Yaz sıcağının insanı bile kavurduğu bir günün azdan az serin bir gecesinde aylardır benimsediğim ve her şeyden korunduğum yerden sancılar içinde ayrıldım. Vakit geceye denk düşerken hastanede çınlayan ses, benim sesimdi. Gözyaşlarım ve acılarımla birlikte birden yepyeni bir dünyaya açtım gözlerimi. Baştan beri bana ait olan o özel evrenden bambaşka ve kocaman bir evrendi karşımdaki. Korkudan mıydı, heyecandan mıydı yoksa plastik eldivenli ellerin vücuduma tokatlar indirmesi yüzünden miydi bilmiyorum ama ilk tepkim ağlamak oldu bu karşılaşmada. Kolum, bacağım eskisi kadar özgür değildi artık. Adına “kundak” dedikleri bir beze sarmışlardı beni. Dümdüz yatmak zorundaydım.
Derken mis gibi bir ten dokundu tenime. Gül gibi yumuşacık bir çift dudak öptü burnumdan. Çenemde pamuksu bir dokunuş hissettim. Zorlukla açtığım gözlerime inanamadım, karşımda duran melek benim yuvam mıydı? İçinde yepyeni bir can oluşturmuş ve o canı bu dünyaya konuk etmişti. En ilginç yanı da hâlâ yaşıyor olmasıydı. Bana canının ne kadarını vermişti acaba? Ne kadarını parçalamıştım içinin. Kim bilir o özgürlük yolculuğunda ne kadar acı vermiştim ona sancılarımla. O zaman farkında değildim büyüme sancılarının doğum sancılarından daha çok acı verdiğinin. Oysa ne o gül dudaklarından bir tek diken battı ne o pamuksu dokunuşlarda sertleşmeler oldu ne de mis kokan o taptaze çiçeğin solduğunu gördüm. Bense durgun bir suyken çılgın akan bir şelaleye döndüm yıllar geçtikçe. Geçtiğim yeri kıran, yıkan ve köpürerek daha ötesi için kaygılanmadan kendime yeni yollar inşa eden biriydim gönlümce akabilmek için. Rüzgârımda serinlemesine izin verdim sadece. Yoksa rotamı çizmesine asla izin vermedim. Çizmeye çalıştığındaysa büyük bir tepkiyle kocaman bir dalga olup boğmaya çalıştım onu. Oysa asla acımasız davranmadı bana. Acımasızlıktan ya da intikam almaktan geçtim, bir kez küskün kalmadı bana. Kendi kendine onardı kalp kırıklıklarını.
Hep gülümseyen bir çift gözdü o. Daima şefkat yüklü bir yürekti. Daima anlayışlı bir melekti! O, benim için, cehennem ateşini bir kova suyla söndürmeye çalışan bir meleğe benziyordu. Gülün dikeninden yakınmak yerine dikenler arasında gül açmasına sevinmeyi öğretti bana. Umudu öğretti. Koşulsuzca sevmeyi ve sevilmenin tadını doya doya çıkarmayı öğretti. Karanlık gecelerin sabaha ulaştığını ondan öğrendim. Kırıldığımda kendimi onarmayı onun sayesinde başardım. Onun sayesinde insan olabildim ama ona nankörlük ettim. Peşimden koşmak bir yana kendine bakamayacak hale geldi yıllar geçtikçe. Bense büyümek yerine şımarıklık peşinde koşmaya devam ettim. Bana verdiği emekleri bir çırpıda unuttum.
Usanmadan karnımı doyuran, pisliğimi temizleyen, yaralarımı iyi eden o insana karşı hiç sabrım yoktu. Yemeğini kendi yiyemiyor, tuvaletini altına yapıyor, her işinde benden yardım istiyor diye isyan ettim. Bana yaptıklarını ona yapmak gücüme gitti. Ağırıma gitti ona bakıcılık etmek. Öyle çok ayıp ettim ki arka arkaya. Affım mümkün olur mu bilmem. Üzüşlerim geçer mi, açtığım yaralar iyileşir mi bilmiyorum. Akıllandım ama çok geç kaldım. Ben bir meleğe ihanet ettim. Kanatlarını un ufak ettim.
Şimdilerde ben hâlâ kapanmamış ama tozlanmış bir sayfayım artık. Yazılmakta olan yazıyım, sonlanmamış tümceyim, henüz noktası konmamış ve hatta mürekkebi kurumamış. Yaşamış ama insan olmayı başaramamış bir günahkârım. İnsanlık açısından suçluyum, bir yüz karasıyım. Onca hiçe saymama ve kötü davranışlarıma rağmen son nefesinde “seni seviyorum” diyebilen koskoca bir yüreğin katiliyim. Ve yazık ki o göçüp gitti ama ben hâlâ nefes alıyorum bu dünyada.
Demet Yener