Ahmet Yiğit Cangül
Modernleşme kavramı, toplumların birey olmanın önemini kavramaları ve günümüzde söz konusu olan modern bilimlerin ortaya çıkması için yadsınamaz bir gerçek olarak ortaya çıkmıştır. Bu kavramın kökeni Avrupa uygarlığı olmasına rağmen, Avrupa dışındaki ülkeler, Avrupa'nın büyük atılımlarını takip edebilmek için devlet ve toplum sistemlerinde modern anlayışa ayak uydurmaya çalışmışlardır. Osmanlı Devleti de Avrupalı olmayan bir devlet olarak modernleşme gerekliliğini görmüş ve dönemine göre önemli atılımlar gerçekleştirmiştir. İlk olarak III. Selim ile başlayan bu süreç, II. Mahmut döneminde hız kesmeden devam etmiştir. Bu dönemlerde “devletin belirli alanlarda reformsuz kalamayacağı anlaşılmış ve bazı yenilik hareketleri başlatılmıştır.” (Karasu, 1993) Osmanlı Tarihinde modernleşmeye geçişin temeli olarak gösterilen bu dönemin adı Tanzimat Dönemi olmuştur. Tanzimat Dönemi, Batı'ya ayak uydurmak için her türlü çabanın gösterildiği ve buna bağlı olarak modern anlamda diplomasinin ülkede önemli bir faktör olarak anlaşıldığı bir dönem olarak ele alınmalıdır. “Osmanlı Devleti bu dönemde sorunların çözümünde diplomasiyi ön planda tuttu ve bunda da büyük ölçüde başarılı oldu.” (Karasu, 1993) Bu dönemi takiben, Tanzimat Fermanı ve Islahat Fermanı gibi metinler uygulamaya konmuş, I. Meşrutiyet, ve II. Meşrutiyet gibi hürriyete istekli dönemler yaşanmıştır. Bu dönemler sonucunda modern toplum anlayışı ve bunun sonucunda ortaya çıkan diplomatik çözüm duyarlılığı devlet üzerinde etkin rol oynamıştır.
Siyasi ve diplomatik alanda bu tür gelişmeler yaşayan bir ülkenin, o dönemin en etkin devletlerinden biri olan İngiltere ile çeşitli diplomatik ilişkilerinin olmaması söz konusu değildir. Ancak Osmanlı döneminden önce, Türk ve İngiliz toplumunun atalarının ilk teması, Kavimler Göçü’ne dayanıyordu. Orta Asya'dan kavimler halinde gelen Türk göçebeleri, günümüz Avrupa medeniyetleri olan Germen, Anglo-Saxon, Frank ve birçok barbar kavimleri Avrupa'ya göç etmeye zorlamış ve bu olay sonucunda Anglo-Saxon krallıkları ortaya çıkmıştır. Daha sonra, özellikle Kanuni Sultan Süleyman döneminde, tüm Avrupa'nın en büyük gücü olan V. Charles'dan rahatsız olan Fransa ve İngiltere gibi devletler, Osmanlı İmparatorluğu ile çeşitli temaslarda bulundular. Bu devletler, V. Charles'a karşı Osmanlı'dan yardım ve işbirliği istediler. Bu örnek, İngiltere ile Türk Devleti arasındaki ikinci temastır. Gelişmeler ışığında “İngiltere ile diplomatik ilişkilerin başlangıcı 16. yüzyıla kadar uzanmaktadır. İlk İngiliz elçisi 1583 yılında İstanbul'a atandı. Ancak Osmanlı devleti genel politikası çerçevesinde 1793’e kadar bu ülkeye elçi göndermedi. (Oran, 2008) İlerleyen dönemlerde bu ilişkiler farklılaşmış ve giderek güçlenen İngiltere olası bir Rus tehdidine karşı zayıflayan Osmanlı Devleti'ni korumaya çalışmış ve böylece diplomatik ilişkiler artmıştır. Buna göre İngiltere'nin Osmanlı devletinin toprak bütünlüğünü koruma politikası, Rusya'nın bu devletin parçalanması sonucunda Akdeniz'e ve Balkanlar'a inebileceği ve bu parçalanmadan güçlü bir şekilde çıkacağı endişesine dayanıyordu. İngiltere'nin tüm bu siyasi ve diplomatik çabaları o dönemde kendi çıkarlarıyla uyumlu olduğundan, Türk-İngiliz diplomasisi uzun yıllar bu ana konu etrafında şekillenmiştir. Ancak 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşından sonra Osmanlı İmparatorluğu'nun gücünü büyük ölçüde kaybetmesi ve artık "hasta adam" olarak görülmesi üzerine İngiltere, bu ülkenin varlığını korumak için şekillendirdiği diplomasiden vazgeçmiş ve çökmüş bir bedenin en önemli parçalarını elde etme girişimlerine başlamıştır. Sonuç olarak, Kıbrıs ve Mısır fiilen ilk aşamada Osmanlı devletinden koptu. Tüm bu gelişmeler iki ülke arasındaki diplomatik işbirliğini bozmuş ve Osmanlı'yı yeni bir ittifak arayışına itmiştir. Nihayetinde siyasi birliğini yeni kazanmış ve dönemin en güçlü kara kuvvetlerine sahip olan Almanya, Osmanlı Devleti ile işbirliğini güçlendirmiştir. Bu durumlar İngiltere ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki ilişkileri derinden sarsmış ve 1. Dünya Savaşı sırasında farklı cephelerde yer almalarına neden olmuştur. Savaşın sonunda Osmanlı İmparatorluğu'nun yenilmesi sonucunda Osmanlı toprakları İtilaf Devletleri tarafından işgal edilmiş ve İngiliz-Türk ilişkileri böyle bir dönemle devam etmiştir. Bu çalışmanın konusu olan 1919-1938 yılları arasındaki İngiliz-Türk ilişkileri, böylesine tarihi bir arka planla gerçekleşmiş ve o dönemin diplomatik ilişkilerini büyük ölçüde etkilemiştir.
Bu çalışmanın odak noktası, bu iki ülke arasındaki ilişkilerin o dönemde dış politika doğrultusunda analizi olacaktır. Bu analizin kapsamı, sistem düzeyinde analiz, devlet düzeyinde analiz, birey düzeyinde analiz ve bu dönemde iki ülke ilişkilerine damgasını vuran olaylar özelinde dönemi geniş bir perspektifte incelemektir. Bu kapsama bağlı olarak Musul sorunu gibi iki ülke arasındaki ilişkilere damgasını vuran olaylar, o dönemdeki uluslararası sistemin yapısı ve bu iki devletin uluslararası kuruluşlar üzerindeki etkisi, devletlerin mevcut dönemdeki ahvali ve liderlerin bireysel dış politika görüşleri incelenecektir.
Bu tarihsel süreçlere bağlı olarak; devlet düzeyinde bir analizle başlamak gerekirse, 1919-1938 yılları arasında Türkiye çok karmaşık bir dönemdeydi. Özellikle “Osmanlı İmparatorluğu 1918'de yenildiğinde; İtilaf Devletleri, Türk devletinin uluslararası bağımsız bir aktör olarak sahneye çıkmasını önlemek için kalan tüm toprakları bölmeye hazırlanıyorlardı.” (Hale, 2003) Böyle bir dönemde Mustafa Kemal Paşa önderliğindeki Osmanlı subayları, Anadolu merkezli bir direniş hareketi başlatmış ve bu hareketin adı Milli Mücadele olmuştur. 1919 yılında Pontus ayaklanmaları ve tacizlerine isyan eden Türk halkını yatıştırmak ve olayları teftiş etmek için padişah tarafından görevlendirilen M. Kemal Paşa, Samsun'a gelerek Milli Mücadele'yi fiilen başlatmıştır.
Şüphesiz ki, “bu yıllarda Anadolu'nun durumu gerçekten harap vaziyetteydi ve milli mücadeleyi sürdürmek için gereken maddi imkânlar neredeyse yok gibiydi.” (Oran, 2008) Ancak, Amasya, Erzurum ve Sivas gibi illerde yapılan görüşme ve kongreler sonucunda mücadelenin amaç ve yöntemleri belirlenmiş, bu hareketin diğer bölgesel direnişlerin aksine topyekûn olarak tüm yurtta devam ettirilmesi kararlaştırılmıştır ve ilk olarak “Misak-ı Milli” kararları ortaya çıkmıştır. Bu kararlara göre vatanın sınırları belirlenmiş, Arap bölgelerindeki topraklar artık vatan olarak kabul edilmemiş ve o bölgelerde yaşayan insanların bağımsızlık veya manda kararlarına saygı duyulmuştur. (Hale, 2003) Anadolu'daki bu direniş hareketi, teslim olan İstanbul hükümetine (Amasya Protokolü) bu ilkeleri dayattı ve İtilaf kuvvetleri İstanbul'dayken bu konuları görüşmek üzere bir meclis toplandı. Mustafa Kemal Paşa, bu meclisin dış müdahale olmaksızın Anadolu'da yapılmasını istedi ancak sonuç istediği gibi gelişmedi. (Hale, 2003) Meclis İstanbul'da toplandı ve Anadolu hareketinin ortaya koyduğu "Misak-ı Milli" ilkeleri bu mecliste kabul edildi. Tüm bu hareketler ve Misak-ı Milli ilkelerinin kabul edilmesi sonucunda İstanbul, 16 Mart 1920 tarihinde İtilaf Devletleri tarafından resmen işgal edilmiştir. Meclis kapatılmış, meclis üyeleri sürgüne gönderilmiş ve sürgünden kaçarak Anadolu'ya intikal eden meclis üyeleri Kemal Paşa'nın önderliğindeki direniş hareketine katılmıştır. Bu durum Anadolu direniş hareketinin işine yaramaktaydı çünkü İstanbul'dan ümidini kesmeleri gerektiği herkes tarafından anlaşılmıştı. Böylece 23 Nisan 1920'de Ankara'da Türkiye Büyük Millet Meclisi kuruldu. Anadolu direnişi artık resmileşiyordu ve bu hareketin meşru adı artık "Ankara Hükümeti" olacaktı. İzmir'in Yunanlılar tarafından işgali ile halkın desteğini kazanarak otoritelerini güçlendiren Mustafa Kemal ve arkadaşları, İstanbul'un işgali ve meclisin kapatılması sonucunda büyük prestij kazanıyorlardı. (Oran, 2008) Bu prestij ve otorite, TBMM'nin açılmasıyla resmiyet kazandı ve Kurtuluş Savaşı'nın dinamikleri değişti.
Artık hem silahlı hem de diplomatik yollarla savaş veren Ankara Hükümeti, doğu cephesindeki başarılarının ardından batı cephesinde Yunanlıları durdurmayı başarmış ve taarruza muktedir hale gelmişti. (İnönü Savaşları, Sakarya Meydan Muharebesi) O sırada Anadolu'yu işgal eden Fransız ve İtalyan kuvvetleri, Ankara hükümetinin ciddiyetini ve yükselişini görerek, yıllarca süren savaşlardan yıpranan ordularını geri çekti. Artık savaş sadece Yunanlılara ve dolaylı olarak İngiltere'ye karşı sürüyordu. Bu dönemde Türkiye, yeni kurulan SSCB ile yakınlaştı ve Kurtuluş Savaşı için silah ve para yardımı aldı. Ancak bu ilişkiler tamamen stratejikti ve Türkiye olası bir Sovyet işgali korkusuyla hareket etti. Türkiye'nin o dönemdeki Sovyetler Birliği algısı şuydu: "Komünizme hayır, Sovyetlere evet." (Oran, 2008) Tüm bu gelişmelerle birlikte Ankara Hükümeti savaşı başarıyla sürdürdü ve zafer kazandı. Sonuç olarak Türkiye, mağlup devletlerle anlaşmalar yaparak savaşı sona erdirdi ve cumhuriyeti ilan etti. Söz konusu anlaşma dönemi, çalışmanın geri kalanında daha ayrıntılı olarak ele alınacaktır. Yeni kurulan "genç cumhuriyet", çatışma ortamını geride bırakarak ülke içinde modernleşme ve batılılaşma reformlarına odaklanmış, ekonomik, siyasi, askeri ve sosyal olarak çöken bir ülkeyi yeniden yaratmıştır. Bunlar, Türkiye'nin bu döneme ilişkin devlet düzeyindeki analizinin sonuçları ve tarihsel olaylarıdır.
Yazının bir diğer aktörü olan İngiltere, o dönemde devlet düzeyinde başka bir analize tabi tutulmalıdır, çünkü o dönemde İngiltere savaşın galibi olmasına rağmen, sosyal ve askeri olarak yorgun ve yeni bir savaşı göze alamayacak bir durumdaydı. Bu dönemi şekillendiren bir başka konuya değinecek olursak, “1. Dünya Savaşı tüm şiddetiyle sürerken, İtilaf devletleri Osmanlı toprakları için kendilerine tutarsız ve çelişkili faturalar hazırlamışlardı.” (Hale, 2003) İngiltere bu tür faturaların en büyük aktörü olarak savaşı kazandı. Buna göre, İngiltere'nin diğer İtilaf Devletleri ile yaptığı müzakereler şöyledir: “İngiltere, Fransa ve İtalya arasında imzalanan bir anlaşma ile İtalya, Batı ve kısmen Güney Anadolu'da, Fransa Kilikya bölgesinde nüfuz sahibi olacaktı. Bu anlaşmaya göre, müstakbel Türk devleti sembolik olarak yöneteceği İstanbul ile birlikte Orta ve Kuzey Anadolu'ya sıkıştırıldı. Osmanlı veya Türk (Ankara) parlamentosu Sevr Antlaşması'nı onaylamadığı için bu paylaşımlar aslında hukuken geçersizdi. Ancak yine de İtilaf Devletlerinin planlarını göstermesi açısından önemlidir. William Hale (2003)'e göre, bu antlaşmanın uygulanmaması, İngiliz politikasının başarısızlığını göstermektedir. Daha sonra İngiltere bu pazarlıkların bir kısmından vazgeçerek Osmanlı topraklarının batı kısmının işgal hakkını İtalyanlar yerine Yunanlılara verdi. Bunun nedeni, Yunanistan gibi bir devletin o bölgelerde daha rahat yönetileceği düşüncesidir. Bu durum İtalya'yı İngilizlerden adeta soğutmuş ve Anadolu'yu savaşmadan terk etmelerine neden olmuştur. İngiltere'nin bir diğer anlaşmazlığı ise Fransa ile olmuştur. Savaştan sonra yenilen Almanya'yı bastırmak ve etkisiz hale getirmek isteyen Fransa, İngiltere'yi önünde engel olarak buldu. Bu durumu izah etmek gerekirse; İngiltere, Fransa'nın bu kadar güçlenerek Kıta Avrupası'nda potansiyel bir tehdit haline gelmesini ve kendisinden daha güçlü bir Avrupa devletini karşısında görmeyi istemiyordu. Bu tartışma sonucunda Fransa, Anadolu topraklarını işgal ettikten sonra direniş hareketleriyle mücadele etmekte isteksiz davranmış ve daha ileri gitmek istememiş, bu mücadelede Ermenileri ön saflarda kullandığı için Türk toplumunun büyük tepkisini çekmiştir. Sonuç olarak Ankara Antlaşması ile Anadolu topraklarından çekilmiş ve geri çekilirken silah ve mühimmatının bir kısmını Ankara Hükümetine bırakmıştır. Binaenaleyh, bu anlaşmazlıklar İngiltere'yi Anadolu'nun işgalinde yalnız bırakmış ve başarısızlığa neden olmuştur. İngiltere'nin içinde bulunduğu bir diğer kafa karışıklığı da, büyük bir Arap krallığı vaadine karşılık Arapları Osmanlılara karşı ayaklandırmış olmasıydı. İngiltere, 1916'da gizli Sykes-Picot anlaşmasıyla bölgedeki etkisini Fransa ile paylaşmayı kabul etti. Ancak büyük bir Arap krallığının kurulamaması, Kürt ve Ermeni devleti vaatlerinin yerine getirilmemesi bölge kabileleri arasında hayal kırıklığı yarattı. Bu faktörler İngiltere'nin Ortadoğu'yu kontrol etmesini zorlaştırdı. Bu arada, İngiltere'de iç karışıklıklar mevcuttu. Hindistan ve Mısır'da bağımsızlık hareketleri ortaya çıkmaya başladı. Aynı zamanda, İngiltere'de işçi hareketleri yükselirken, İrlanda'da İngiliz yönetimine karşı isyanlar patlak verdi. (Oran, 2008) Ayrıca, Türklere karşı başarısızlık ve Yunanlıların yenilgisiyle beraber, Yakın Doğu politikasının başarısız olması sonucunda Başbakan Lloyd George istifa etti. Çalışmanın ele aldığı dönemde İngiltere'nin devlet düzeyindeki analizi de bu olaylar çerçevesinde şekillenmiştir.
1919-1938 yılları arasındaki Türk-İngiliz ilişkilerini, Kurtuluş Savaşı, Lozan Barış Antlaşması, Musul Sorunu ve Cumhuriyetin ilanı gibi önemli konularla incelemek mümkündür. Kurtuluş Savaşı'nda Türk-İngiliz ilişkilerini tanımlamamız gerekirse, Baskın Oran (2008)'a göre, bu dönemde Türkiye İngiltere ile dolaylı bir savaş halindedir. Bu savaş, milli mücadelenin başlangıcından Yunanlıların bozguna uğramasına kadar sürmüştür. Bu dönemde İngiltere'nin Yunanlılara verdiği destek, Ankara Hükümeti ile olan gerilimin artmasına ve Anadolu direnişinin güçlenmesine neden oldu çünkü Türk halkı, işgalin Yunanlılar tarafından gerçekleştirilmesine ayrıca tepkiliydi ve bu durum adeta bir şeref meselesiydi. Bu tepki başka bir ulus tarafından gerçekleştirilecek işgallere tepkisiz kalınacağı anlamına gelmemelidir; Türk ulusu, eski komşuları olan, beraberce yaşadıkları bir ırkın bu insaniyet dışı tutumlarına karşı ekstra bir nefret beslemekteydi. Bu işgale tepki gösteren Mustafa Kemal Paşa, İngiliz yetkilileri tutuklayarak işgale karşılık vermiş ve işgali protesto ettiğini bir telgrafla tüm dünyaya duyurmuştur. Sonraki yıllarda ilişkiler şöyle gelişti: “1921 yılından itibaren Türk-İngiliz ilişkilerinde bir yumuşama havası oluşmaya başladı. Bunun birinci nedeni, İngiliz hükümetinin Türkiye politikasına yönelik gelişen iç tepkilerdi. İkinci olarak, Anadolu hareketi güçleniyordu. Üçüncü olarak, bu dönemde doğu cephesinde elde edilen başarılar sonucunda Aralık 1920'de Gümrü Antlaşması'nın imzalanması, Anadolu hareketinin hem prestijini artırmış hem de İngiltere ile ilişkilerdeki konumunu güçlendirmiştir. Dördüncü neden olarak, Türk-İngiliz ilişkilerinde bir dönüm noktası olan 19 Ocak 1919'daki Birinci İnönü Savaşı'nı belirtmek gerekir. Yunan ordularını ilk kez durduran bu gelişme, İngiltere'nin doğrudan savaş riskine girmeden Yunanistan üzerinden izlediği siyasetin başarısızlığını gözler önüne serdi. Ayrıca Anadolu hareketinin yerel bir direnişle sınırlı olmadığı, bir düzenli ordu tarafından sürdürüldüğü tamamen anlaşıldı. Bu yumuşama sonucunda iki ülke arasındaki ilk resmi temas Londra Konferansı ile başlamıştır. Bu konferansın amacı, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Osmanlı Devleti'ne dayatılan Sevr Antlaşması'nın kararlarını değiştirmekti. Türk tarafı, Misakı-ı Milli ilkeleri doğrultusunda bir çözüm arayışındaydı, ancak İngiliz tarafı ve diğer İtilaf Devletleri buna yanaşmadı ve bunun sonucunda müzakerelerden bir sonuç çıkmadı. Bu konferansta Ankara Hükümeti'nin Dışişleri Bakanı Bekir Sami Bey, yetkisini aştığı ve İngiltere ve Fransa ile çeşitli esir pazarlık anlaşmaları yaptığı gerekçesiyle Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından istifaya zorlandı. (Hale, 2003) Bu dönemde Bekir Sami Bey'nin yerine Dışişleri Bakanı olarak atanan Yusuf Kemal Bey, haftalarca Londra ve Paris'e giderek İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon ile görüştü ve Misak-ı Milli ilkelerini kabul ettirerek savaşın sona ermesi için çabaladı. Bunun karşılığında İngilizler, varılacak anlaşmanın ardından ateşkesin imzalanmasını ve Yunanlıların geri çekilmesini kabul etmişti ancak Mustafa Kemal Paşa, ateşkes sonrasında Yunanların güçlerini toplayıp yeniden saldırmalarından çekinmekteydi ve bu teklifi reddetti. Sonuç olarak bu anlaşma girişimleri de başarısız oldu, çünkü Mustafa Kemal Paşa Rumların derhal geri çekilmesini şart koşuyordu. Aradan geçen bu dönem Ankara Hükümeti açısından oldukça akıllıca ve stratejik olarak düşünülmüş bir dönem olmuştur. Zira Türk orduları bu süreçte hazırlıklarını tamamlayıp Yunanlıları Anadolu'dan kovmaya hazırdı. Nitekim durum böyle gelişti ve 26 Ağustos'ta başlayan taarruz hareketi sonucunda İzmir 11 Eylül'de Yunan işgalinden kurtarıldı. Bu zaferin verdiği özgüvenle birlikte Türk birlikleri Gelibolu'ya yöneldi ve Türk-İngiliz ilişkileri bir kez daha krizle karşı karşıya kaldı. Bu krizin adı Çanakkale Krizi'dir. (Chanak Affair) İngiltere bu hamleye karşı yeni bir savaş başlatmayı düşünse de başka bir seçenek mümkündü. Öncelikle İngiltere, diğer İtilaf Devletlerini ikna ederek Çanakkale'ye bir askeri birlik gönderdi. Türk tarafı ise Büyük Taarruz zaferini kaybetmek istemiyordu ve tansiyonu artırmayı tercih etmedi. Türk tarafı, Edirne'nin batısındaki bölge ile Meriç nehrinin boşaltılması şartıyla Mudanya'da mütareke görüşmelerine başlamayı kabul etti. Bu amaçla İsmet Paşa ile İtilaf Devletleri'nin işgal komutanları 3 Ekim 1922'de Mudanya'da bir araya geldi. Bu mütareke ile Doğu Trakya'nın tahliyesi kabul edilirken, Türk orduları barış görüşmelerine kadar Gelibolu, İzmit ve İstanbul'a girmemeyi kabul etti. Böylece Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra ilk kez Türkler Batılı devletlerle eşit şartlarda anlaşma yapmış ve Avrupa topraklarına yeniden girmişlerdi. (Oran, 2008) Ele alınması gereken ikinci konu olan Lozan görüşmeleri böyle bir atmosferle başladı. 20 Kasım 1922'de başlayan konferansta esas çekişme Türk temsilcisi İnönü ile İngiliz temsilcisi Curzon arasındaydı. Toplantının konuları yeni Türk Devletinin batı ve güney sınırları, kapitülasyonların kaldırılması, azınlıkların durumu ve Musul sorunuydu. Müzakereler gerçekten de bir savaş alanı edasıyla devam etti ve Musul sorunu dışındaki tüm sorunlar büyük ölçüde çözüldü. Buna göre Türk Devletinin sınırları belirlenmiş, Ege bölgesindeki Adalar meselesi çözülmüş, kapitülasyonlar kaldırılmış, Osmanlı Devleti'nin borçları ve bu borçların ne kadarının yeni devlet tarafından ödeneceği kararlaştırılmış, Türk-Yunan tarafları arasındaki azınlık sorunları sonucunda mübadele önlemleri kararlaştırılmış ancak Musul sorunu çözülememiştir. İngiltere'nin Musul üzerine iddialarıyla savunduğu görüşler her iki tarafı da ikna edememiş ve İngilizler oradaki Kürt çoğunluğun azınlık olduğunu iddia ederek Musul'un Irak'a verilmesini talep etmiştir; Türk tarafı buna şiddetle karşı çıkmıştır. (Hale, 2003) Sonuç olarak, bu müzakereler Türk tarafı için çok zor geçse de Lozan Antlaşması Türkiye'nin kuruluş belgesi oldu.
Üçüncü analiz konusu olan ve Lozan'da çözülemeyen Musul sorunu, bu dönemde Türk-İngiliz ilişkilerinin en büyük sorunlarından biri olmuştur. Sorun, Mondros'un imzalanmasından sonra Britanya'nın 15 Kasım 1918'de Musul'u işgal etmesiyle başladı. İngiltere, bu işgalin Mondros'un 7. maddesine göre yapıldığını iddia etti. Türk tarafı, Mondros'un imzalanmasından sonra gerçekleşen işgallerin hiçbirini tanımadıklarını ifade etmiştir. (Şimşir, 2005) Bu sorun Lozan'a taşınmış ve orada da çözülememiştir. Lozan'da tartışılan konu, söz konusu bölgenin hangi ülkeye bırakılacağıdır. Türk tarafı Musul'da plebisit yapılmasını istemiş, İngiliz tarafı bölge halkının “cahil” ve bu anlamda yetersiz olduğu gerekçesiyle bunu kabul etmemiştir. (Oran, 2008) Türk tarafı, buradaki çoğunluğun Kürt ve Türkmen olduğunu belirterek, Kürtlerle Türklerin akraba olduğunu ve “turan” soyundan geldiklerini ileri sürmüştür. (Oran, 2008) İsmet Paşa, coğrafi olarak Musul'un Anadolu'nun uzantısı olduğunu belirtmiştir. Paşaya göre, Musul'u Akdeniz'e bağlayan demiryolları yapıldığında burası Irak'tan çok Anadolu'ya bağımlı olmuştu. Ayrıca, Musul'un ekonomik olarak Diyarbakır’a ve Akdeniz limanlarına bağlı olduğu ifade edildi. Irak devletine kalan Bağdat ve Basra ekonomik olarak bu ülke için yeterliydi. Bu tezlere ek olarak Türk heyeti, İngiltere'nin Musul'la ilgili çelişkilerini ortaya koyarak durumu sağlamlaştırmaya çalıştı. Örneğin İngiltere'nin Ekim 1922 anlaşmasıyla Irak'ın toprak bütünlüğünü korumayı taahhüt ettiği iddiası karşısında İsmet Paşa, İngiltere'nin Musul'u Sykes-Picot Anlaşması ile Irak'tan ayırıp Fransızlara verdiğini savundu. Ayrıca İsmet Paşa Irak'ın resmi olarak Osmanlı İmparatorluğu'nun bir parçası olması sebebiyle ise, bu statüde "de facto" bile denemeyecek bir devlet ile yapılan anlaşmanın geçerli olamayacağını da belirtti. İsmet Paşa zaman zaman ılımlı bir tavır takınarak Musul'un Türkiye'ye bırakılması halinde dünyanın oradaki petrolden mahrum bırakılmayacağına dair güvence verdi. Bazen ise Curzon'a Musul'u almadan Ankara'ya dönmeyeceğim diyerek kararlı bir tavır takındı.” (Oran, 2008) Yukarıda da bahsedildiği gibi İngiltere ise her zaman Kürtlerin “Müslüman azınlık” olduğunu iddia etmiştir. İngiltere'nin Musul'u bırakmak istememesinin bir nedeni de şöyle izah edilebilir: "Lord Curzon, (İngiliz Dışişleri Bakanı) "Fırat, Büyük Britanya'nın batı sınırıdır" fikrini savunarak (Hindistan bölgesi üzerinden düşünüldüğünde) bu bölgenin stratejik önemini vurgulamıştır. (Oran, 2008) Musul sorunu bu anlaşmazlıklar nedeniyle Lozan'da çözülememiş ve İngiltere sorunu "Milletler Cemiyeti’ne taşımıştır.
Konunun Milletler Cemiyeti'ne getirilmesi ile bu konunun sistem düzeyinde analiz edilmesi kaçınılmaz hale gelmiştir. O dönemin uluslararası sistemi Milletler Cemiyeti'ni kurmuş ve ilk kez küresel anlamda uluslararası bir örgütün varlığını deneyimlemiştir. Hale (2003)'e göre, Milletler Cemiyeti'nin kurulmasıyla birlikte verilen ortak güvenlik taahhütlerinin barışı koruyacağı umulmuştu, ancak güç dengesi bu barışı sağlayamadı ve bir felakete neden oldu; (Hale, 2003) Uluslararası sistemin yapısı ve Milletler Cemiyeti'nin o zamanki durumu buydu. İngiltere, bu sorunu Türkiye'nin o dönemde üyesi olmadığı bir cemiyete taşımıştı. Milletler Cemiyeti bu konuyu görüşerek, “Soruşturma komisyonu kurulmasına ve konunun yerinde incelenmesine karar verdi. Sonuçta Konsey, Türkiye'yi memnun edecek bir karara varamadı, yerel halkın Türkiye'yi tercih ettiği fikrini de reddetti. Temmuz 1925'te hazırlanan raporla bölge Irak'a verildi. Konseyin yargılama ve karar alma hakkını sorgulayan Türkiye, bu karara karşı çıktı. Bunun üzerine Uluslararası Adalet Divanı'na başvuru yapıldı. Mahkeme 21 Kasım 1925'te Konsey'in kararının her iki tarafı da bağlayıcı olduğuna karar verdi. 16 Aralık'ta Konsey oybirliğiyle Irak lehine bir karar aldı. Öte yandan, 1922'de Atatürk'ün dediği gibi, uzun yıllar süren mücadeleden sonra savaştan yorulan Türkiye, Musul için savaşa girmeye hazır değildi. Bu nedenle Nisan 1926'da Ankara'da yeniden başlayan karşılıklı müzakereler sonucunda, takip eden 25 yıl boyunca Musul'da üretilen petrolün getireceği finansal kazancın yüzde yirmi beşinin Türkiye'ye ödenmesi koşuluyla Konsey kararı kabul edildi. (Hale, 2003) Türkiye kararın alındığı cemiyete 12 yıl sonra katıldı. Cemiyetin kurulduğu dönemde cemiyetin ilk üyeleri ile savaş halinde olan Türkiye, bu cemiyete karşı ilk etapta temkinli davranmıştır. Türkiye daha sonra davet üzerine katılmayı kabul etmiş ve belirlenen temel ilkelerin uygulanması halinde cemiyetin başarılı olabileceğini öngörmüştür. Ancak, karar alıcı ülkelerin bu temel ilkelere uyumu konusunda şüpheleri devam etmiştir. (Barlas, 2017) Sonuç olarak her iki ülkenin de o dönemde üye olduğu ve başarısızlıkla sonuçlanan bu cemiyet, dönemin sistem düzeyinde analizi açısından çok önemli bir örnektir.
Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte iki ülke ilişkilerinde başlıca mesele büyükelçilik meselesi olmuştur. Ankara, Cumhuriyetin başkenti olarak ilan edildiği için Türkiye tüm ülkelerin büyükelçiliklerinin buraya taşınmasını talep etmiş, İngiltere bunu kabul etmemiştir. İngiltere, İstanbul gibi uzun yıllardır diplomatik ve istihbarat faaliyetleri gösterdiği ve tanıdığı bir şehirden Ankara gibi bir Anadolu şehrine büyükelçi atamak istemiyordu. Örneğin Dışişleri Bakanı Austen Chamberlain Kasım 1924'te Ankara gibi "Anadolu'nun ortasındaki kirli küçük bir dağ köyüne" büyükelçi düzeyinde bir diplomat gönderemeyeceğini söyledi. Öte yandan Türk hükümeti, ücretsiz arazi vererek yeni büyükelçiliğin açılmasına yardımcı olabileceğini beyan ediyordu. (Oran, 2008) Bu sorun Musul sorununun çözümü ile aşıldı ve İngiltere Ankara'da büyükelçilik açmayı kabul etti. Bu konunun dışında iki ülke arasındaki ilişkiler zaman içinde olumlu yönde ilerlemiş ve 1930'larda İngiliz Kralı Edward'ın Ankara'yı ziyaretinden sonra ilişkiler normalleşmeye devam etmiştir. Bu ziyaretin en önemli etkenlerinden biri de Atatürk'ün şahsi karizması ve olağan dışı başarısıdır. Zannediyoruz ki aksi bir durumda bir İmparatorluk hükümranı genç ve yoksul bir cumhuriyete bu kadar ilgi içerisinde bir ziyaret gerçekleştirmeyi öncelemezdi. Ayrıca, bu dönemde Türkiye, ülkesindeki ihalelerde ve fabrika açılışlarında İngiliz şirketlerine öncelik vermeye başlamış ve ilişkileri geliştirmiştir.
O dönemdeki ilişki analizlerinin son ve en önemli katmanı, bireysel düzeyde analiz olmalıdır. Bu düzeyde karşımıza çıkan en önemli lider kuşkusuz Atatürk'tür. Atatürk, Kurtuluş Savaşı'nda batılılarla savaşmasına rağmen, batılılaşma fikrinden vazgeçmemiş ve bu dönemde Baskın Oran (2008)'a göre "batıya karşı Sovyetler ve batıya karşı batı" taktikleri ile diplomasisini mükemmel bir şekilde uygulamıştır. Ayrıca yine Baskın Oran'ın görüşlerine göre Atatürk, Batıya karşı revizyonist bir hareketin lideri olmadığını ve batının statükosuna saygı duyduğunu deklare eden bir liderdir. Ancak bu tanımlama özellikle sol tandanslı tarihçiler açısından problemli bir durum teşkil edebilir. Naçizane fikrimiz, iki vaziyette de, Ulu Önder Atatürk akılcı bir tutumun dışına çıkarak duygusal ve aşırı düşmanlıklar beslememiş, ancak yumuşak başlı bir mandacı da olmadan mücadele vererek bir ulus yaratmış ve Türklerin Babası sıfatıyla tüm dünya toplumu tarafından saygıyla karşılanmıştır. Ek olarak dış politika açısından gerçekten tutarlı, güvenilir ve saygın bir lider olmuştur. Bu özelliklerin örnekleri, yukarıdaki paragraflardaki eylemlere dayandırılabilir. Yapabileceğinden daha ileri gitmemiş ve küçük bir mesele için tüm zaferi riske atmamıştır. Sonuç olarak savaşı kazanmış ve cumhuriyeti ilan ederek yeni bir ulus-devlet yaratmıştır. Bu süreçte dış politikada “Yurtta sulh cihanda sulh” ilkesini benimseyerek hem batı dünyasıyla ilişkilerini geliştirmiş hem de bütün çabasını Kemalist devrimlere ve bu devrimlerin kazanımlarına yöneltmiştir. Söz konusu dönemde Türk Devletini yeni bir savaştan uzak tutmuş ve ölümünden sonra olası bir dünya savaşı olması durumunda ülkenin bu savaşa girmemesi gerektiğini düşünmüştür. Tüm bu özellikleriyle Türk-İngiliz ilişkilerine bu dönemde en büyük damgayı vuran lider Atatürk olmuştur. Birey düzeyinde analiz kapsamında ele alınabilecek diğer bir aktör ise İsmet İnönü'ydü. O dönemde Türk heyetinin Lozan'daki temsilcisi ve Cumhuriyetin başbakanı olan İnönü, askeri kimliği sebebiyle İngilizlerle ilişkilerinde sert ama çözüm odaklı bir insan olmuştur. Diplomat olmamasına rağmen Lozan gibi bir toplantıya katılarak taviz vermemeye çalışmış ülkesinin çıkarlarını başarıyla savunmuştur Söz konusu diğer bireyler ise Bekir Sami ve Yusuf Kemal'dir. Bu iki ülke arasındaki ilişkilere katkıları yukarıdaki paragraflarda belirtilmiştir.
Bu dönemde İngiliz Devletinin dış politika aktörlerini ele alacak olursak en önemli iki isim şüphesiz Lloyd George ve Lord Curzon'dur. Bu dönemde George, Yunanlıları açıkça destekleyerek Türk-İngiliz ilişkisine zarar veren bir lider olmuştur. Curzon'un düşünceleri ise kendi başbakanından farklıydı ve Yunanlılara verilen desteğin başarılı olmayacağını savunuyordu. (Oran, 2008) Ayrıca Curzon, Lozan Görüşmeleri sırasında Türk tarafını zor duruma sokmuş ve Musul sorununun çözülememesinin ana nedeni olmuştur. Kendisi Türklere karşı antipatisi olan, gerçekten deneyimli, zor bir diplomattı. Bu dönemin bir diğer şahsı da kısmen Türk yanlısı duruşu savunan ve Sovyet tehdidine karşı Türkiye ile işbirliğini dile getiren Savaş Bakanı Winston Churchill'di. (Hale, 2003)
Özetle, Bu çalışmada Türk-İngiliz ilişkileri (1919-38) en önemli olaylar, devlet düzeyinde, sistem düzeyinde ve bireysel düzeyde analizlerle ele alınmıştır. Bu iki ülkenin tarihi altyapıları ve diplomatik ilişkileri göz önünde bulundurularak, tarihi olaylar dış politika analizleriyle açıklanmış ve aydınlatılmıştır. Yazıda bahsedilen olaylara bakıldığında, o dönemde bu iki ülke arasındaki ilişkilerin karmaşık, olumsuz ve çözülmesi güç olduğu kesindir. Aslında söz konusu dönemdeki ilişkiler “düşmanlık” kelimesiyle tanımlanabilir. Bunun nedeni, iki ülkenin tarihi hafızalarının sebep olduğu endişeler ve çıkarımlardır. İngilizler modern anlamda imparatorluk olduktan sonra kolay kolay uzun süreler boyunca zafer kazanmaksızın savaşmamışlardır. Ancak Türkler onlara Çanakkale Savaşı gibi bir mağlubiyet yaşatmış ve tarihi hafızalarından silinmeyecek hatıralar oluşturmuştur. Bu durum, incelediğimiz dönemde İngiliz gözünden Türk-İngiliz ilişkilerinin temel altyapısıydı. Türk tarafının İngiltere algısı da buna benzerdir. Tarihlerinin son döneminde çeşitli olaylar nedeniyle sık sık İngiltere'yi karşılarında bulan Türkler, bu dönemde ilişkilerinde temkinli davranarak tarihi hafızalarına sadık kalmışlardır. Böyle gergin bir ilişkinin normalleşmesi ve toparlanması ise büyük ve akılcı liderlerle mümkündür. Bu liderlerin en büyük örneklerinden biri Atatürk'tür. Bu dönemde İngiltere'ye karşı savaşmasına rağmen, Batılılaşmadan ve batılı devletlerle köklü ilişkiler kurmaktan vazgeçmeyen Atatürk, savaşı milletinin çıkarları için en iyi şekilde sonlandırmış, daha sonra İngiltere ile ilişkileri düzeltmeye yönelik bir politika ile ülkesine ve Türkiye'nin dış ilişkilerdeki konumuna önemli katkılarda bulunmuştur. Naçizane fikrimiz, Atatürk'ün bu dönemdeki dış politika vizyonu ve İngiltere ile kurduğu ilişkiler, tüm Türk diplomatlarına ve dış politika ile ilgilenen tüm akademisyenlere ve öğrencilere ilham olmalıdır. Türk ulusu ise böyle yüce bir liderin varlığından kıvanç duyarak onu ilelebet minnetle anmalıdır çünkü böyle bir şahsın bu topraklarda yetişip bu toprakların kaderini tümden değiştirmesi durumu Türk ulusunun bir başarısı değil, ancak tarihin ulusumuza bir armağanıdır.
Siyasi ve diplomatik alanda bu tür gelişmeler yaşayan bir ülkenin, o dönemin en etkin devletlerinden biri olan İngiltere ile çeşitli diplomatik ilişkilerinin olmaması söz konusu değildir. Ancak Osmanlı döneminden önce, Türk ve İngiliz toplumunun atalarının ilk teması, Kavimler Göçü’ne dayanıyordu. Orta Asya'dan kavimler halinde gelen Türk göçebeleri, günümüz Avrupa medeniyetleri olan Germen, Anglo-Saxon, Frank ve birçok barbar kavimleri Avrupa'ya göç etmeye zorlamış ve bu olay sonucunda Anglo-Saxon krallıkları ortaya çıkmıştır. Daha sonra, özellikle Kanuni Sultan Süleyman döneminde, tüm Avrupa'nın en büyük gücü olan V. Charles'dan rahatsız olan Fransa ve İngiltere gibi devletler, Osmanlı İmparatorluğu ile çeşitli temaslarda bulundular. Bu devletler, V. Charles'a karşı Osmanlı'dan yardım ve işbirliği istediler. Bu örnek, İngiltere ile Türk Devleti arasındaki ikinci temastır. Gelişmeler ışığında “İngiltere ile diplomatik ilişkilerin başlangıcı 16. yüzyıla kadar uzanmaktadır. İlk İngiliz elçisi 1583 yılında İstanbul'a atandı. Ancak Osmanlı devleti genel politikası çerçevesinde 1793’e kadar bu ülkeye elçi göndermedi. (Oran, 2008) İlerleyen dönemlerde bu ilişkiler farklılaşmış ve giderek güçlenen İngiltere olası bir Rus tehdidine karşı zayıflayan Osmanlı Devleti'ni korumaya çalışmış ve böylece diplomatik ilişkiler artmıştır. Buna göre İngiltere'nin Osmanlı devletinin toprak bütünlüğünü koruma politikası, Rusya'nın bu devletin parçalanması sonucunda Akdeniz'e ve Balkanlar'a inebileceği ve bu parçalanmadan güçlü bir şekilde çıkacağı endişesine dayanıyordu. İngiltere'nin tüm bu siyasi ve diplomatik çabaları o dönemde kendi çıkarlarıyla uyumlu olduğundan, Türk-İngiliz diplomasisi uzun yıllar bu ana konu etrafında şekillenmiştir. Ancak 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşından sonra Osmanlı İmparatorluğu'nun gücünü büyük ölçüde kaybetmesi ve artık "hasta adam" olarak görülmesi üzerine İngiltere, bu ülkenin varlığını korumak için şekillendirdiği diplomasiden vazgeçmiş ve çökmüş bir bedenin en önemli parçalarını elde etme girişimlerine başlamıştır. Sonuç olarak, Kıbrıs ve Mısır fiilen ilk aşamada Osmanlı devletinden koptu. Tüm bu gelişmeler iki ülke arasındaki diplomatik işbirliğini bozmuş ve Osmanlı'yı yeni bir ittifak arayışına itmiştir. Nihayetinde siyasi birliğini yeni kazanmış ve dönemin en güçlü kara kuvvetlerine sahip olan Almanya, Osmanlı Devleti ile işbirliğini güçlendirmiştir. Bu durumlar İngiltere ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki ilişkileri derinden sarsmış ve 1. Dünya Savaşı sırasında farklı cephelerde yer almalarına neden olmuştur. Savaşın sonunda Osmanlı İmparatorluğu'nun yenilmesi sonucunda Osmanlı toprakları İtilaf Devletleri tarafından işgal edilmiş ve İngiliz-Türk ilişkileri böyle bir dönemle devam etmiştir. Bu çalışmanın konusu olan 1919-1938 yılları arasındaki İngiliz-Türk ilişkileri, böylesine tarihi bir arka planla gerçekleşmiş ve o dönemin diplomatik ilişkilerini büyük ölçüde etkilemiştir.
Bu çalışmanın odak noktası, bu iki ülke arasındaki ilişkilerin o dönemde dış politika doğrultusunda analizi olacaktır. Bu analizin kapsamı, sistem düzeyinde analiz, devlet düzeyinde analiz, birey düzeyinde analiz ve bu dönemde iki ülke ilişkilerine damgasını vuran olaylar özelinde dönemi geniş bir perspektifte incelemektir. Bu kapsama bağlı olarak Musul sorunu gibi iki ülke arasındaki ilişkilere damgasını vuran olaylar, o dönemdeki uluslararası sistemin yapısı ve bu iki devletin uluslararası kuruluşlar üzerindeki etkisi, devletlerin mevcut dönemdeki ahvali ve liderlerin bireysel dış politika görüşleri incelenecektir.
Bu tarihsel süreçlere bağlı olarak; devlet düzeyinde bir analizle başlamak gerekirse, 1919-1938 yılları arasında Türkiye çok karmaşık bir dönemdeydi. Özellikle “Osmanlı İmparatorluğu 1918'de yenildiğinde; İtilaf Devletleri, Türk devletinin uluslararası bağımsız bir aktör olarak sahneye çıkmasını önlemek için kalan tüm toprakları bölmeye hazırlanıyorlardı.” (Hale, 2003) Böyle bir dönemde Mustafa Kemal Paşa önderliğindeki Osmanlı subayları, Anadolu merkezli bir direniş hareketi başlatmış ve bu hareketin adı Milli Mücadele olmuştur. 1919 yılında Pontus ayaklanmaları ve tacizlerine isyan eden Türk halkını yatıştırmak ve olayları teftiş etmek için padişah tarafından görevlendirilen M. Kemal Paşa, Samsun'a gelerek Milli Mücadele'yi fiilen başlatmıştır.
Şüphesiz ki, “bu yıllarda Anadolu'nun durumu gerçekten harap vaziyetteydi ve milli mücadeleyi sürdürmek için gereken maddi imkânlar neredeyse yok gibiydi.” (Oran, 2008) Ancak, Amasya, Erzurum ve Sivas gibi illerde yapılan görüşme ve kongreler sonucunda mücadelenin amaç ve yöntemleri belirlenmiş, bu hareketin diğer bölgesel direnişlerin aksine topyekûn olarak tüm yurtta devam ettirilmesi kararlaştırılmıştır ve ilk olarak “Misak-ı Milli” kararları ortaya çıkmıştır. Bu kararlara göre vatanın sınırları belirlenmiş, Arap bölgelerindeki topraklar artık vatan olarak kabul edilmemiş ve o bölgelerde yaşayan insanların bağımsızlık veya manda kararlarına saygı duyulmuştur. (Hale, 2003) Anadolu'daki bu direniş hareketi, teslim olan İstanbul hükümetine (Amasya Protokolü) bu ilkeleri dayattı ve İtilaf kuvvetleri İstanbul'dayken bu konuları görüşmek üzere bir meclis toplandı. Mustafa Kemal Paşa, bu meclisin dış müdahale olmaksızın Anadolu'da yapılmasını istedi ancak sonuç istediği gibi gelişmedi. (Hale, 2003) Meclis İstanbul'da toplandı ve Anadolu hareketinin ortaya koyduğu "Misak-ı Milli" ilkeleri bu mecliste kabul edildi. Tüm bu hareketler ve Misak-ı Milli ilkelerinin kabul edilmesi sonucunda İstanbul, 16 Mart 1920 tarihinde İtilaf Devletleri tarafından resmen işgal edilmiştir. Meclis kapatılmış, meclis üyeleri sürgüne gönderilmiş ve sürgünden kaçarak Anadolu'ya intikal eden meclis üyeleri Kemal Paşa'nın önderliğindeki direniş hareketine katılmıştır. Bu durum Anadolu direniş hareketinin işine yaramaktaydı çünkü İstanbul'dan ümidini kesmeleri gerektiği herkes tarafından anlaşılmıştı. Böylece 23 Nisan 1920'de Ankara'da Türkiye Büyük Millet Meclisi kuruldu. Anadolu direnişi artık resmileşiyordu ve bu hareketin meşru adı artık "Ankara Hükümeti" olacaktı. İzmir'in Yunanlılar tarafından işgali ile halkın desteğini kazanarak otoritelerini güçlendiren Mustafa Kemal ve arkadaşları, İstanbul'un işgali ve meclisin kapatılması sonucunda büyük prestij kazanıyorlardı. (Oran, 2008) Bu prestij ve otorite, TBMM'nin açılmasıyla resmiyet kazandı ve Kurtuluş Savaşı'nın dinamikleri değişti.
Artık hem silahlı hem de diplomatik yollarla savaş veren Ankara Hükümeti, doğu cephesindeki başarılarının ardından batı cephesinde Yunanlıları durdurmayı başarmış ve taarruza muktedir hale gelmişti. (İnönü Savaşları, Sakarya Meydan Muharebesi) O sırada Anadolu'yu işgal eden Fransız ve İtalyan kuvvetleri, Ankara hükümetinin ciddiyetini ve yükselişini görerek, yıllarca süren savaşlardan yıpranan ordularını geri çekti. Artık savaş sadece Yunanlılara ve dolaylı olarak İngiltere'ye karşı sürüyordu. Bu dönemde Türkiye, yeni kurulan SSCB ile yakınlaştı ve Kurtuluş Savaşı için silah ve para yardımı aldı. Ancak bu ilişkiler tamamen stratejikti ve Türkiye olası bir Sovyet işgali korkusuyla hareket etti. Türkiye'nin o dönemdeki Sovyetler Birliği algısı şuydu: "Komünizme hayır, Sovyetlere evet." (Oran, 2008) Tüm bu gelişmelerle birlikte Ankara Hükümeti savaşı başarıyla sürdürdü ve zafer kazandı. Sonuç olarak Türkiye, mağlup devletlerle anlaşmalar yaparak savaşı sona erdirdi ve cumhuriyeti ilan etti. Söz konusu anlaşma dönemi, çalışmanın geri kalanında daha ayrıntılı olarak ele alınacaktır. Yeni kurulan "genç cumhuriyet", çatışma ortamını geride bırakarak ülke içinde modernleşme ve batılılaşma reformlarına odaklanmış, ekonomik, siyasi, askeri ve sosyal olarak çöken bir ülkeyi yeniden yaratmıştır. Bunlar, Türkiye'nin bu döneme ilişkin devlet düzeyindeki analizinin sonuçları ve tarihsel olaylarıdır.
Yazının bir diğer aktörü olan İngiltere, o dönemde devlet düzeyinde başka bir analize tabi tutulmalıdır, çünkü o dönemde İngiltere savaşın galibi olmasına rağmen, sosyal ve askeri olarak yorgun ve yeni bir savaşı göze alamayacak bir durumdaydı. Bu dönemi şekillendiren bir başka konuya değinecek olursak, “1. Dünya Savaşı tüm şiddetiyle sürerken, İtilaf devletleri Osmanlı toprakları için kendilerine tutarsız ve çelişkili faturalar hazırlamışlardı.” (Hale, 2003) İngiltere bu tür faturaların en büyük aktörü olarak savaşı kazandı. Buna göre, İngiltere'nin diğer İtilaf Devletleri ile yaptığı müzakereler şöyledir: “İngiltere, Fransa ve İtalya arasında imzalanan bir anlaşma ile İtalya, Batı ve kısmen Güney Anadolu'da, Fransa Kilikya bölgesinde nüfuz sahibi olacaktı. Bu anlaşmaya göre, müstakbel Türk devleti sembolik olarak yöneteceği İstanbul ile birlikte Orta ve Kuzey Anadolu'ya sıkıştırıldı. Osmanlı veya Türk (Ankara) parlamentosu Sevr Antlaşması'nı onaylamadığı için bu paylaşımlar aslında hukuken geçersizdi. Ancak yine de İtilaf Devletlerinin planlarını göstermesi açısından önemlidir. William Hale (2003)'e göre, bu antlaşmanın uygulanmaması, İngiliz politikasının başarısızlığını göstermektedir. Daha sonra İngiltere bu pazarlıkların bir kısmından vazgeçerek Osmanlı topraklarının batı kısmının işgal hakkını İtalyanlar yerine Yunanlılara verdi. Bunun nedeni, Yunanistan gibi bir devletin o bölgelerde daha rahat yönetileceği düşüncesidir. Bu durum İtalya'yı İngilizlerden adeta soğutmuş ve Anadolu'yu savaşmadan terk etmelerine neden olmuştur. İngiltere'nin bir diğer anlaşmazlığı ise Fransa ile olmuştur. Savaştan sonra yenilen Almanya'yı bastırmak ve etkisiz hale getirmek isteyen Fransa, İngiltere'yi önünde engel olarak buldu. Bu durumu izah etmek gerekirse; İngiltere, Fransa'nın bu kadar güçlenerek Kıta Avrupası'nda potansiyel bir tehdit haline gelmesini ve kendisinden daha güçlü bir Avrupa devletini karşısında görmeyi istemiyordu. Bu tartışma sonucunda Fransa, Anadolu topraklarını işgal ettikten sonra direniş hareketleriyle mücadele etmekte isteksiz davranmış ve daha ileri gitmek istememiş, bu mücadelede Ermenileri ön saflarda kullandığı için Türk toplumunun büyük tepkisini çekmiştir. Sonuç olarak Ankara Antlaşması ile Anadolu topraklarından çekilmiş ve geri çekilirken silah ve mühimmatının bir kısmını Ankara Hükümetine bırakmıştır. Binaenaleyh, bu anlaşmazlıklar İngiltere'yi Anadolu'nun işgalinde yalnız bırakmış ve başarısızlığa neden olmuştur. İngiltere'nin içinde bulunduğu bir diğer kafa karışıklığı da, büyük bir Arap krallığı vaadine karşılık Arapları Osmanlılara karşı ayaklandırmış olmasıydı. İngiltere, 1916'da gizli Sykes-Picot anlaşmasıyla bölgedeki etkisini Fransa ile paylaşmayı kabul etti. Ancak büyük bir Arap krallığının kurulamaması, Kürt ve Ermeni devleti vaatlerinin yerine getirilmemesi bölge kabileleri arasında hayal kırıklığı yarattı. Bu faktörler İngiltere'nin Ortadoğu'yu kontrol etmesini zorlaştırdı. Bu arada, İngiltere'de iç karışıklıklar mevcuttu. Hindistan ve Mısır'da bağımsızlık hareketleri ortaya çıkmaya başladı. Aynı zamanda, İngiltere'de işçi hareketleri yükselirken, İrlanda'da İngiliz yönetimine karşı isyanlar patlak verdi. (Oran, 2008) Ayrıca, Türklere karşı başarısızlık ve Yunanlıların yenilgisiyle beraber, Yakın Doğu politikasının başarısız olması sonucunda Başbakan Lloyd George istifa etti. Çalışmanın ele aldığı dönemde İngiltere'nin devlet düzeyindeki analizi de bu olaylar çerçevesinde şekillenmiştir.
1919-1938 yılları arasındaki Türk-İngiliz ilişkilerini, Kurtuluş Savaşı, Lozan Barış Antlaşması, Musul Sorunu ve Cumhuriyetin ilanı gibi önemli konularla incelemek mümkündür. Kurtuluş Savaşı'nda Türk-İngiliz ilişkilerini tanımlamamız gerekirse, Baskın Oran (2008)'a göre, bu dönemde Türkiye İngiltere ile dolaylı bir savaş halindedir. Bu savaş, milli mücadelenin başlangıcından Yunanlıların bozguna uğramasına kadar sürmüştür. Bu dönemde İngiltere'nin Yunanlılara verdiği destek, Ankara Hükümeti ile olan gerilimin artmasına ve Anadolu direnişinin güçlenmesine neden oldu çünkü Türk halkı, işgalin Yunanlılar tarafından gerçekleştirilmesine ayrıca tepkiliydi ve bu durum adeta bir şeref meselesiydi. Bu tepki başka bir ulus tarafından gerçekleştirilecek işgallere tepkisiz kalınacağı anlamına gelmemelidir; Türk ulusu, eski komşuları olan, beraberce yaşadıkları bir ırkın bu insaniyet dışı tutumlarına karşı ekstra bir nefret beslemekteydi. Bu işgale tepki gösteren Mustafa Kemal Paşa, İngiliz yetkilileri tutuklayarak işgale karşılık vermiş ve işgali protesto ettiğini bir telgrafla tüm dünyaya duyurmuştur. Sonraki yıllarda ilişkiler şöyle gelişti: “1921 yılından itibaren Türk-İngiliz ilişkilerinde bir yumuşama havası oluşmaya başladı. Bunun birinci nedeni, İngiliz hükümetinin Türkiye politikasına yönelik gelişen iç tepkilerdi. İkinci olarak, Anadolu hareketi güçleniyordu. Üçüncü olarak, bu dönemde doğu cephesinde elde edilen başarılar sonucunda Aralık 1920'de Gümrü Antlaşması'nın imzalanması, Anadolu hareketinin hem prestijini artırmış hem de İngiltere ile ilişkilerdeki konumunu güçlendirmiştir. Dördüncü neden olarak, Türk-İngiliz ilişkilerinde bir dönüm noktası olan 19 Ocak 1919'daki Birinci İnönü Savaşı'nı belirtmek gerekir. Yunan ordularını ilk kez durduran bu gelişme, İngiltere'nin doğrudan savaş riskine girmeden Yunanistan üzerinden izlediği siyasetin başarısızlığını gözler önüne serdi. Ayrıca Anadolu hareketinin yerel bir direnişle sınırlı olmadığı, bir düzenli ordu tarafından sürdürüldüğü tamamen anlaşıldı. Bu yumuşama sonucunda iki ülke arasındaki ilk resmi temas Londra Konferansı ile başlamıştır. Bu konferansın amacı, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Osmanlı Devleti'ne dayatılan Sevr Antlaşması'nın kararlarını değiştirmekti. Türk tarafı, Misakı-ı Milli ilkeleri doğrultusunda bir çözüm arayışındaydı, ancak İngiliz tarafı ve diğer İtilaf Devletleri buna yanaşmadı ve bunun sonucunda müzakerelerden bir sonuç çıkmadı. Bu konferansta Ankara Hükümeti'nin Dışişleri Bakanı Bekir Sami Bey, yetkisini aştığı ve İngiltere ve Fransa ile çeşitli esir pazarlık anlaşmaları yaptığı gerekçesiyle Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından istifaya zorlandı. (Hale, 2003) Bu dönemde Bekir Sami Bey'nin yerine Dışişleri Bakanı olarak atanan Yusuf Kemal Bey, haftalarca Londra ve Paris'e giderek İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon ile görüştü ve Misak-ı Milli ilkelerini kabul ettirerek savaşın sona ermesi için çabaladı. Bunun karşılığında İngilizler, varılacak anlaşmanın ardından ateşkesin imzalanmasını ve Yunanlıların geri çekilmesini kabul etmişti ancak Mustafa Kemal Paşa, ateşkes sonrasında Yunanların güçlerini toplayıp yeniden saldırmalarından çekinmekteydi ve bu teklifi reddetti. Sonuç olarak bu anlaşma girişimleri de başarısız oldu, çünkü Mustafa Kemal Paşa Rumların derhal geri çekilmesini şart koşuyordu. Aradan geçen bu dönem Ankara Hükümeti açısından oldukça akıllıca ve stratejik olarak düşünülmüş bir dönem olmuştur. Zira Türk orduları bu süreçte hazırlıklarını tamamlayıp Yunanlıları Anadolu'dan kovmaya hazırdı. Nitekim durum böyle gelişti ve 26 Ağustos'ta başlayan taarruz hareketi sonucunda İzmir 11 Eylül'de Yunan işgalinden kurtarıldı. Bu zaferin verdiği özgüvenle birlikte Türk birlikleri Gelibolu'ya yöneldi ve Türk-İngiliz ilişkileri bir kez daha krizle karşı karşıya kaldı. Bu krizin adı Çanakkale Krizi'dir. (Chanak Affair) İngiltere bu hamleye karşı yeni bir savaş başlatmayı düşünse de başka bir seçenek mümkündü. Öncelikle İngiltere, diğer İtilaf Devletlerini ikna ederek Çanakkale'ye bir askeri birlik gönderdi. Türk tarafı ise Büyük Taarruz zaferini kaybetmek istemiyordu ve tansiyonu artırmayı tercih etmedi. Türk tarafı, Edirne'nin batısındaki bölge ile Meriç nehrinin boşaltılması şartıyla Mudanya'da mütareke görüşmelerine başlamayı kabul etti. Bu amaçla İsmet Paşa ile İtilaf Devletleri'nin işgal komutanları 3 Ekim 1922'de Mudanya'da bir araya geldi. Bu mütareke ile Doğu Trakya'nın tahliyesi kabul edilirken, Türk orduları barış görüşmelerine kadar Gelibolu, İzmit ve İstanbul'a girmemeyi kabul etti. Böylece Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra ilk kez Türkler Batılı devletlerle eşit şartlarda anlaşma yapmış ve Avrupa topraklarına yeniden girmişlerdi. (Oran, 2008) Ele alınması gereken ikinci konu olan Lozan görüşmeleri böyle bir atmosferle başladı. 20 Kasım 1922'de başlayan konferansta esas çekişme Türk temsilcisi İnönü ile İngiliz temsilcisi Curzon arasındaydı. Toplantının konuları yeni Türk Devletinin batı ve güney sınırları, kapitülasyonların kaldırılması, azınlıkların durumu ve Musul sorunuydu. Müzakereler gerçekten de bir savaş alanı edasıyla devam etti ve Musul sorunu dışındaki tüm sorunlar büyük ölçüde çözüldü. Buna göre Türk Devletinin sınırları belirlenmiş, Ege bölgesindeki Adalar meselesi çözülmüş, kapitülasyonlar kaldırılmış, Osmanlı Devleti'nin borçları ve bu borçların ne kadarının yeni devlet tarafından ödeneceği kararlaştırılmış, Türk-Yunan tarafları arasındaki azınlık sorunları sonucunda mübadele önlemleri kararlaştırılmış ancak Musul sorunu çözülememiştir. İngiltere'nin Musul üzerine iddialarıyla savunduğu görüşler her iki tarafı da ikna edememiş ve İngilizler oradaki Kürt çoğunluğun azınlık olduğunu iddia ederek Musul'un Irak'a verilmesini talep etmiştir; Türk tarafı buna şiddetle karşı çıkmıştır. (Hale, 2003) Sonuç olarak, bu müzakereler Türk tarafı için çok zor geçse de Lozan Antlaşması Türkiye'nin kuruluş belgesi oldu.
Üçüncü analiz konusu olan ve Lozan'da çözülemeyen Musul sorunu, bu dönemde Türk-İngiliz ilişkilerinin en büyük sorunlarından biri olmuştur. Sorun, Mondros'un imzalanmasından sonra Britanya'nın 15 Kasım 1918'de Musul'u işgal etmesiyle başladı. İngiltere, bu işgalin Mondros'un 7. maddesine göre yapıldığını iddia etti. Türk tarafı, Mondros'un imzalanmasından sonra gerçekleşen işgallerin hiçbirini tanımadıklarını ifade etmiştir. (Şimşir, 2005) Bu sorun Lozan'a taşınmış ve orada da çözülememiştir. Lozan'da tartışılan konu, söz konusu bölgenin hangi ülkeye bırakılacağıdır. Türk tarafı Musul'da plebisit yapılmasını istemiş, İngiliz tarafı bölge halkının “cahil” ve bu anlamda yetersiz olduğu gerekçesiyle bunu kabul etmemiştir. (Oran, 2008) Türk tarafı, buradaki çoğunluğun Kürt ve Türkmen olduğunu belirterek, Kürtlerle Türklerin akraba olduğunu ve “turan” soyundan geldiklerini ileri sürmüştür. (Oran, 2008) İsmet Paşa, coğrafi olarak Musul'un Anadolu'nun uzantısı olduğunu belirtmiştir. Paşaya göre, Musul'u Akdeniz'e bağlayan demiryolları yapıldığında burası Irak'tan çok Anadolu'ya bağımlı olmuştu. Ayrıca, Musul'un ekonomik olarak Diyarbakır’a ve Akdeniz limanlarına bağlı olduğu ifade edildi. Irak devletine kalan Bağdat ve Basra ekonomik olarak bu ülke için yeterliydi. Bu tezlere ek olarak Türk heyeti, İngiltere'nin Musul'la ilgili çelişkilerini ortaya koyarak durumu sağlamlaştırmaya çalıştı. Örneğin İngiltere'nin Ekim 1922 anlaşmasıyla Irak'ın toprak bütünlüğünü korumayı taahhüt ettiği iddiası karşısında İsmet Paşa, İngiltere'nin Musul'u Sykes-Picot Anlaşması ile Irak'tan ayırıp Fransızlara verdiğini savundu. Ayrıca İsmet Paşa Irak'ın resmi olarak Osmanlı İmparatorluğu'nun bir parçası olması sebebiyle ise, bu statüde "de facto" bile denemeyecek bir devlet ile yapılan anlaşmanın geçerli olamayacağını da belirtti. İsmet Paşa zaman zaman ılımlı bir tavır takınarak Musul'un Türkiye'ye bırakılması halinde dünyanın oradaki petrolden mahrum bırakılmayacağına dair güvence verdi. Bazen ise Curzon'a Musul'u almadan Ankara'ya dönmeyeceğim diyerek kararlı bir tavır takındı.” (Oran, 2008) Yukarıda da bahsedildiği gibi İngiltere ise her zaman Kürtlerin “Müslüman azınlık” olduğunu iddia etmiştir. İngiltere'nin Musul'u bırakmak istememesinin bir nedeni de şöyle izah edilebilir: "Lord Curzon, (İngiliz Dışişleri Bakanı) "Fırat, Büyük Britanya'nın batı sınırıdır" fikrini savunarak (Hindistan bölgesi üzerinden düşünüldüğünde) bu bölgenin stratejik önemini vurgulamıştır. (Oran, 2008) Musul sorunu bu anlaşmazlıklar nedeniyle Lozan'da çözülememiş ve İngiltere sorunu "Milletler Cemiyeti’ne taşımıştır.
Konunun Milletler Cemiyeti'ne getirilmesi ile bu konunun sistem düzeyinde analiz edilmesi kaçınılmaz hale gelmiştir. O dönemin uluslararası sistemi Milletler Cemiyeti'ni kurmuş ve ilk kez küresel anlamda uluslararası bir örgütün varlığını deneyimlemiştir. Hale (2003)'e göre, Milletler Cemiyeti'nin kurulmasıyla birlikte verilen ortak güvenlik taahhütlerinin barışı koruyacağı umulmuştu, ancak güç dengesi bu barışı sağlayamadı ve bir felakete neden oldu; (Hale, 2003) Uluslararası sistemin yapısı ve Milletler Cemiyeti'nin o zamanki durumu buydu. İngiltere, bu sorunu Türkiye'nin o dönemde üyesi olmadığı bir cemiyete taşımıştı. Milletler Cemiyeti bu konuyu görüşerek, “Soruşturma komisyonu kurulmasına ve konunun yerinde incelenmesine karar verdi. Sonuçta Konsey, Türkiye'yi memnun edecek bir karara varamadı, yerel halkın Türkiye'yi tercih ettiği fikrini de reddetti. Temmuz 1925'te hazırlanan raporla bölge Irak'a verildi. Konseyin yargılama ve karar alma hakkını sorgulayan Türkiye, bu karara karşı çıktı. Bunun üzerine Uluslararası Adalet Divanı'na başvuru yapıldı. Mahkeme 21 Kasım 1925'te Konsey'in kararının her iki tarafı da bağlayıcı olduğuna karar verdi. 16 Aralık'ta Konsey oybirliğiyle Irak lehine bir karar aldı. Öte yandan, 1922'de Atatürk'ün dediği gibi, uzun yıllar süren mücadeleden sonra savaştan yorulan Türkiye, Musul için savaşa girmeye hazır değildi. Bu nedenle Nisan 1926'da Ankara'da yeniden başlayan karşılıklı müzakereler sonucunda, takip eden 25 yıl boyunca Musul'da üretilen petrolün getireceği finansal kazancın yüzde yirmi beşinin Türkiye'ye ödenmesi koşuluyla Konsey kararı kabul edildi. (Hale, 2003) Türkiye kararın alındığı cemiyete 12 yıl sonra katıldı. Cemiyetin kurulduğu dönemde cemiyetin ilk üyeleri ile savaş halinde olan Türkiye, bu cemiyete karşı ilk etapta temkinli davranmıştır. Türkiye daha sonra davet üzerine katılmayı kabul etmiş ve belirlenen temel ilkelerin uygulanması halinde cemiyetin başarılı olabileceğini öngörmüştür. Ancak, karar alıcı ülkelerin bu temel ilkelere uyumu konusunda şüpheleri devam etmiştir. (Barlas, 2017) Sonuç olarak her iki ülkenin de o dönemde üye olduğu ve başarısızlıkla sonuçlanan bu cemiyet, dönemin sistem düzeyinde analizi açısından çok önemli bir örnektir.
Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte iki ülke ilişkilerinde başlıca mesele büyükelçilik meselesi olmuştur. Ankara, Cumhuriyetin başkenti olarak ilan edildiği için Türkiye tüm ülkelerin büyükelçiliklerinin buraya taşınmasını talep etmiş, İngiltere bunu kabul etmemiştir. İngiltere, İstanbul gibi uzun yıllardır diplomatik ve istihbarat faaliyetleri gösterdiği ve tanıdığı bir şehirden Ankara gibi bir Anadolu şehrine büyükelçi atamak istemiyordu. Örneğin Dışişleri Bakanı Austen Chamberlain Kasım 1924'te Ankara gibi "Anadolu'nun ortasındaki kirli küçük bir dağ köyüne" büyükelçi düzeyinde bir diplomat gönderemeyeceğini söyledi. Öte yandan Türk hükümeti, ücretsiz arazi vererek yeni büyükelçiliğin açılmasına yardımcı olabileceğini beyan ediyordu. (Oran, 2008) Bu sorun Musul sorununun çözümü ile aşıldı ve İngiltere Ankara'da büyükelçilik açmayı kabul etti. Bu konunun dışında iki ülke arasındaki ilişkiler zaman içinde olumlu yönde ilerlemiş ve 1930'larda İngiliz Kralı Edward'ın Ankara'yı ziyaretinden sonra ilişkiler normalleşmeye devam etmiştir. Bu ziyaretin en önemli etkenlerinden biri de Atatürk'ün şahsi karizması ve olağan dışı başarısıdır. Zannediyoruz ki aksi bir durumda bir İmparatorluk hükümranı genç ve yoksul bir cumhuriyete bu kadar ilgi içerisinde bir ziyaret gerçekleştirmeyi öncelemezdi. Ayrıca, bu dönemde Türkiye, ülkesindeki ihalelerde ve fabrika açılışlarında İngiliz şirketlerine öncelik vermeye başlamış ve ilişkileri geliştirmiştir.
O dönemdeki ilişki analizlerinin son ve en önemli katmanı, bireysel düzeyde analiz olmalıdır. Bu düzeyde karşımıza çıkan en önemli lider kuşkusuz Atatürk'tür. Atatürk, Kurtuluş Savaşı'nda batılılarla savaşmasına rağmen, batılılaşma fikrinden vazgeçmemiş ve bu dönemde Baskın Oran (2008)'a göre "batıya karşı Sovyetler ve batıya karşı batı" taktikleri ile diplomasisini mükemmel bir şekilde uygulamıştır. Ayrıca yine Baskın Oran'ın görüşlerine göre Atatürk, Batıya karşı revizyonist bir hareketin lideri olmadığını ve batının statükosuna saygı duyduğunu deklare eden bir liderdir. Ancak bu tanımlama özellikle sol tandanslı tarihçiler açısından problemli bir durum teşkil edebilir. Naçizane fikrimiz, iki vaziyette de, Ulu Önder Atatürk akılcı bir tutumun dışına çıkarak duygusal ve aşırı düşmanlıklar beslememiş, ancak yumuşak başlı bir mandacı da olmadan mücadele vererek bir ulus yaratmış ve Türklerin Babası sıfatıyla tüm dünya toplumu tarafından saygıyla karşılanmıştır. Ek olarak dış politika açısından gerçekten tutarlı, güvenilir ve saygın bir lider olmuştur. Bu özelliklerin örnekleri, yukarıdaki paragraflardaki eylemlere dayandırılabilir. Yapabileceğinden daha ileri gitmemiş ve küçük bir mesele için tüm zaferi riske atmamıştır. Sonuç olarak savaşı kazanmış ve cumhuriyeti ilan ederek yeni bir ulus-devlet yaratmıştır. Bu süreçte dış politikada “Yurtta sulh cihanda sulh” ilkesini benimseyerek hem batı dünyasıyla ilişkilerini geliştirmiş hem de bütün çabasını Kemalist devrimlere ve bu devrimlerin kazanımlarına yöneltmiştir. Söz konusu dönemde Türk Devletini yeni bir savaştan uzak tutmuş ve ölümünden sonra olası bir dünya savaşı olması durumunda ülkenin bu savaşa girmemesi gerektiğini düşünmüştür. Tüm bu özellikleriyle Türk-İngiliz ilişkilerine bu dönemde en büyük damgayı vuran lider Atatürk olmuştur. Birey düzeyinde analiz kapsamında ele alınabilecek diğer bir aktör ise İsmet İnönü'ydü. O dönemde Türk heyetinin Lozan'daki temsilcisi ve Cumhuriyetin başbakanı olan İnönü, askeri kimliği sebebiyle İngilizlerle ilişkilerinde sert ama çözüm odaklı bir insan olmuştur. Diplomat olmamasına rağmen Lozan gibi bir toplantıya katılarak taviz vermemeye çalışmış ülkesinin çıkarlarını başarıyla savunmuştur Söz konusu diğer bireyler ise Bekir Sami ve Yusuf Kemal'dir. Bu iki ülke arasındaki ilişkilere katkıları yukarıdaki paragraflarda belirtilmiştir.
Bu dönemde İngiliz Devletinin dış politika aktörlerini ele alacak olursak en önemli iki isim şüphesiz Lloyd George ve Lord Curzon'dur. Bu dönemde George, Yunanlıları açıkça destekleyerek Türk-İngiliz ilişkisine zarar veren bir lider olmuştur. Curzon'un düşünceleri ise kendi başbakanından farklıydı ve Yunanlılara verilen desteğin başarılı olmayacağını savunuyordu. (Oran, 2008) Ayrıca Curzon, Lozan Görüşmeleri sırasında Türk tarafını zor duruma sokmuş ve Musul sorununun çözülememesinin ana nedeni olmuştur. Kendisi Türklere karşı antipatisi olan, gerçekten deneyimli, zor bir diplomattı. Bu dönemin bir diğer şahsı da kısmen Türk yanlısı duruşu savunan ve Sovyet tehdidine karşı Türkiye ile işbirliğini dile getiren Savaş Bakanı Winston Churchill'di. (Hale, 2003)
Özetle, Bu çalışmada Türk-İngiliz ilişkileri (1919-38) en önemli olaylar, devlet düzeyinde, sistem düzeyinde ve bireysel düzeyde analizlerle ele alınmıştır. Bu iki ülkenin tarihi altyapıları ve diplomatik ilişkileri göz önünde bulundurularak, tarihi olaylar dış politika analizleriyle açıklanmış ve aydınlatılmıştır. Yazıda bahsedilen olaylara bakıldığında, o dönemde bu iki ülke arasındaki ilişkilerin karmaşık, olumsuz ve çözülmesi güç olduğu kesindir. Aslında söz konusu dönemdeki ilişkiler “düşmanlık” kelimesiyle tanımlanabilir. Bunun nedeni, iki ülkenin tarihi hafızalarının sebep olduğu endişeler ve çıkarımlardır. İngilizler modern anlamda imparatorluk olduktan sonra kolay kolay uzun süreler boyunca zafer kazanmaksızın savaşmamışlardır. Ancak Türkler onlara Çanakkale Savaşı gibi bir mağlubiyet yaşatmış ve tarihi hafızalarından silinmeyecek hatıralar oluşturmuştur. Bu durum, incelediğimiz dönemde İngiliz gözünden Türk-İngiliz ilişkilerinin temel altyapısıydı. Türk tarafının İngiltere algısı da buna benzerdir. Tarihlerinin son döneminde çeşitli olaylar nedeniyle sık sık İngiltere'yi karşılarında bulan Türkler, bu dönemde ilişkilerinde temkinli davranarak tarihi hafızalarına sadık kalmışlardır. Böyle gergin bir ilişkinin normalleşmesi ve toparlanması ise büyük ve akılcı liderlerle mümkündür. Bu liderlerin en büyük örneklerinden biri Atatürk'tür. Bu dönemde İngiltere'ye karşı savaşmasına rağmen, Batılılaşmadan ve batılı devletlerle köklü ilişkiler kurmaktan vazgeçmeyen Atatürk, savaşı milletinin çıkarları için en iyi şekilde sonlandırmış, daha sonra İngiltere ile ilişkileri düzeltmeye yönelik bir politika ile ülkesine ve Türkiye'nin dış ilişkilerdeki konumuna önemli katkılarda bulunmuştur. Naçizane fikrimiz, Atatürk'ün bu dönemdeki dış politika vizyonu ve İngiltere ile kurduğu ilişkiler, tüm Türk diplomatlarına ve dış politika ile ilgilenen tüm akademisyenlere ve öğrencilere ilham olmalıdır. Türk ulusu ise böyle yüce bir liderin varlığından kıvanç duyarak onu ilelebet minnetle anmalıdır çünkü böyle bir şahsın bu topraklarda yetişip bu toprakların kaderini tümden değiştirmesi durumu Türk ulusunun bir başarısı değil, ancak tarihin ulusumuza bir armağanıdır.
Kaynakça
Barlas, D. (2017). Milletler Cemiyeti’nde Türkiye: iyimserlik ve kuşku arasında. Uluslararası İlişkiler Dergisi 14, (54) s. 93-111. 13 Haziran 2022 tarihinde bu adresten erişildi.
Hale, W. (2003). Türk dış politikası. İstanbul: Mozaik Kitap.
Karasu, C. (1993). Tanzimat dönemi Osmanlı diplomasisine genel bir bakış. Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi, (04) s. 205-221. 13 Haziran 2002 tarihinde bu adresten erişildi.
Oran, B. (2008). Türk dış politikası. İstanbul: İletişim Yayınları
Şimşir, B. N. (2005). Musul sorunu ve Türkiye – İngiltere – Irak ilişkileri. Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi 21 (63) 859-916. 14 Haziran 2022 tarihinde bu adresten erişilmiştir.
Ahmet Yiğit Cangül
Hale, W. (2003). Türk dış politikası. İstanbul: Mozaik Kitap.
Karasu, C. (1993). Tanzimat dönemi Osmanlı diplomasisine genel bir bakış. Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi, (04) s. 205-221. 13 Haziran 2002 tarihinde bu adresten erişildi.
Oran, B. (2008). Türk dış politikası. İstanbul: İletişim Yayınları
Şimşir, B. N. (2005). Musul sorunu ve Türkiye – İngiltere – Irak ilişkileri. Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi 21 (63) 859-916. 14 Haziran 2022 tarihinde bu adresten erişilmiştir.
Ahmet Yiğit Cangül