1961 yılı olmalı. Demek ki 55 yıl önce. Gençlere göre galiba uzun bir ömür. Bana göre?... Her hâlde daha göreceğimiz şeyler var diye düşünüyorum. İyi şeyler. Ülkemizin aydınlıklara doğru kanatlanan mutlu bir geleceği. İskender de ben de mutlaka böyle bir geleceği görmeliyiz. O hâlde 55 yılı kısa bir ömür olarak da düşünebilirim.
1961 yılı olmalı. İzmir’in Basmane semtinde, Altınordu Parkı’nın başında bir kahvehanenin üst katı. Geniş bir salon. Türk Ocakları’nın İzmir Şubesi bu salonda faaliyet gösteriyor. Şube başkanı ilkokul öğretmeni Kemal Fedai Coşkuner. Heyecanlı ve ateşli bir Türk milliyetçisi. Ocağın büyükleri… Mali müşavir Hüsamettin Gülcür. Sakin, okuduklarını hazmetmiş, yavaş fakat derinden konuşan ve gençleri etkileyen Türkçü ağabeyimiz. Kibar ve güleç yüzlü Mesut Kahratlı. Şen şakrak iki arkadaş Ruhi Cebeci ve Özer Hiçyılmaz. Biri şair, biri ressam. Türkçü söylemlerine sık sık neşeli kahkahalar eşlik ediyor. Bir başka öğretmen: Kemal Fedai’nin arkadaşı ve onun gibi Köy Enstitüsü mezunu İsmail Hakkı Acar. Ve bir eczacı büyüğümüz. Haftalık Adalet gazetesinin ateşli yazarı Halil Tireli. Ve ilk Kazak yüzümüz Hasan Oraltay. Orhun vadisinden çıkmış bir Göktürk gibi. Uzun boylu ve yakışıklı. Efsane lider Ali Bek Hakim’in oğlu.
Ve liseli gençler. Atatürk Lisesi’nin iki yıldız öğrencisi. Özer Ağabeyin kardeşi Muzaffer Hiçyılmaz ile İskender Öksüz. Akranlarım olan bu iki gençten hangisi daha zeki diye düşünüyorum sık sık. İskender, Amerikan Kütüphanesi’nde de çalışıyor ve daha o zaman çok iyi İngilizce biliyor. Kuyumcu Ömer Işık ve Karşıyakalı Hasan Kalaycıoğlu. Hüsamettin Ağabey, Ömer’in kuyumcu dükkânına sık sık uğruyor. Gerekli işlem yapılmış, Ömer’in hücrelerine girilmiştir. Galiba Hasan Kalaycıoğlu da aynı işlemden geçmişti. Hareketli ve sevimli Hasan’ın ocağa alıştırdığı Motor Teknik Yüksek Okulu öğrencileri ile gençler kadrosu çoğalıyor.
Türkçülük, Yahya Kemal, Namık Kemal tartışılıyor. Anadoluculuk mu Turancılık mı? Atsız’ı zaten biliyoruz. Hüsamettin Ağabeyin telkinleriyle Nurettin Topçu’nun kitaplarını da okuyoruz. Karar vereceksek ikisini de bilmeliyiz. Konuşuyoruz, tartışıyoruz ve karar veriyoruz: Bizler Turancıyız. Hüsamettin Ağabey, bilerek ve tartışarak bir hükme varmak daha kalıcı olur diye düşünüyor. O bizim ilk mütefekkir mürşidimiz. O zamanın tenha İzmir’inde nice geceler Basmane’den Konak’a doğru konuşarak, tartışarak, arada bir durup fikirleri içimize sindirerek yürüdüğümüzü hatırlıyorum. Hüsamettin Ağabey, İskender ve ben. Bazen de birkaç arkadaşımız daha.
Namık Kemal tartışmasında Gülcür ve Coşkuner karşı karşıya. Tartışmalarını dinliyoruz. Kemal Fedai heyecanlı, Hüsamettin Gülcür sakin. Tane tane konuşuyor. Sonra biz gençler, İskender, Muzaffer ve ben, onların tartışmalarını değerlendiriyoruz. Tabii gönlümüz hep Hüsamettin Ağabeyden yana. Namık Kemal büyük bir vatansever ama henüz… Zamanın şartlarını hesaba katmayı çok sonra öğreneceğiz.
Heyecanlarımız da var elbette. Maarif sistemimizin öğretmediği marşları ocakta öğreniyoruz. Harbiye Marşı, İzmir’in dağlarında çiçekler açar… Hepimiz birer bozkurduz ve ocak salonunda seslerimiz yankılanıyor.
Bir ara gizliliğin cazibesine kapılıyoruz. Sisteme itiraz eden aykırılarız ya biz, Pazar günleri gizlice toplanıyoruz. İkbal sinemasının yanındaki sokakta, Hasan Kalaycıoğlu’nun araba malzemesi satan dükkânında. Gizli gizli Siyon protokollerini okuyoruz. Protokoller, Makyavel’in Prens’i gibi. Yahudilerin gizli siyasetnamesi. Bu eserdeki usulleri uygulayarak dünyayı idare ettiklerine inanıyoruz. Biz de dünyayı idare etmeye kalkıştığımıza göre bu kitaptaki usulleri iyice sindirmeliyiz. Her hafta bir bölümünü okuyup iyice hazmediyoruz. Toplantıyı İskender idare ediyor. Fakat bir şartı var: Disiplin. Bunun için de hepimize disiplin ruhu verecek olan bir yazıyı okumalıyız. Önce o yazıyı okumalı, sonra protokollere geçmeliyiz. Yazıyı da İskender tespit ediyor: Atsız’ın Otuz Ağustos ve Türk Ordusu. Yazı, Millî Yol dergisinin 31 Ağustos 1962 tarihli sayısında çıktığına göre bizim gizli toplantılarımız 1962’nin güz aylarında olmalı. Demek ki biz İzmir’in Türkçü gençleri, kim bilir kaç hafta her Pazar günü, hep birlikte 30 Ağustos ve Türk Ordusu yazısını okumuşuz.
O sıralarda birkaç eylemimiz de var. Adalet gazetesinde ateşli yazılar yazan genç bir kız arkadaşımız, Kemeraltı Caddesi’nin Konak’a yakın köşesindeki bir bayiden ahlaksız resimler basan bir dergiyi alıp parçalamaya ve yüksek sesle protesto etmeye başlıyor. Biz de tesadüfen oradan geçiyormuş havalarındayız. Kız arkadaşımıza destek veriyoruz; bravo diyerek alkışlıyoruz. Tabii protestoya başka katılanlar da oluyor. Köy enstitüleriyle ilgili bir açık oturumda solcular, bizim hatibimiz Kemal Fedai’ye saldırıyorlar. Bir anda salon karışıyor. Hep birlikte toplantıyı terk ediyoruz. İkbal sinemasında oynayan Yılanların Öcü filmini de protesto edecektik ama bir anda çevremizin sivil polislerle sarılı olduğunu fark ediyoruz. Acemi eylemcilerdik. "İskender merhaba!", "Ahmet sen de mi buradasın?" diye yüksek sesle birbirimize bağırarak kendimizi açığa çıkarmıştık.
Sadece sistem aykırı bulmuyordu bizi. Bir süre sonra Türk Ocağı İzmir yönetimi de bizi aykırı buldu. Biz sivri gençlerdik, “şaman” suçlamasıyla ocaktan atıldık. Olsun varsın, işte Türkçüler Derneği kurulmuştu. Millî Yol dergisinden takip ediyorduk. Hüsamettin Gülcür’ün başkanlığında İzmir Türkçüler Derneği’ni kurduk. Her hafta Millî Yol dergisini heyecanla takip ediyoruz. Hele Atsız’ın yazısı varsa… İsmet Tümtürk’ün, Nejdet Sançar’ın, Zeki Sofuoğlu’nun yazılarını bir hamlede okuyorduk. Fakat o kıdemli Türkçülerin arasına İzmir’den genç bir Türkçü de katılmıştı: İskender Öksüz. Onun birkaç yazısı eski ve tecrübeli bir yazarmış gibi dergide yer almıştı. İzmirli Türkçü gençler olarak bundan ne kadar da gururlanmıştık! Bir de Son Havadis gazetesinde Gökhan Evliyaoğlu ile Peyami Safa’yı her gün merakla okuyorduk. Gökhan Evliyaoğlu’nun, İskender’in bir mektubuna da yer vermesi o günlerde bizi gururlandıran diğer bir olaydı.
Nejdet Sançar’ın İzmir’de konferans verdiği gün de çok heyecanlıydık. 1963 yılı olabilir. Galiba konferans, Türkiye Komünizmle Mücadele Derneği’nin Kemeraltı’ndaki salonunda verilmişti. Konferanstan sonra Sançar’ın etrafını sarmış, sorularımızla kendisini epeyi yormuştuk. Fakat İskender bununla da yetinmedi. Nejdet Hoca, Avukat İhsan Koloğlu’nun misafiriydi ve İskender her nasılsa Koloğlu’nun Karşıyaka’daki evini öğrenmişti. Geceleyin eve baskın yaptık. Öyle meraklı gençlerdik işte. Meraklı ve atılgan. Ama en meraklımız galiba İskender’di.
Sonra birbirimizi kaybettik. 1963 Güz’ünde ben İstanbul’a gittim. Türkoloji öğrencisi oldum. İskender, 1962’de başlamış olmalı, Ege Üniversitesi’nde kimya tahsil etti; 1966’da ABD’ye gitti. İki üç yıllık parlak bir lisans üstü öğrenimden sonra, 1969’da Yale’den doktor unvanını alarak vatana döndü. 1968-1981 arasında Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak çalıştı. O hadiseli günlerde rektör vekilliği dahi yaptı.
İskender vatana döndüğü zaman ben Erzurum’da idim. Atatürk Üniversitesi’nde Türk dili asistanı olarak görev yapıyordum. Ara sıra mektuplaştık. Kendisine Türkçüler Derneği kurucularından İzzet Yolalan’ın kızı Bilge Yolalan ile evlendiğimi, "senin anlayacağın Türkçülere karıştık işte" diye haber vermişim. İskender bu ifademi hatırladıkça güler.
1971’de Töre macerası başladı. Ben de Hacettepe Üniversitesi’ne geçtim ve yine birleştik. Ama o da ne? İskender’in Töre’de bir yazısı çıkıyor. Lirik mi desem, santimantal mı desem… Şiir gibi bir yazı işte. Fakat ben bir metin tahlilcisi, bir satır altı okuyucusuyum ya, yazıya sindirilmiş Işınsu ilgisini fark ediyorum. Nitekim birkaç ay sonra evleniyorlar. Işınsu ve İskender’in ellerinde büyüyor Töre. Döneminin önemli bir fikir ve sanat dergisi oluyor. Erol Güngör’ü gerçek anlamıyla Töre’deki yazılarıyla tanıdık. Yol dergisinden de biliyorduk ama oradaki yazıları daha çok Marksizm’in tenkidi üzerineydi. Töre’de bir sosyolog, bir kültür bilimcisi olarak keşfettik Erol Beyi. Necmettin Hacıeminoğlu benim hocamdı ama fikir yazılarıyla Töre’de onu daha iyi tanıdım. Mustafa Kafalı Irak ve İran Türklüğünü anlatıyordu. Mehmet Eröz ağabeyim Alevi Türklüğü için âdeta çırpınıyordu. Erzurum’da oda arkadaşımdı, ben çok iyi tanıyordum ama milliyetçi kamu oyu Yetik Ozan’ı (Turgut Günay’ı) şair olarak Töre’de tanıdı. Daha kimler ve kimler… Fakat bu bir Töre dergisi yazısı değil ki… İleride Töre’nin tarihini kaleme alacak olanlar, bütün bu fikir ve sanat adamlarını Işınsu ve İskender Öksüz’ün bir araya getirdiğini elbette yazacaklardır. Daha kıdemlilerden Reha Oğuz Türkkan, Tarık Buğra, Mehmet Çınarlı da Töre’de yazmışlardı.
Töre’nin bir yazarı daha vardı: Ayhan Tuğcugil. Her ay dergide fikir sistemini örüyordu. Gökalp’tan sonra, Sadri Maksudi’den sonra milliyetçiliği bir sistem olarak ele alan pek olmamıştı. Tuğcugil şimdi bu işi yapıyordu. Onun fen bilimlerinden gelen sistemleştirici kafası şimdi sosyal bir alanı da sistemleştirmeye çalışıyordu. Tuğcugil’in sistem dizisi başlayınca kendi hesabıma her ay Töre’yi iple çeker olmuştum. Ben bir dil bilimciydim, dil yazıları kaleme alıyordum ama dil meselesinin bu kadar sistemli bir şekilde bir fikir sistemine yerleştirilebileceğini düşünemiyordum. Tuğcugil’in İskender Öksüz olduğunu biz biliyorduk fakat geniş kamu oyu bilmiyordu. Onun ilk ana eseri, Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi böyle doğdu. Kendisi de gençliğinden beri milliyetçiliği sistemleştirmeye çalışan Reha Oğuz’un bu eseri heyecanla karşıladığını biliyorum. Töre’de bunu yazmıştı; her karşılaşmamızda da bunu heyecanla ifade etmekten âdeta zevk alıyordu. Türk milliyetçilik tarihinin başta gelen eserleri arasında yer aldığına inandığım Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi, hele o günlerin havasında bir ışık gibi parlamış, ruhlarımızı heyecanlandırmış, beyinlerimizi zenginleştirmişti.
Töre için ayda birkaç defa toplanıyoruz. Mehmet Önal, Peyami ve Aynur Çelikcan, Meriç Coşkun, Osman Çakır, Murat Bardakçı gibi gençler de toplantılara katılıyorlar. Hem fikren yetişiyorlar, hem de derginin mutfağını hazırlıyorlar. Murat daha o zaman bir entelektüel. Türk musikisinin teorisini biliyor, Osmanlı metinlerini okuyor. Şair sesli Yağmur Tunalı, Töre’nin ve Öksüz ailesinin bir ferdi gibi. Ve hâlâ öyle.
1970’ler ölüm kalım mücadelelerinin yapıldığı yıllardı ama fikirsiz ve sanatsız değildi. Bazen bizim evde, ama daha çok Öksüz ailesinin evinde sık sık bir araya geliyoruz. Işınsu’nun Galip dediği, bizim Galip Abi dediğimiz Galip Erdem’le zenginleşiyor; bazen uzak hayallere dalıyoruz. Sadi Somuncuoğlu ile ayaklarımız yere basıyor. İbrahim Metin ile neşeleniyoruz. Endişeli günlerimiz, sevinçli günlerimiz oluyor. Abdi İpekçi’nin vurulduğu haberi geldiğinde yine oradaydık ve ne kadar üzülmüş, endişelenmiştik.
12 Eylül bir balyoz gibi inmişti tepemize. Ülkücüler birer birer toplanmış, zindanlara atılmıştı. Türkeş ve Milliyetçi Hareket Partisi’nin ileri gelenleri Dil Okulu’na konmuştu. Ne yapabilirdik, ne yapmalıydık, bunları konuşuyorduk. İçeride olan bazı arkadaşlarımızın ailelerini ziyaret ediyorduk. Galip Erdem âdeta Hızır olmuş, her yere yetişmeye çalışıyordu. Hepimizden "mektup" topluyordu. Öğretim üyeleri olarak darbecilerin başını ziyaret edelim diye düşündük. Ankara’dan bir İskender bir de ben vardık. İki kişi kalınca tabii ki böyle bir ziyaret olmadı. Oturup darbecilerin başına birer mektup yazdık.
1981’de Öksüz ailesi Suudi Arabistan’a gitti. İskender oradaki bir üniversitede altı yıl öğretim üyeliği yaptı. Töre’nin sahipliğini Yaşar Eşmekaya’ya bırakmışlardı. Derginin hazırlanması bize kalmıştı. Muhtar Tevfikoğlu da aramıza katılmıştı ve dergiyi dört yıl daha çıkarmayı başarmıştık. Ama İskender ve Işınsu yoktu ve her hâlde Töre artık eski havasında değildi.
Dostlarımız 1987 yılında döndü ve tekrar buluştuk. Töre artık yoktu ve eskisi kadar çok bir araya gelemiyorduk. Türkiye’nin siyaseti bir tuhaf olmuştu. Hava kirlenmişti. Fikir ve sanat yoktu. Her şey ayağa düşmüştü. Bir tek şey vardı bizi heyecanlandıran: Bağımsızlığına kavuşan Türk dünyası. 1990’lar bitince o heyecanı da kaybetti Türkiye. Ortadoğu bataklığına doğru hızla yuvarlanmaya başladık. Müslümanlık ulvi makamından indirilmiş, süfli ağızlarda sakız olmuştu. Süfli ağızların sakat din anlayışları toplumu sarmaya başladı ve bu sakat anlayış, kendilerine milliyetçi diyenlere de bulaştı. Artık din metafizik bir kavram değildi; gönüllerde yaşayan bir mürebbi değildi; bir ahlak, bir vicdan değildi. Şadırvanların temiz suyu değil, devlet dairelerinin lavabolarını ve etrafını kirleten topuk suyu idi. Abdest sanki temizlik için değil, etrafı kirletmek içindi. İbadetin saklanan ulvi sırları, koridorlara, meydanlara saçılmıştı. Buna dini yaşamak diyorlardı. Kendilerine milliyetçi, ülkücü diyenlerin ağızlarında dahi Türk’ten çok günah ve sevap kelimeleri vardı.
Bir de tabii "analar ağlamasın" aldatmacasıyla bölücülere verilen tavizler. Artık ülkeyi yönetenler ve televizyonlarda arzıendam edenler Türk’ten bir etnik grup olarak bahsetmeye başlamışlardı. Ağızlarını "Türk, Kürt, Laz, Çerkez…" diye açıyorlardı. Sanki asırlardan beri bu ülkenin sahibi biz Türkler değildik. Sanki Türklüğü benimsemiş olan Kürt, Laz, Çerkez asıllıyı Türk’ten ayırıyorduk. Millet ile etnisitenin ayrı kategoriler olduğunu unutmuştuk. Neredeyse Türk olmaktan utanır hâle gelmiştik. Soylarının bir ucuna bir etnik grup karışmış olanlar gururla "Çerkez, Laz, Gürcü, Boşnak, Arnavut…" olduklarını söylemeye başlamıştı. Hava kirlenmiş, Türklüğün üzerini sis bürümüştü. "Türk’üm Özür Dilerim" kitabı bu iklimde doğdu. Fakat bu İskender Öksüz’ün kitabıydı; ayak takımının seviyesinde olmayacaktı elbette. Sık sık Ernest Gellner’e atıf yapıyor ve “ortak yüksek kültür”den bahsediyordu. Ortak yüksek kültür olmazsa millet, etnisiteye dönüşür ve işte o zaman diğer etnisiteler de ayrılık davası güderlerdi. Kavramlar, İskender’in tahlilci zihninde birbirinden ayrılıyor, hangi kavramın hangi kategori içinde ele alınması gerektiği gösteriliyor ve böylece her bir kavram daha bir berraklaşıyordu. "Hükümetçe teşkilatlandırılan hükümet dışı organizasyon"ları, İngilizceden kısaltılmış biçimiyle GONGO’ları da bu kitaptan öğreniyorduk.
"Türk’üm Özür Dilerim"in hemen arkasından "Niçin?" yayımlanıyor. Aşağı yukarı aynı dönemde hazırlanan bu kitaplardan birincisi, yer yer bazı iddialara cevap içeren güncel konulara girse de aslında milliyetçiliğin teorisine ağırlık verir. “Niçin?” sorgular ve uygulama ağırlıklıdır. Tarihin niçin önemli olduğu, nasıl verilmesi gerektiği örnekler ve karşılaştırmalarla anlatılır. Devlet niçin vardır? Demokrasi, disiplin… Bunlar birbirine zıt kavramlar mıdır? Öksüz’ün tahlilci zihniyle soruların cevabını bulur gibi olursunuz. Ama o sizi düşünmeye, kendi tahlillerinizi yapmaya, kendi sonuçlarınızı bulmaya davet eder. En azından, yazdıklarının arka planında bu davet vardır. Öksüz’ün sağlık ve bilişim sektörlerinde yıllarca yaptığı yöneticiliğin de bu esere yansıdığını görürsünüz. Öksüz, asıl mesleğinin dışındaki konulara girince de bir talebe gibi o konuları öğrenmeye başlar. Öğrenir de. Hem de en iyi şekilde. Girdiği yeni konularda fikir üretecek, yaratıcı olacak derecede. Zaman zaman düşünmüşümdür, İskender acaba sadece kimyacı, fiziko-kimyacı olarak kalsa mıydı diye. Belki o alanda çok daha büyük başarılar elde ederdi. Belki değil şüphesiz. Fakat bir milliyetçilik teorisyenine sahip olamazdık.
Yıllardır eskimeyen dostluklarımız elbette devam ediyor. Fakat Sadi Somuncuoğlu son yıllarda bizi Millî Düşünce Merkezi’nde de bir araya getirdi. Orada da fikir üretmeye devam ediyoruz. Kirlenen Türkiye iklimi nasıl temizlenebilir, diye düşünüp duruyoruz. İskender’in son eseri Millet ve Milliyetçilik işte bu merkezdeki faaliyet ve tartışmaların sonucudur. Fakat elbette İskender’in birikiminin ve yenilikçi tarafının eseri. Artık Türk milliyetçilerinin elinde güçlü bir silah vardır. "Dünya küreselleşmeye doğru gidiyor; milliyetçilik modası geçmiş bir ideolojidir" diyenlere karşı güçlü bir silah. Hayır öyle değildir, tam tersine modern dünya milliyetçiliğin altın çağını yaşıyor. Gelişmiş dünyanın en önemli sosyolog ve siyaset bilimcilerine dayanarak İskender Öksüz bunu ispat ediyor. İspat, tabii bizdeki aydınlara ve onların ağızlarının içine bakanlara karşı. Yoksa Avrupa ve ABD’nin ve diğer gelişmiş ülkelerin aydınları, bilim adamları bunun farkında. Bizim aydınlarımız ise Türkiye’ye tam tersini yansıtıyor.
İskender Öksüz hâlâ faal bir beyin ve hâlâ üretiyor. Ülkemizin aydınlık geleceğini görmeye hakkımız var diye düşünüyorum. Sisler dağılmalı ve aydınlığı görmeliyiz. Bilimle, bilim zihniyeti ile.
—Ahmet Bican Ercilasun
*Bu yazı 2016’da akim kalan bir proje kapsamında kaleme alınmıştı. TamgaTürk ailesinin İskender Öksüz’ün Türk milliyetçiliğine hizmetleri karşısında bir teşekkür nişanesi olarak, kıymetli hocamız Ahmet Bican Ercilasun’un kaleminden çıkan bu yazıyı yayımlamak istedik.
1961 yılı olmalı. İzmir’in Basmane semtinde, Altınordu Parkı’nın başında bir kahvehanenin üst katı. Geniş bir salon. Türk Ocakları’nın İzmir Şubesi bu salonda faaliyet gösteriyor. Şube başkanı ilkokul öğretmeni Kemal Fedai Coşkuner. Heyecanlı ve ateşli bir Türk milliyetçisi. Ocağın büyükleri… Mali müşavir Hüsamettin Gülcür. Sakin, okuduklarını hazmetmiş, yavaş fakat derinden konuşan ve gençleri etkileyen Türkçü ağabeyimiz. Kibar ve güleç yüzlü Mesut Kahratlı. Şen şakrak iki arkadaş Ruhi Cebeci ve Özer Hiçyılmaz. Biri şair, biri ressam. Türkçü söylemlerine sık sık neşeli kahkahalar eşlik ediyor. Bir başka öğretmen: Kemal Fedai’nin arkadaşı ve onun gibi Köy Enstitüsü mezunu İsmail Hakkı Acar. Ve bir eczacı büyüğümüz. Haftalık Adalet gazetesinin ateşli yazarı Halil Tireli. Ve ilk Kazak yüzümüz Hasan Oraltay. Orhun vadisinden çıkmış bir Göktürk gibi. Uzun boylu ve yakışıklı. Efsane lider Ali Bek Hakim’in oğlu.
Ve liseli gençler. Atatürk Lisesi’nin iki yıldız öğrencisi. Özer Ağabeyin kardeşi Muzaffer Hiçyılmaz ile İskender Öksüz. Akranlarım olan bu iki gençten hangisi daha zeki diye düşünüyorum sık sık. İskender, Amerikan Kütüphanesi’nde de çalışıyor ve daha o zaman çok iyi İngilizce biliyor. Kuyumcu Ömer Işık ve Karşıyakalı Hasan Kalaycıoğlu. Hüsamettin Ağabey, Ömer’in kuyumcu dükkânına sık sık uğruyor. Gerekli işlem yapılmış, Ömer’in hücrelerine girilmiştir. Galiba Hasan Kalaycıoğlu da aynı işlemden geçmişti. Hareketli ve sevimli Hasan’ın ocağa alıştırdığı Motor Teknik Yüksek Okulu öğrencileri ile gençler kadrosu çoğalıyor.
Türkçülük, Yahya Kemal, Namık Kemal tartışılıyor. Anadoluculuk mu Turancılık mı? Atsız’ı zaten biliyoruz. Hüsamettin Ağabeyin telkinleriyle Nurettin Topçu’nun kitaplarını da okuyoruz. Karar vereceksek ikisini de bilmeliyiz. Konuşuyoruz, tartışıyoruz ve karar veriyoruz: Bizler Turancıyız. Hüsamettin Ağabey, bilerek ve tartışarak bir hükme varmak daha kalıcı olur diye düşünüyor. O bizim ilk mütefekkir mürşidimiz. O zamanın tenha İzmir’inde nice geceler Basmane’den Konak’a doğru konuşarak, tartışarak, arada bir durup fikirleri içimize sindirerek yürüdüğümüzü hatırlıyorum. Hüsamettin Ağabey, İskender ve ben. Bazen de birkaç arkadaşımız daha.
Namık Kemal tartışmasında Gülcür ve Coşkuner karşı karşıya. Tartışmalarını dinliyoruz. Kemal Fedai heyecanlı, Hüsamettin Gülcür sakin. Tane tane konuşuyor. Sonra biz gençler, İskender, Muzaffer ve ben, onların tartışmalarını değerlendiriyoruz. Tabii gönlümüz hep Hüsamettin Ağabeyden yana. Namık Kemal büyük bir vatansever ama henüz… Zamanın şartlarını hesaba katmayı çok sonra öğreneceğiz.
Heyecanlarımız da var elbette. Maarif sistemimizin öğretmediği marşları ocakta öğreniyoruz. Harbiye Marşı, İzmir’in dağlarında çiçekler açar… Hepimiz birer bozkurduz ve ocak salonunda seslerimiz yankılanıyor.
Bir ara gizliliğin cazibesine kapılıyoruz. Sisteme itiraz eden aykırılarız ya biz, Pazar günleri gizlice toplanıyoruz. İkbal sinemasının yanındaki sokakta, Hasan Kalaycıoğlu’nun araba malzemesi satan dükkânında. Gizli gizli Siyon protokollerini okuyoruz. Protokoller, Makyavel’in Prens’i gibi. Yahudilerin gizli siyasetnamesi. Bu eserdeki usulleri uygulayarak dünyayı idare ettiklerine inanıyoruz. Biz de dünyayı idare etmeye kalkıştığımıza göre bu kitaptaki usulleri iyice sindirmeliyiz. Her hafta bir bölümünü okuyup iyice hazmediyoruz. Toplantıyı İskender idare ediyor. Fakat bir şartı var: Disiplin. Bunun için de hepimize disiplin ruhu verecek olan bir yazıyı okumalıyız. Önce o yazıyı okumalı, sonra protokollere geçmeliyiz. Yazıyı da İskender tespit ediyor: Atsız’ın Otuz Ağustos ve Türk Ordusu. Yazı, Millî Yol dergisinin 31 Ağustos 1962 tarihli sayısında çıktığına göre bizim gizli toplantılarımız 1962’nin güz aylarında olmalı. Demek ki biz İzmir’in Türkçü gençleri, kim bilir kaç hafta her Pazar günü, hep birlikte 30 Ağustos ve Türk Ordusu yazısını okumuşuz.
O sıralarda birkaç eylemimiz de var. Adalet gazetesinde ateşli yazılar yazan genç bir kız arkadaşımız, Kemeraltı Caddesi’nin Konak’a yakın köşesindeki bir bayiden ahlaksız resimler basan bir dergiyi alıp parçalamaya ve yüksek sesle protesto etmeye başlıyor. Biz de tesadüfen oradan geçiyormuş havalarındayız. Kız arkadaşımıza destek veriyoruz; bravo diyerek alkışlıyoruz. Tabii protestoya başka katılanlar da oluyor. Köy enstitüleriyle ilgili bir açık oturumda solcular, bizim hatibimiz Kemal Fedai’ye saldırıyorlar. Bir anda salon karışıyor. Hep birlikte toplantıyı terk ediyoruz. İkbal sinemasında oynayan Yılanların Öcü filmini de protesto edecektik ama bir anda çevremizin sivil polislerle sarılı olduğunu fark ediyoruz. Acemi eylemcilerdik. "İskender merhaba!", "Ahmet sen de mi buradasın?" diye yüksek sesle birbirimize bağırarak kendimizi açığa çıkarmıştık.
Sadece sistem aykırı bulmuyordu bizi. Bir süre sonra Türk Ocağı İzmir yönetimi de bizi aykırı buldu. Biz sivri gençlerdik, “şaman” suçlamasıyla ocaktan atıldık. Olsun varsın, işte Türkçüler Derneği kurulmuştu. Millî Yol dergisinden takip ediyorduk. Hüsamettin Gülcür’ün başkanlığında İzmir Türkçüler Derneği’ni kurduk. Her hafta Millî Yol dergisini heyecanla takip ediyoruz. Hele Atsız’ın yazısı varsa… İsmet Tümtürk’ün, Nejdet Sançar’ın, Zeki Sofuoğlu’nun yazılarını bir hamlede okuyorduk. Fakat o kıdemli Türkçülerin arasına İzmir’den genç bir Türkçü de katılmıştı: İskender Öksüz. Onun birkaç yazısı eski ve tecrübeli bir yazarmış gibi dergide yer almıştı. İzmirli Türkçü gençler olarak bundan ne kadar da gururlanmıştık! Bir de Son Havadis gazetesinde Gökhan Evliyaoğlu ile Peyami Safa’yı her gün merakla okuyorduk. Gökhan Evliyaoğlu’nun, İskender’in bir mektubuna da yer vermesi o günlerde bizi gururlandıran diğer bir olaydı.
Nejdet Sançar’ın İzmir’de konferans verdiği gün de çok heyecanlıydık. 1963 yılı olabilir. Galiba konferans, Türkiye Komünizmle Mücadele Derneği’nin Kemeraltı’ndaki salonunda verilmişti. Konferanstan sonra Sançar’ın etrafını sarmış, sorularımızla kendisini epeyi yormuştuk. Fakat İskender bununla da yetinmedi. Nejdet Hoca, Avukat İhsan Koloğlu’nun misafiriydi ve İskender her nasılsa Koloğlu’nun Karşıyaka’daki evini öğrenmişti. Geceleyin eve baskın yaptık. Öyle meraklı gençlerdik işte. Meraklı ve atılgan. Ama en meraklımız galiba İskender’di.
Sonra birbirimizi kaybettik. 1963 Güz’ünde ben İstanbul’a gittim. Türkoloji öğrencisi oldum. İskender, 1962’de başlamış olmalı, Ege Üniversitesi’nde kimya tahsil etti; 1966’da ABD’ye gitti. İki üç yıllık parlak bir lisans üstü öğrenimden sonra, 1969’da Yale’den doktor unvanını alarak vatana döndü. 1968-1981 arasında Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak çalıştı. O hadiseli günlerde rektör vekilliği dahi yaptı.
İskender vatana döndüğü zaman ben Erzurum’da idim. Atatürk Üniversitesi’nde Türk dili asistanı olarak görev yapıyordum. Ara sıra mektuplaştık. Kendisine Türkçüler Derneği kurucularından İzzet Yolalan’ın kızı Bilge Yolalan ile evlendiğimi, "senin anlayacağın Türkçülere karıştık işte" diye haber vermişim. İskender bu ifademi hatırladıkça güler.
1971’de Töre macerası başladı. Ben de Hacettepe Üniversitesi’ne geçtim ve yine birleştik. Ama o da ne? İskender’in Töre’de bir yazısı çıkıyor. Lirik mi desem, santimantal mı desem… Şiir gibi bir yazı işte. Fakat ben bir metin tahlilcisi, bir satır altı okuyucusuyum ya, yazıya sindirilmiş Işınsu ilgisini fark ediyorum. Nitekim birkaç ay sonra evleniyorlar. Işınsu ve İskender’in ellerinde büyüyor Töre. Döneminin önemli bir fikir ve sanat dergisi oluyor. Erol Güngör’ü gerçek anlamıyla Töre’deki yazılarıyla tanıdık. Yol dergisinden de biliyorduk ama oradaki yazıları daha çok Marksizm’in tenkidi üzerineydi. Töre’de bir sosyolog, bir kültür bilimcisi olarak keşfettik Erol Beyi. Necmettin Hacıeminoğlu benim hocamdı ama fikir yazılarıyla Töre’de onu daha iyi tanıdım. Mustafa Kafalı Irak ve İran Türklüğünü anlatıyordu. Mehmet Eröz ağabeyim Alevi Türklüğü için âdeta çırpınıyordu. Erzurum’da oda arkadaşımdı, ben çok iyi tanıyordum ama milliyetçi kamu oyu Yetik Ozan’ı (Turgut Günay’ı) şair olarak Töre’de tanıdı. Daha kimler ve kimler… Fakat bu bir Töre dergisi yazısı değil ki… İleride Töre’nin tarihini kaleme alacak olanlar, bütün bu fikir ve sanat adamlarını Işınsu ve İskender Öksüz’ün bir araya getirdiğini elbette yazacaklardır. Daha kıdemlilerden Reha Oğuz Türkkan, Tarık Buğra, Mehmet Çınarlı da Töre’de yazmışlardı.
Töre’nin bir yazarı daha vardı: Ayhan Tuğcugil. Her ay dergide fikir sistemini örüyordu. Gökalp’tan sonra, Sadri Maksudi’den sonra milliyetçiliği bir sistem olarak ele alan pek olmamıştı. Tuğcugil şimdi bu işi yapıyordu. Onun fen bilimlerinden gelen sistemleştirici kafası şimdi sosyal bir alanı da sistemleştirmeye çalışıyordu. Tuğcugil’in sistem dizisi başlayınca kendi hesabıma her ay Töre’yi iple çeker olmuştum. Ben bir dil bilimciydim, dil yazıları kaleme alıyordum ama dil meselesinin bu kadar sistemli bir şekilde bir fikir sistemine yerleştirilebileceğini düşünemiyordum. Tuğcugil’in İskender Öksüz olduğunu biz biliyorduk fakat geniş kamu oyu bilmiyordu. Onun ilk ana eseri, Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi böyle doğdu. Kendisi de gençliğinden beri milliyetçiliği sistemleştirmeye çalışan Reha Oğuz’un bu eseri heyecanla karşıladığını biliyorum. Töre’de bunu yazmıştı; her karşılaşmamızda da bunu heyecanla ifade etmekten âdeta zevk alıyordu. Türk milliyetçilik tarihinin başta gelen eserleri arasında yer aldığına inandığım Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi, hele o günlerin havasında bir ışık gibi parlamış, ruhlarımızı heyecanlandırmış, beyinlerimizi zenginleştirmişti.
Töre için ayda birkaç defa toplanıyoruz. Mehmet Önal, Peyami ve Aynur Çelikcan, Meriç Coşkun, Osman Çakır, Murat Bardakçı gibi gençler de toplantılara katılıyorlar. Hem fikren yetişiyorlar, hem de derginin mutfağını hazırlıyorlar. Murat daha o zaman bir entelektüel. Türk musikisinin teorisini biliyor, Osmanlı metinlerini okuyor. Şair sesli Yağmur Tunalı, Töre’nin ve Öksüz ailesinin bir ferdi gibi. Ve hâlâ öyle.
1970’ler ölüm kalım mücadelelerinin yapıldığı yıllardı ama fikirsiz ve sanatsız değildi. Bazen bizim evde, ama daha çok Öksüz ailesinin evinde sık sık bir araya geliyoruz. Işınsu’nun Galip dediği, bizim Galip Abi dediğimiz Galip Erdem’le zenginleşiyor; bazen uzak hayallere dalıyoruz. Sadi Somuncuoğlu ile ayaklarımız yere basıyor. İbrahim Metin ile neşeleniyoruz. Endişeli günlerimiz, sevinçli günlerimiz oluyor. Abdi İpekçi’nin vurulduğu haberi geldiğinde yine oradaydık ve ne kadar üzülmüş, endişelenmiştik.
12 Eylül bir balyoz gibi inmişti tepemize. Ülkücüler birer birer toplanmış, zindanlara atılmıştı. Türkeş ve Milliyetçi Hareket Partisi’nin ileri gelenleri Dil Okulu’na konmuştu. Ne yapabilirdik, ne yapmalıydık, bunları konuşuyorduk. İçeride olan bazı arkadaşlarımızın ailelerini ziyaret ediyorduk. Galip Erdem âdeta Hızır olmuş, her yere yetişmeye çalışıyordu. Hepimizden "mektup" topluyordu. Öğretim üyeleri olarak darbecilerin başını ziyaret edelim diye düşündük. Ankara’dan bir İskender bir de ben vardık. İki kişi kalınca tabii ki böyle bir ziyaret olmadı. Oturup darbecilerin başına birer mektup yazdık.
1981’de Öksüz ailesi Suudi Arabistan’a gitti. İskender oradaki bir üniversitede altı yıl öğretim üyeliği yaptı. Töre’nin sahipliğini Yaşar Eşmekaya’ya bırakmışlardı. Derginin hazırlanması bize kalmıştı. Muhtar Tevfikoğlu da aramıza katılmıştı ve dergiyi dört yıl daha çıkarmayı başarmıştık. Ama İskender ve Işınsu yoktu ve her hâlde Töre artık eski havasında değildi.
Dostlarımız 1987 yılında döndü ve tekrar buluştuk. Töre artık yoktu ve eskisi kadar çok bir araya gelemiyorduk. Türkiye’nin siyaseti bir tuhaf olmuştu. Hava kirlenmişti. Fikir ve sanat yoktu. Her şey ayağa düşmüştü. Bir tek şey vardı bizi heyecanlandıran: Bağımsızlığına kavuşan Türk dünyası. 1990’lar bitince o heyecanı da kaybetti Türkiye. Ortadoğu bataklığına doğru hızla yuvarlanmaya başladık. Müslümanlık ulvi makamından indirilmiş, süfli ağızlarda sakız olmuştu. Süfli ağızların sakat din anlayışları toplumu sarmaya başladı ve bu sakat anlayış, kendilerine milliyetçi diyenlere de bulaştı. Artık din metafizik bir kavram değildi; gönüllerde yaşayan bir mürebbi değildi; bir ahlak, bir vicdan değildi. Şadırvanların temiz suyu değil, devlet dairelerinin lavabolarını ve etrafını kirleten topuk suyu idi. Abdest sanki temizlik için değil, etrafı kirletmek içindi. İbadetin saklanan ulvi sırları, koridorlara, meydanlara saçılmıştı. Buna dini yaşamak diyorlardı. Kendilerine milliyetçi, ülkücü diyenlerin ağızlarında dahi Türk’ten çok günah ve sevap kelimeleri vardı.
Bir de tabii "analar ağlamasın" aldatmacasıyla bölücülere verilen tavizler. Artık ülkeyi yönetenler ve televizyonlarda arzıendam edenler Türk’ten bir etnik grup olarak bahsetmeye başlamışlardı. Ağızlarını "Türk, Kürt, Laz, Çerkez…" diye açıyorlardı. Sanki asırlardan beri bu ülkenin sahibi biz Türkler değildik. Sanki Türklüğü benimsemiş olan Kürt, Laz, Çerkez asıllıyı Türk’ten ayırıyorduk. Millet ile etnisitenin ayrı kategoriler olduğunu unutmuştuk. Neredeyse Türk olmaktan utanır hâle gelmiştik. Soylarının bir ucuna bir etnik grup karışmış olanlar gururla "Çerkez, Laz, Gürcü, Boşnak, Arnavut…" olduklarını söylemeye başlamıştı. Hava kirlenmiş, Türklüğün üzerini sis bürümüştü. "Türk’üm Özür Dilerim" kitabı bu iklimde doğdu. Fakat bu İskender Öksüz’ün kitabıydı; ayak takımının seviyesinde olmayacaktı elbette. Sık sık Ernest Gellner’e atıf yapıyor ve “ortak yüksek kültür”den bahsediyordu. Ortak yüksek kültür olmazsa millet, etnisiteye dönüşür ve işte o zaman diğer etnisiteler de ayrılık davası güderlerdi. Kavramlar, İskender’in tahlilci zihninde birbirinden ayrılıyor, hangi kavramın hangi kategori içinde ele alınması gerektiği gösteriliyor ve böylece her bir kavram daha bir berraklaşıyordu. "Hükümetçe teşkilatlandırılan hükümet dışı organizasyon"ları, İngilizceden kısaltılmış biçimiyle GONGO’ları da bu kitaptan öğreniyorduk.
"Türk’üm Özür Dilerim"in hemen arkasından "Niçin?" yayımlanıyor. Aşağı yukarı aynı dönemde hazırlanan bu kitaplardan birincisi, yer yer bazı iddialara cevap içeren güncel konulara girse de aslında milliyetçiliğin teorisine ağırlık verir. “Niçin?” sorgular ve uygulama ağırlıklıdır. Tarihin niçin önemli olduğu, nasıl verilmesi gerektiği örnekler ve karşılaştırmalarla anlatılır. Devlet niçin vardır? Demokrasi, disiplin… Bunlar birbirine zıt kavramlar mıdır? Öksüz’ün tahlilci zihniyle soruların cevabını bulur gibi olursunuz. Ama o sizi düşünmeye, kendi tahlillerinizi yapmaya, kendi sonuçlarınızı bulmaya davet eder. En azından, yazdıklarının arka planında bu davet vardır. Öksüz’ün sağlık ve bilişim sektörlerinde yıllarca yaptığı yöneticiliğin de bu esere yansıdığını görürsünüz. Öksüz, asıl mesleğinin dışındaki konulara girince de bir talebe gibi o konuları öğrenmeye başlar. Öğrenir de. Hem de en iyi şekilde. Girdiği yeni konularda fikir üretecek, yaratıcı olacak derecede. Zaman zaman düşünmüşümdür, İskender acaba sadece kimyacı, fiziko-kimyacı olarak kalsa mıydı diye. Belki o alanda çok daha büyük başarılar elde ederdi. Belki değil şüphesiz. Fakat bir milliyetçilik teorisyenine sahip olamazdık.
Yıllardır eskimeyen dostluklarımız elbette devam ediyor. Fakat Sadi Somuncuoğlu son yıllarda bizi Millî Düşünce Merkezi’nde de bir araya getirdi. Orada da fikir üretmeye devam ediyoruz. Kirlenen Türkiye iklimi nasıl temizlenebilir, diye düşünüp duruyoruz. İskender’in son eseri Millet ve Milliyetçilik işte bu merkezdeki faaliyet ve tartışmaların sonucudur. Fakat elbette İskender’in birikiminin ve yenilikçi tarafının eseri. Artık Türk milliyetçilerinin elinde güçlü bir silah vardır. "Dünya küreselleşmeye doğru gidiyor; milliyetçilik modası geçmiş bir ideolojidir" diyenlere karşı güçlü bir silah. Hayır öyle değildir, tam tersine modern dünya milliyetçiliğin altın çağını yaşıyor. Gelişmiş dünyanın en önemli sosyolog ve siyaset bilimcilerine dayanarak İskender Öksüz bunu ispat ediyor. İspat, tabii bizdeki aydınlara ve onların ağızlarının içine bakanlara karşı. Yoksa Avrupa ve ABD’nin ve diğer gelişmiş ülkelerin aydınları, bilim adamları bunun farkında. Bizim aydınlarımız ise Türkiye’ye tam tersini yansıtıyor.
İskender Öksüz hâlâ faal bir beyin ve hâlâ üretiyor. Ülkemizin aydınlık geleceğini görmeye hakkımız var diye düşünüyorum. Sisler dağılmalı ve aydınlığı görmeliyiz. Bilimle, bilim zihniyeti ile.
—Ahmet Bican Ercilasun
*Bu yazı 2016’da akim kalan bir proje kapsamında kaleme alınmıştı. TamgaTürk ailesinin İskender Öksüz’ün Türk milliyetçiliğine hizmetleri karşısında bir teşekkür nişanesi olarak, kıymetli hocamız Ahmet Bican Ercilasun’un kaleminden çıkan bu yazıyı yayımlamak istedik.
Yazı heyecanla başlıyor. Sonra yakın tarihe paralel olarak bu heyecan azalıyor, "âh ü zârı" duyuyoruz. Yine de yazının sonunda küllerin altındaki koru hissediyoruz. İki hocamızdan da çok şey öğrendik. Öğrenmeye de devam edeceğiz inşallah. Allah kendilerine uzun ömür versin. Türk milleti sağ olsun.