Berat Şendil
Giriş
Geçtiğimiz altı yıl içinde Türk milliyetçiliği hak ettiği ilgiyi kamuoyunda bulmuş, fikirlerini daha büyük kitlelere tanıtmaya başlamıştır. Ancak bu ilgi bazı ayrışmaları getirdi, ayrışmalar fikirsel olarak bazı kavramları öne çıkardı ya da fikrin içinden doğup onu açıklayacak bir dile muhtaç bıraktı. Bu yazıda önce milletin ne olduğu, doğrusu ne olmadığı tanımı yapılacak, sonra Türk milliyetçiliğinde öne çıkan bazı kavramlar incelenip, bazı görüşler öne sürülecektir.
Milletin Ne Olduğuna Dair Tanım Denemesi
Millet, birçok kez tanımı yapılan bir olgu olduğundan tekrara düşmeye gerek yoktur. Yapılacak olan aynı Orta Çağ'ın İslam kelamcıları gibi milletin ne olmadığını tanımlamakla başlamak. Başta belirtmek gerekir ki millet halk değildir; Halk, milletin yaşayan güncel hali olabilir ama milletin tüm hasletlerini gösteremez. Çünkü günceldir ve güncel olan hiçbir şey kutsal değildir, ancak millet kutsaldır. Millet kısa bir zaman sürecine bakılarak anlaşılamaz çünkü onun yaşamından alınacak herhangi bir zaman kesiti milleti anlamak için yeterli değildir. Kavramı tanımak için süregelen bir kaç asrın incelenmesi bence şarttır. Bunlardan daha önemlisi millet değişmez değildir, uzun zaman içinde yaşadıkları coğrafyanın etkisiyle değişir. Bu noktada atlanılmaması gereken şudur ki millet dönüşmez, eğer dönüşürse ölür. Evet, bunu da söylemek gerekir ki milletler ölürler, onlardan kalan nüveler başka milletler doğurabilirler ancak yok olmaya mahkumdurlar.
"Peki millletleri ne yaşatır?" diyeceksiniz, bu tüm milletleri genellersek açıkca şöyle cevaplanabilir: Milletler inançlarıyla var olur. İnançları, yaşadıkları tarihsel maceralardan ötürü farklılık gösterebilir. Mesela Yahudiler topraklarından sürülüp türlü eza ve cefaya katlanmakla yükümlü olmalarına rağmen dinlerine olan bağlılıklarıyla ayakta durmuş, intikam arzusuyla hayatta kalmışlardır. Türk milletini ise dış tehditlere karşı sürekli tetikte olmak şekillendirmiştir. Tehlike tüm canlılar için korkulacak bir meseledir ve oldukça doğaldır. Ancak Türkler Altay Dağı eteklerinde göründüğünden bugüne kadar en fevkalade işleri, en üstün başbuğları tehlike altında olduğu zaman çıkarmıştır. Bunun en yakın örneği Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk milletiyle beraber verdiği Milli Mücadelemiz, Osmanlı dönemindeki örneği ise Yavuz Sultan Selim’dir. Daha da yakın örneği ise "Çözüm Süreci" döneminde Türk kimliğine alenen saldırılırken birbirinden bağlantısız gençlerin somut tehditi görerek kendi kendine organize olması, mücadele etmesidir.
Türk Kimliği anılırken hatırlanması gereken başka bir kavram da devlettir. Hem Türk- İslamcı hem de sol aydınlar Türklerde devletin kutsal olduğu hakkında ittifak eder, daha da ötesi buna dair tarihsel referanslarda bulunurlar. Ancak bu bir ezberdir, zira her modernite öncesi toplum gibi Türk toplumu da devleti genelde bir hanedanın mülkü, özelde yerel beylerin, ağaların gücü olarak görüyordu. Yani iddia edildiği gibi devletin kutsallığı, ilelebet bizimle gelen bir kavram değildi. Şunu not etmem lazım ki bu devletin ve hanedanın otoritesinin kutsal olmadığı anlamına gelmez. Osmanlı’ya isyan eden hiçbir güç hanedanın kutsiyetine saldırmıyor, mücadelesini yerel güçlere ya da "zat-ı şahanenin etrafında akılını çelen" odaklara karşı veriyorlardı. Yani Türk olmayan halkların bağımsızlık savaşlarını bir kenara koyarsak devletin ana öznesini alenen tehdit eden isyan yoktur. Çünkü modernite öncesi devleti yöneten hanedan somut bir aygıttan çok, mistik manası olan bir makamdı. Onun gücünün somut olarak azalması onun mistik manasına zarar vermiyordu. Üsküdar ötesini yönetemeyen padişahlık makamı yine de kutsaldı. Varsayımın daha açık olması için şu ekleme yerinde olur; hanedan her zaman için değerliydi ve diğer monarklardan farklı olarak kimse onu ortadan kaldırmak emelini gütmedi, ne var ki devlet aygıtına tüzel bir saygı yoktu. Yerel güçler ve güç odakları hanedanı kutsamaya devam ederek devleti kemire kemire bir ceset haline getirdiler. Hanedanın soyut kutsallığı devletin gerçek gücünün yok olmasını gizliyordu.
"Peki millletleri ne yaşatır?" diyeceksiniz, bu tüm milletleri genellersek açıkca şöyle cevaplanabilir: Milletler inançlarıyla var olur. İnançları, yaşadıkları tarihsel maceralardan ötürü farklılık gösterebilir. Mesela Yahudiler topraklarından sürülüp türlü eza ve cefaya katlanmakla yükümlü olmalarına rağmen dinlerine olan bağlılıklarıyla ayakta durmuş, intikam arzusuyla hayatta kalmışlardır. Türk milletini ise dış tehditlere karşı sürekli tetikte olmak şekillendirmiştir. Tehlike tüm canlılar için korkulacak bir meseledir ve oldukça doğaldır. Ancak Türkler Altay Dağı eteklerinde göründüğünden bugüne kadar en fevkalade işleri, en üstün başbuğları tehlike altında olduğu zaman çıkarmıştır. Bunun en yakın örneği Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk milletiyle beraber verdiği Milli Mücadelemiz, Osmanlı dönemindeki örneği ise Yavuz Sultan Selim’dir. Daha da yakın örneği ise "Çözüm Süreci" döneminde Türk kimliğine alenen saldırılırken birbirinden bağlantısız gençlerin somut tehditi görerek kendi kendine organize olması, mücadele etmesidir.
Türk Kimliği anılırken hatırlanması gereken başka bir kavram da devlettir. Hem Türk- İslamcı hem de sol aydınlar Türklerde devletin kutsal olduğu hakkında ittifak eder, daha da ötesi buna dair tarihsel referanslarda bulunurlar. Ancak bu bir ezberdir, zira her modernite öncesi toplum gibi Türk toplumu da devleti genelde bir hanedanın mülkü, özelde yerel beylerin, ağaların gücü olarak görüyordu. Yani iddia edildiği gibi devletin kutsallığı, ilelebet bizimle gelen bir kavram değildi. Şunu not etmem lazım ki bu devletin ve hanedanın otoritesinin kutsal olmadığı anlamına gelmez. Osmanlı’ya isyan eden hiçbir güç hanedanın kutsiyetine saldırmıyor, mücadelesini yerel güçlere ya da "zat-ı şahanenin etrafında akılını çelen" odaklara karşı veriyorlardı. Yani Türk olmayan halkların bağımsızlık savaşlarını bir kenara koyarsak devletin ana öznesini alenen tehdit eden isyan yoktur. Çünkü modernite öncesi devleti yöneten hanedan somut bir aygıttan çok, mistik manası olan bir makamdı. Onun gücünün somut olarak azalması onun mistik manasına zarar vermiyordu. Üsküdar ötesini yönetemeyen padişahlık makamı yine de kutsaldı. Varsayımın daha açık olması için şu ekleme yerinde olur; hanedan her zaman için değerliydi ve diğer monarklardan farklı olarak kimse onu ortadan kaldırmak emelini gütmedi, ne var ki devlet aygıtına tüzel bir saygı yoktu. Yerel güçler ve güç odakları hanedanı kutsamaya devam ederek devleti kemire kemire bir ceset haline getirdiler. Hanedanın soyut kutsallığı devletin gerçek gücünün yok olmasını gizliyordu.
Devlet ne zamandır kutsal?
Devlet en kısa tarifle millet dediğimiz yapının örgütlenmiş halidir. Temel amacı milletin yaşamını iyileştirmek, onun hedeflediği amaçlarına daha kolay eriştirmektir. Modernite sonrası devletin kendinde bir kutsallık söz konusu değildir, çünkü devlet halkın işini kolaylaştırmak zorundadır. Kutsallığın gerektirdiği bilinemezlik modern devletin özelinde yoktur. Türk milletinin kolektif düşüncesinde ise devlet olan öneminden daha önemli bir konumdadır. Modern bir formda kurulmasına rağmen Türk devleti tıpkı Orta Çağ devletleri gibi kutsal sayılmakta, onunla bütünleşen tüm değerleri tartışılmaz ilan edilmektedir.
Peki devlet ne zaman kutsal oldu ya da soruyu şöyle soralım; devlet hep mi kutsaldı? Tabii ki Türkler için devlet önemli bir kavramdı, onu yönetmek için kut gerekirdi. Ama bu kutsallığın şimdi mitolojisiyle ayakta duran devletle pek alakası yoktu, hoş bu kutsallığın inşasını yapanlar inşaat sırasında önceki devlet kavramının materyallerini kullanmışlardı. (Örneğin Türk-İslam fikrinin ve tüm milliyetçiliğin savunduğu tarih anlayışının ilk göstergelerinden biri olan Fuat Köprülü Türk tarihine ortak bir akış olarak bakıyordu.) Ancak şimdi önümüzde duran "kutsal devlet" diğer klasik devlet anlayışına göre oldukça gençtir. 19. asrın başında başlayan yenilgiler kitlesel Türk-Müslüman göçlere neden olmuş, Anadolu Kafkasya ve Balkanlardan gelen göçmenlere kucak açmak durumunda kalmıştır. Sürekli gelen bozgun hali sonunda düşman kuvvetleri Ankara’ya kadar gelmiş, Türk milleti elindeki son çabayla canhıraş şekilde vatanını savunmuştur. Ankara’da kurulan genç cumhuriyetle beraber elde kalan son vatanı korumayı amaçlayan sivil-askeri Kemalist bürokrasisi Türkiye’ye "Medeniyetin Beşiği" sıfatını vererek Anadolu’ya yeni bir vazife verdi. Kendisinden önce devam eden millet inşasını da sahiplenmiştir. Kemalist dönemin sonrasında da yaşananlar, komünizm tehdidi ve sonrasında gelen terör zaten şok içinde olan Türk kolektif hafızasını daha da ürkek hale getirmiştir. Bu sürekli tehdit halinde yaşama hali devlet kavramını kutsal kılmıştır. Yani devlet kutsal olduğu için kutsal olmamış, kutsal olması gerektiği için kutsal olmuştur. Dediğimi açayım; Türk milleti için devlet varlığın en büyük ereği olarak görülmekte olduğu için kutsaldır, devletsiz bir dünya onun için felakettir.
Peki devlet ne zaman kutsal oldu ya da soruyu şöyle soralım; devlet hep mi kutsaldı? Tabii ki Türkler için devlet önemli bir kavramdı, onu yönetmek için kut gerekirdi. Ama bu kutsallığın şimdi mitolojisiyle ayakta duran devletle pek alakası yoktu, hoş bu kutsallığın inşasını yapanlar inşaat sırasında önceki devlet kavramının materyallerini kullanmışlardı. (Örneğin Türk-İslam fikrinin ve tüm milliyetçiliğin savunduğu tarih anlayışının ilk göstergelerinden biri olan Fuat Köprülü Türk tarihine ortak bir akış olarak bakıyordu.) Ancak şimdi önümüzde duran "kutsal devlet" diğer klasik devlet anlayışına göre oldukça gençtir. 19. asrın başında başlayan yenilgiler kitlesel Türk-Müslüman göçlere neden olmuş, Anadolu Kafkasya ve Balkanlardan gelen göçmenlere kucak açmak durumunda kalmıştır. Sürekli gelen bozgun hali sonunda düşman kuvvetleri Ankara’ya kadar gelmiş, Türk milleti elindeki son çabayla canhıraş şekilde vatanını savunmuştur. Ankara’da kurulan genç cumhuriyetle beraber elde kalan son vatanı korumayı amaçlayan sivil-askeri Kemalist bürokrasisi Türkiye’ye "Medeniyetin Beşiği" sıfatını vererek Anadolu’ya yeni bir vazife verdi. Kendisinden önce devam eden millet inşasını da sahiplenmiştir. Kemalist dönemin sonrasında da yaşananlar, komünizm tehdidi ve sonrasında gelen terör zaten şok içinde olan Türk kolektif hafızasını daha da ürkek hale getirmiştir. Bu sürekli tehdit halinde yaşama hali devlet kavramını kutsal kılmıştır. Yani devlet kutsal olduğu için kutsal olmamış, kutsal olması gerektiği için kutsal olmuştur. Dediğimi açayım; Türk milleti için devlet varlığın en büyük ereği olarak görülmekte olduğu için kutsaldır, devletsiz bir dünya onun için felakettir.
Milletler düşünür mü?
Devlet kavramının biz Türkler için neden kutsal olduğunu ve bunun nelere dayandığını kısa şekilde anlattık. Şimdi sırada daha çetrefilli bir konu var; millet düşünür mü veya soruyu genişletelim, bir şekilde, bir araya gelmiş insanlar için düşünme yetisi ne kadar etkilidir? Bu soruya cevap vermeden önce sizden istediğim gözünüze büyük kitle olaylarını getirmeniz ya da aranızda askerlik yapanlar varsa birliğin intikalini düşünmeniz. Verdiğim örnekleri düşünmeye başlayınca anlayacaksınız ki kitleler bir eylem sırasında düşünmezler, bir liderin ya da düşüncenin etkisinde kalıp sürüklenirler. Öyleyse başta sorduğumuz soruyu tekrarlayalım; milletler düşünür mü? Modernitenin bahsettiği rasyonel düşünce milletlerin genel davranışlarında pek görülmez. Çünkü düşünmek aslında oldukça lüks bir davranıştır. Bir kişinin düşünmesi için zaman ve görece bir konfor alanı lazımdır. Bunlardan mahrum olan ve kitlelerden oluşan millet pek de düşünmeye eğilimli değildir. Milletler genellikle lider kültü etrafında doğan geleneksel fikirlere ya da dini inançlara göre karar alırlar. Bu tanımım size "antika" gelebilir, ama son on beş yıldır "Yeşil Sol" diye adlandırılabilecek alternatif sol partilerin gelişimleri takip edildiğinde bile ya bir lider kültü ya da “seküler din” denilecek fikirlerin etrafında örgütlenildiği görülmektedir.
Ama milletler hiç düşünemez demek de abartı olur. Milletler düşünürler, ancak bu somut sorunlar baş gösterince hasıl olur. Somut sorunlar milletleri gerekli ihtiyaçlara yönlendirir, gerekli ihtiyaçlar için millet düşünmek zorunda kalır. Unutmamak da fayda var ki bu düşünce süreci sırasında da milletin her ferdi aktif olarak rol almaz. Süreçte aktif olanlar bir lider ve etrafında teşkilatlanan öncü kitledir. Yani millet düşünmeye ihtiyaç duyduğu anda bile tüm bireyler halinde düşünmez, bu onun ruhuna aykırıdır.
Milletlerin düşünmesi meselesini kapatmadan önce milletler için dinin ne manaya geldiğini anlatmak gereklidir. Din milletler için manevi bir gerekliliktir. En küçük topluluklarda bile inanç sistemi görülmektedir. Din milletlerin zihnini değiştirir, dönüştürür, hatta belki de bir milletin diğer halklarla ilk teması dinler aracılığıyla olur. O yüzden dinin millet için önemi yadısanamaz. Ancak bir milliyetçi için dikkat etmesi gereken dinin getirdiği aidiyetin millet aidiyetinin önüne geçmesidir. Çünkü böyle bir durumda milletin rabıtası gevşer, kimliksizleşir.
Ama milletler hiç düşünemez demek de abartı olur. Milletler düşünürler, ancak bu somut sorunlar baş gösterince hasıl olur. Somut sorunlar milletleri gerekli ihtiyaçlara yönlendirir, gerekli ihtiyaçlar için millet düşünmek zorunda kalır. Unutmamak da fayda var ki bu düşünce süreci sırasında da milletin her ferdi aktif olarak rol almaz. Süreçte aktif olanlar bir lider ve etrafında teşkilatlanan öncü kitledir. Yani millet düşünmeye ihtiyaç duyduğu anda bile tüm bireyler halinde düşünmez, bu onun ruhuna aykırıdır.
Milletlerin düşünmesi meselesini kapatmadan önce milletler için dinin ne manaya geldiğini anlatmak gereklidir. Din milletler için manevi bir gerekliliktir. En küçük topluluklarda bile inanç sistemi görülmektedir. Din milletlerin zihnini değiştirir, dönüştürür, hatta belki de bir milletin diğer halklarla ilk teması dinler aracılığıyla olur. O yüzden dinin millet için önemi yadısanamaz. Ancak bir milliyetçi için dikkat etmesi gereken dinin getirdiği aidiyetin millet aidiyetinin önüne geçmesidir. Çünkü böyle bir durumda milletin rabıtası gevşer, kimliksizleşir.
"Seküler" Bir Milliyetçilik Mümkün mü?
İnanç meselesinden hazır bahsetmişken son olarak geçtiğimiz senelerde gündeme gelen Seküler Türkçülük meselesini de kendimce tahlil etmek istiyorum. İyi bir gözlemle bu söylemin ideolojik bir yönlendirmede ziyade sosyolojik bir tanımdır. Çünkü zaten moderniteyle beraber inşa edilen Türkçülük fikri esas itibarıyla seküler olmak durumundadır. Buradaki "Seküler" atıfı aslında milliyetçilerin değişen sosyolojisine dair bir atıf olmakla beraber Türk milliyetçiliğinin özel tarihi sürecine de bir itirazdır. Çünkü 1970’lerin ortasından itibaren Ortadoğu’yu saran politik İslamcılıktan Türk milliyetçiliği de nasibini almış ve İslami sloganlar, söylemler ön plana çıkmaya başlanmıştır. Ancak köyden kente göçün görece büyük ölçüde sonlanmasıyla milliyetçilik hem sosyolojik hem de söylemsel ayrıma gitmiş, bu ayrımın tarihsel sürecinin sonunda geleneğin önceki nesillerine nazaran "Seküler" olarak adlandırılabilecek Türk milliyetçisi genç kitle oluşmuştur. Bu gerçeğin sosyolojik incelemesini yapıp ona göre toplumu okumak oldukça doğaldır. Ancak buna politik bir hüviyet büründürmek oldukça zor ve çetin bir yoldur. Zira Türk nilliyetçiliği zaten seküler renkleri kendi tayfında barındırmaktadır. Türk milliyetçiliğinin ideolojik olarak babası sayılan İsmail Gaspıralı açtığı Cedit mektepleriyle modern usul ile eğitimi Türkistan’ın tüm bölgelerine yaymış, kızı Şefika Gaspıralı da kadın haklarında öncü olmuş, Türk dünyasında feminizm ile ilgili ilk çalışmaları yapmıştır. Görüleceği gibi Türk milliyetçiliği her zaman bu coğrafyada modernleşmenin öncüsü olmuştur.
"Seküler Milliyetçilik" kavramında konuşulurken tartışılması gereken başka bir konu başlığı da bunun ne kadar "Seküler" olacağıdır. Bu mevzuyu iyi anlamak için kuzeydeki güven vermez komşumuz Rusya’nın önceki asırda yaşadığı fikirsel bir değişimi incelemek gerekecektir. Bilindiği gibi 19. Asrın ortasıyla 1917 Bolşevik Devrimi’ne kadar Rus fikri camiasında anarşizm, ateizm, sosyalizm gibi fikirler yayılmış, zaman içinde de Rus aydınının dimağında birikmiştir. Nitekim bu birikimin sonucunda Bolşevik Devrimi 7 Kasım 1917 tarihinde gerçekleşmiştir. Kısaca özetlediğimiz Rus entelektüel değişimi ve Rus düşünce camiasındaki gelenekçi-yenilikçi çatışmasını daha iyi anlamak için Turgenyev’in "Babalar Ve Oğullar" eserini ve John Reed‘in "Dünyayı Değiştiren On Gün" eserlerini okumak faydalı olacaktır. Rusya’yı bırakıp ülkemizin geçen asırlarda yaşadığı süreci inceleyecek olduğumuzda aynı tarihlerde Türk modernleşmesinin de gelişimini de görmüş olmaktayız. Yalnız Rusya’dan farklı olarak Türk modernleşmesi fikri cepheden çok idari ve bürokratik olarak şekil almış, Aydınlar toplumdaki gelenekleri bile mevcut durumda devam eden kurumlar üzerinden değerlendirmişlerdir. Böylece modernleşmemiz birilerinin karikatürize ettiği gibi yok edici şekilde değil yeniden inşa şeklinde gerçekleşmiştir. Burada durup konumuza hızlıca dönelim; Modernleşmemizin temel dayanaklarından olan Türk milliyetçiliği, sekülerleşmeyi toplumun değerleriyle alenen savaşmayarak sürdürmeyi amaçlamışlardır. Bunun en güzel örneği Ziya Gökalp’in din hakkında olan fikirleridir. Fikir olarak hem İttihat ve Terakki’yi hem de Cumhuriyet'i etkilemiş olan Gökalp "Modern İslam Türklüğü" olarak adlandırılacak bir fikri savunuyor, o yüzden dini ibadetlerin Türkçe yapılmasını savunuyordu. Görüleceği gibi Türk modernleşmesi ne Rusya’da ne de Almanya’da olduğu gibi bir "kulturkampf"a başvurmadı, bahçecilik yapanların iyi anlayacağı üzerine "aşılama" yaparak bir sekülerleşme yolunu tutmuştur. Bu uzun anlatımdan anlaşılacağı gibi Türkiye’de sekülerleşme kurumları yıkmamış onları dönüştürmeyi amaçlamış bu yüzden de mehter yürüyüşü gibi "iki ileri bir geri" gitmiştir.
Hülasa "Seküler Milliyetçilik" tarihsel manada zaten milliyetçiliğin içinde olan değerlerin altını kalın bir şekilde çizen bir kavramdır. Sahiplendiği iki ayrı değer birbiriyle farklı tarihsel süreçlere sahipken beraber hale gelince Türk milliyetçiliğini benimseyen gençlerin Türkçülüğün tarihinde arda kalan değer ve kavramları tekrardan benimsemesini gösteren bir isimdir. Artık fikri olarak etkisi azalmaya başlayan Türk- İslam görüşünün yerine Türk milliyetçiliği kuruluş noktasındaki tartışmalara geri dönmüştür. "Her şey aslında rücu eder" darb-ı meselinde de olduğu gibi bu hem maddi dünyanın hem de fikir dünyasının doğal bir sonucudur. Bu aslına dönüşten Türk milliyetçiliği çok büyük kazanımlar edinecektir. Ancak bu gelişmenin adını "Seküler" yapmak onu zorla bir yolun girişine getirmek gibi olabilir. Evet bu olan yeni şeyin seküler rengi vardır, ancak bu renk her yere yayılmıyor olabilir. Çünkü "Seküler" olarak adlandırılan kitle daha çok sosyal medyada görülürken bunun gerçek hayata aksettiği verisel olarak hala meçhuldür.
"Seküler Milliyetçilik" kavramında konuşulurken tartışılması gereken başka bir konu başlığı da bunun ne kadar "Seküler" olacağıdır. Bu mevzuyu iyi anlamak için kuzeydeki güven vermez komşumuz Rusya’nın önceki asırda yaşadığı fikirsel bir değişimi incelemek gerekecektir. Bilindiği gibi 19. Asrın ortasıyla 1917 Bolşevik Devrimi’ne kadar Rus fikri camiasında anarşizm, ateizm, sosyalizm gibi fikirler yayılmış, zaman içinde de Rus aydınının dimağında birikmiştir. Nitekim bu birikimin sonucunda Bolşevik Devrimi 7 Kasım 1917 tarihinde gerçekleşmiştir. Kısaca özetlediğimiz Rus entelektüel değişimi ve Rus düşünce camiasındaki gelenekçi-yenilikçi çatışmasını daha iyi anlamak için Turgenyev’in "Babalar Ve Oğullar" eserini ve John Reed‘in "Dünyayı Değiştiren On Gün" eserlerini okumak faydalı olacaktır. Rusya’yı bırakıp ülkemizin geçen asırlarda yaşadığı süreci inceleyecek olduğumuzda aynı tarihlerde Türk modernleşmesinin de gelişimini de görmüş olmaktayız. Yalnız Rusya’dan farklı olarak Türk modernleşmesi fikri cepheden çok idari ve bürokratik olarak şekil almış, Aydınlar toplumdaki gelenekleri bile mevcut durumda devam eden kurumlar üzerinden değerlendirmişlerdir. Böylece modernleşmemiz birilerinin karikatürize ettiği gibi yok edici şekilde değil yeniden inşa şeklinde gerçekleşmiştir. Burada durup konumuza hızlıca dönelim; Modernleşmemizin temel dayanaklarından olan Türk milliyetçiliği, sekülerleşmeyi toplumun değerleriyle alenen savaşmayarak sürdürmeyi amaçlamışlardır. Bunun en güzel örneği Ziya Gökalp’in din hakkında olan fikirleridir. Fikir olarak hem İttihat ve Terakki’yi hem de Cumhuriyet'i etkilemiş olan Gökalp "Modern İslam Türklüğü" olarak adlandırılacak bir fikri savunuyor, o yüzden dini ibadetlerin Türkçe yapılmasını savunuyordu. Görüleceği gibi Türk modernleşmesi ne Rusya’da ne de Almanya’da olduğu gibi bir "kulturkampf"a başvurmadı, bahçecilik yapanların iyi anlayacağı üzerine "aşılama" yaparak bir sekülerleşme yolunu tutmuştur. Bu uzun anlatımdan anlaşılacağı gibi Türkiye’de sekülerleşme kurumları yıkmamış onları dönüştürmeyi amaçlamış bu yüzden de mehter yürüyüşü gibi "iki ileri bir geri" gitmiştir.
Hülasa "Seküler Milliyetçilik" tarihsel manada zaten milliyetçiliğin içinde olan değerlerin altını kalın bir şekilde çizen bir kavramdır. Sahiplendiği iki ayrı değer birbiriyle farklı tarihsel süreçlere sahipken beraber hale gelince Türk milliyetçiliğini benimseyen gençlerin Türkçülüğün tarihinde arda kalan değer ve kavramları tekrardan benimsemesini gösteren bir isimdir. Artık fikri olarak etkisi azalmaya başlayan Türk- İslam görüşünün yerine Türk milliyetçiliği kuruluş noktasındaki tartışmalara geri dönmüştür. "Her şey aslında rücu eder" darb-ı meselinde de olduğu gibi bu hem maddi dünyanın hem de fikir dünyasının doğal bir sonucudur. Bu aslına dönüşten Türk milliyetçiliği çok büyük kazanımlar edinecektir. Ancak bu gelişmenin adını "Seküler" yapmak onu zorla bir yolun girişine getirmek gibi olabilir. Evet bu olan yeni şeyin seküler rengi vardır, ancak bu renk her yere yayılmıyor olabilir. Çünkü "Seküler" olarak adlandırılan kitle daha çok sosyal medyada görülürken bunun gerçek hayata aksettiği verisel olarak hala meçhuldür.
Sonuç
Bu kısa yazının temel amacı Türk milliyetçiliğini son dönemde milliyetçi insanların gündemini işgal eden bazı kavramları incelemek, süregelen bayat konulara yeni bir bakış açısı getirmek maksadıyla yazılmıştır. AKP iktidarının Türk halkı üzerinde baskısını arttırması, süregelen düzensiz göçler, Türklerin büyük şehirlerde mülksüzleştirilmesi gibi acı olaylar Türk milliyetçiliğini yeni dönemde oldukça mühim kılmaktadır. Türk milliyetçiliği tarihin her döneminde olduğu gibi yine bir kriz döneminde Türk milletine yol gösterecektir. Bu yol göstericilik bir keyfiyet değil tarih ve ilahi kudretin bize salık verdiği bir vazifedir. O halde bizler vazifeyi üstlenmeden önce vazifeye ne kadar hazır olduğumuzu konuşmamız, kendi içimizde bazı meseleleri ivedilikle çözmemiz, yeni şeyler konuşmamız lazımdır. Bu yazıda çok tartışılan üç kavram ele alınmış, bu kavramlar hakkında yapılan tartışmalarda fikir olması ümidiyle düşünülmştür, bu yazı hakkında son dileğim bahsettiğim umut ve ümitler ışığında bu yazının yarının "Milliyetçi Türkiye"sine katkı sağlamasıdır.
Berat Şendil