) içindeki tek bir sebebe bağlanamayan olaylara bir sebep bulamazlarsa kendi anlam teorileri çöktüğü gibi, kendi anlamları da sorgulanır hale gelir.
Din, bu sorunu çözmenin en kolay yoludur. İnanıyorsanız, başınıza gelene kader der geçersiniz, tedbirinizi alır ve sonra tevekkülle karşılarsınız olup biteni. Ama elbette bu Ortaçağ’a kadar geçerliydi. Bütün bir Rönesans ve Aydınlanma dönemini bir cümlede özetlersek, evrende her şeyin bir anlamı, bir sebebi vardır ve her şey bir düzen içinde yürür. Yeterince şey bilirsek bu düzeni çözebilir, formüle edebilir ve hesaplayabiliriz. Tanrı’ya inanıyorsak bu Tanrı’nın en büyük mucizesi, inanmıyorsak Doğa adlı annemizin şaşmaz dengesidir.
Buna inanmak insanı rahatlatır ve her insan hâlâ bu bilgileri vazeden bir dünyaya doğar. Bebekken izlediğimiz çizgi filmlerden anne babaların terbiye sistemine, okullardaki eğitime kadar her şey bize her şeyin bir sebebi, her suçun bir suçlusu olduğunu söyler. Newton fiziğinin, lineer mantığın yansımalarını hayatımızın tümünde sürekli olarak görürüz, benimseriz, içselleştiririz. Her şeyin bir sebebinin olduğunu bilmek bizi rahatlatır, dünyamıza bir anlam verir (eğer var isem, bunun bir sebebi, dolayısıyla bir anlamı olmalı, öyle ya).
İşte bence her şeyin bir nedeni, bir anlamı olması gerektiğine dair bu anlayış, bir gün bir yerde bir virüs ortaya çıkıp insanlara bulaşınca huzursuz olur. Bugün itibarıyla 1,7 milyon insana bulaşan, 100 binden fazla can alan böylesi bir pandeminin sebebi birilerinin yarasa çorbası yapması olamaz! Demek ki daha derin bir neden, bir anlam vardır ama biz göremiyoruzdur. Buna inanmak, bütün bir dünya algısını değiştirmekten daha kolaydır. Amerika’da bir tayfun oluşuyorsa, bunun nedeni yağmur ormanlarında kanat çırpan bir kelebek olamaz, o zaman kesin HAARP’tır.
HAFTAYA: Kaos teorisi bu evren algısını nasıl alt üst eder? Heisenberg’in arkasında hangi güçler var?
Erkin Çam