Hemen hepsi değişen ve yazık ki çoğunluğu yitip giden değerlerin kimsesizler mezarlığında sonsuz yalnızlığa mahkûm edilişinin ardından ortaya çıkan popüler kültürden toplumun çoğunluğu memnun olmasa da bu hâle gelinmesinde herkesin parmağı var. "Bir bahar akşamı rastladım size" diye başlayan sizli bizli kibar şarkılardan "Allah belanı versin. Allah seni kahretsin" diyerek bela okuyan şarkılara geçildiğinde insanların çoğu ne yadırgadı bu değişimi ne de buna itiraz etti. "İçimde uyanan eski bir arzu / Dedi ki yıllardır aradığım bu / Şimdi soruyorum büküp boynumu / Daha önceleri neredeydiniz?" diyerek aşkını ilân eden ince ruhlu insanlardan "Benim olmazsan taciz ederim. / Bana gelmezsen yer bitiririm" gibi sözler eden insanlara evrildi ve çoğunluk bunu da yadırgamadı.
"Bu akşam bütün meyhanelerini dolaştım İstanbul’un" diyerek elinden tutup İstanbul’un bütün meyhanelerinde dolaştırdığımız sevdalar geçmişte kaldı. "Burası agora meyhanesi / Burada yaşar aşkların en divânesi, en şâhânesi" diyerek dertlerin en şahanesine ev sahipliği yapan Agora Meyhanesi’nde vız gelir kadehimde zehir olsa diyecek kadar sağlam aşklara veda ettik. "Bu gecenin hatırına, giriver koynuma, sana yapacaklarım var" diye anlatılmaya başladı aşklar. Bayıla bayıla eşlik etti yine çoğunluk. Ne "Hayâl meyâl düşler gibi / Uçup giden kuşlar gibi / Yosun tutan taşlar gibi / Eski dostlar, eski dostlar" diye dostluğun kıymetine değinen "Eski Dostlar" var artık ne de "Bir fincan kahve olsam kırk yıl hatırım vardı. / Ömrümü sana verdim, dönüp baksan ne vardı?" diye dilimize yerleşen ve hatırı kırk yıl süren bir fincan kahvemiz. Zaman, şarkılarımızı aldı götürdü bizden. Elimizden aldı duygusal masumiyetimizi, biz de buna izin verdik ya da tepkisizdik. Öpmeye doyamayan, sevişmeden uyuyamayan, bir kereden hiçbir şey olmaz telkinleri yapan şarkıların eline kaldık.
Aşkı "Niçin baktın bana öyle?" diyerek bakışlarla anlatır, "Yeşil gözlerinden muhabbet kaptım" diyerek gözlerden başlatırdık. Kıskançlığımız bile masumdu. "Kapat gözlerini, kimse görmesin. / Yalnız benim için bak yeşil yeşil" diyerek sevda kıskançlığı çeker, sevda çektiğimiz insanı paylaşmada sevimli bir bencillik ederdik. "Elbet bir gün buluşacağız / Bu böyle yarım kalmayacak / İkimizin de saçları ak / Öyle durup bakışacağız" diyerek ömürlük sevgilere inanarak yaşarken "Yükseklerden uçarsın, hayallerle yaşarsın / Kimseye bağlanmazsın; şıpsevdisin, şıpsevdisin" diyen gündelik aşk özentisi şarkıların eline kaldık. "Fikrimin ince gülü / Kalbimin şen bülbülü / O gün ki gördüm seni / Yaktın ah yaktın beni" ya da "Benzemez kimse sana, tavrına hayran olayım" diye nezaketle anlatılan aşklar susturuldu. Onun yerine "Aşkım yuvam hazır mı? / Gelsem yerim hazır mı? / İlk defa sevmedim mektubunu. / Senin bu el yazını" diye kafiye korkusuyla yazılan anlamsız sözlerle avutulur olduk. Velhasıl "Ben seni unutmak için sevmedim" diyen şarkılardan "Yolun açık olsun", "Elimi sallasam ellisi" diyen şarkıların diyarına göçtük. Aşkı da tükettik şarkılar gibi.
Zaman, acımasızdı, durmadı. Biz izin verdikçe o daha fazlasını istedi ve aldı. Dilimizden şarkıları koparınca günlük sohbetlerimizi de kurşuna dizdi. “Hoş geldin!”, “Güle güle!”, "Kolay gelsin!", "Eline sağlık!", "Uğurlar olsun!", "Bebeğim!", "Evet!", "Hayır!" gibi sözcüklerle kurulan içten sohbetlerin yerini artık “Kam!”, “Bay!", "Mersi!", "Çüz!", "Beybi!”, "Yes!”, "No!" gibi anlamsız ve özentili kopya sözcüklerin sıralandığı karşılıklı konuşmalar aldı. Dilimize ve hayatımıza "Tap yaptı", "Trend oldum", "Off oldum", "over limit", "bek steyç" gibi yabancı sözcüklerin yanında “oha”, “yuh”, “yallah”, “lan oğlum” gibi argo ifadeleri buyur ederken diğer tarafta kendi dilimize üvey evlat muamelesi yaptık, yapılmasına göz yumduk. Bağrımıza basmak varken dilimize yabancılaşmayı tercih ettik. Bunu ‘modernleşme’ sananların tuzağında, dilimizle birlikte aslında özümüzü terk ettiğimiz için biz de can verdik. Kızdık, yadırgadık belki ama kabullendik, direnmedik.
Kim attı ilk kurşunu, nereden attı veya ne amaçla attı bilemesek de birileri bile isteye başlattı bu savaşı? Peki neden devam etti, buna kim ya da kimler izin verdi? İzin vermese de göz yumanlar daha mı az suçlu? Ne oldu da vazgeçtik özümüzden? Neden sahibi ölünce kapı önüne konan ayakkabılar gibi terk edildi dilimiz?
Neyin etkisi, kimin isteği bu, bizi biz yapan şeylerden kaçarcasına vazgeçiş? Nasıl da kolay oldu bu kabulleniş. “Kimseye etmem şikâyet” çünkü ben de suçluyum herkes kadar. Kaçarak değil, mücadele ederek tedavi etmek gerek bu pişmanlığı. Yoksa “Hayatta hiçbir şeyim az olmadı senin kadar, hiçbir şeyi istemedim seni istediğim kadar.” diyecek kadar bile mi kalmadı kendimize güvenimiz? “Ben küskünüm feleğe” diyerek bir köşeye çekilmekle, “Vazgeçtim, gözlerinden / Vazgeçtim, sözlerinden / … / Yok olmak zamanı şimdi” diye pes ederek herhangi bir çözüme kavuşmak imkânsız. “Ben derdimi hangi dağa” anlatsam bilemediğim için yazıyorum. Unutma ki “Sen Türk’sün… Görecek davan var cihanda. Susarsan eğer soracak elbet Tanrı; Ne Yaptın o asil kanla?”
Hiç kimsenin hiçbir yitene yas tutmadığı bu günlerin faturasından geleceğimiz adına çok korkuyorum. Sanki “Dönülmez akşamın ufkundayız.” ve artık “Vakit çok geç.”
"Bu akşam bütün meyhanelerini dolaştım İstanbul’un" diyerek elinden tutup İstanbul’un bütün meyhanelerinde dolaştırdığımız sevdalar geçmişte kaldı. "Burası agora meyhanesi / Burada yaşar aşkların en divânesi, en şâhânesi" diyerek dertlerin en şahanesine ev sahipliği yapan Agora Meyhanesi’nde vız gelir kadehimde zehir olsa diyecek kadar sağlam aşklara veda ettik. "Bu gecenin hatırına, giriver koynuma, sana yapacaklarım var" diye anlatılmaya başladı aşklar. Bayıla bayıla eşlik etti yine çoğunluk. Ne "Hayâl meyâl düşler gibi / Uçup giden kuşlar gibi / Yosun tutan taşlar gibi / Eski dostlar, eski dostlar" diye dostluğun kıymetine değinen "Eski Dostlar" var artık ne de "Bir fincan kahve olsam kırk yıl hatırım vardı. / Ömrümü sana verdim, dönüp baksan ne vardı?" diye dilimize yerleşen ve hatırı kırk yıl süren bir fincan kahvemiz. Zaman, şarkılarımızı aldı götürdü bizden. Elimizden aldı duygusal masumiyetimizi, biz de buna izin verdik ya da tepkisizdik. Öpmeye doyamayan, sevişmeden uyuyamayan, bir kereden hiçbir şey olmaz telkinleri yapan şarkıların eline kaldık.
Aşkı "Niçin baktın bana öyle?" diyerek bakışlarla anlatır, "Yeşil gözlerinden muhabbet kaptım" diyerek gözlerden başlatırdık. Kıskançlığımız bile masumdu. "Kapat gözlerini, kimse görmesin. / Yalnız benim için bak yeşil yeşil" diyerek sevda kıskançlığı çeker, sevda çektiğimiz insanı paylaşmada sevimli bir bencillik ederdik. "Elbet bir gün buluşacağız / Bu böyle yarım kalmayacak / İkimizin de saçları ak / Öyle durup bakışacağız" diyerek ömürlük sevgilere inanarak yaşarken "Yükseklerden uçarsın, hayallerle yaşarsın / Kimseye bağlanmazsın; şıpsevdisin, şıpsevdisin" diyen gündelik aşk özentisi şarkıların eline kaldık. "Fikrimin ince gülü / Kalbimin şen bülbülü / O gün ki gördüm seni / Yaktın ah yaktın beni" ya da "Benzemez kimse sana, tavrına hayran olayım" diye nezaketle anlatılan aşklar susturuldu. Onun yerine "Aşkım yuvam hazır mı? / Gelsem yerim hazır mı? / İlk defa sevmedim mektubunu. / Senin bu el yazını" diye kafiye korkusuyla yazılan anlamsız sözlerle avutulur olduk. Velhasıl "Ben seni unutmak için sevmedim" diyen şarkılardan "Yolun açık olsun", "Elimi sallasam ellisi" diyen şarkıların diyarına göçtük. Aşkı da tükettik şarkılar gibi.
Zaman, acımasızdı, durmadı. Biz izin verdikçe o daha fazlasını istedi ve aldı. Dilimizden şarkıları koparınca günlük sohbetlerimizi de kurşuna dizdi. “Hoş geldin!”, “Güle güle!”, "Kolay gelsin!", "Eline sağlık!", "Uğurlar olsun!", "Bebeğim!", "Evet!", "Hayır!" gibi sözcüklerle kurulan içten sohbetlerin yerini artık “Kam!”, “Bay!", "Mersi!", "Çüz!", "Beybi!”, "Yes!”, "No!" gibi anlamsız ve özentili kopya sözcüklerin sıralandığı karşılıklı konuşmalar aldı. Dilimize ve hayatımıza "Tap yaptı", "Trend oldum", "Off oldum", "over limit", "bek steyç" gibi yabancı sözcüklerin yanında “oha”, “yuh”, “yallah”, “lan oğlum” gibi argo ifadeleri buyur ederken diğer tarafta kendi dilimize üvey evlat muamelesi yaptık, yapılmasına göz yumduk. Bağrımıza basmak varken dilimize yabancılaşmayı tercih ettik. Bunu ‘modernleşme’ sananların tuzağında, dilimizle birlikte aslında özümüzü terk ettiğimiz için biz de can verdik. Kızdık, yadırgadık belki ama kabullendik, direnmedik.
Kim attı ilk kurşunu, nereden attı veya ne amaçla attı bilemesek de birileri bile isteye başlattı bu savaşı? Peki neden devam etti, buna kim ya da kimler izin verdi? İzin vermese de göz yumanlar daha mı az suçlu? Ne oldu da vazgeçtik özümüzden? Neden sahibi ölünce kapı önüne konan ayakkabılar gibi terk edildi dilimiz?
Neyin etkisi, kimin isteği bu, bizi biz yapan şeylerden kaçarcasına vazgeçiş? Nasıl da kolay oldu bu kabulleniş. “Kimseye etmem şikâyet” çünkü ben de suçluyum herkes kadar. Kaçarak değil, mücadele ederek tedavi etmek gerek bu pişmanlığı. Yoksa “Hayatta hiçbir şeyim az olmadı senin kadar, hiçbir şeyi istemedim seni istediğim kadar.” diyecek kadar bile mi kalmadı kendimize güvenimiz? “Ben küskünüm feleğe” diyerek bir köşeye çekilmekle, “Vazgeçtim, gözlerinden / Vazgeçtim, sözlerinden / … / Yok olmak zamanı şimdi” diye pes ederek herhangi bir çözüme kavuşmak imkânsız. “Ben derdimi hangi dağa” anlatsam bilemediğim için yazıyorum. Unutma ki “Sen Türk’sün… Görecek davan var cihanda. Susarsan eğer soracak elbet Tanrı; Ne Yaptın o asil kanla?”
Hiç kimsenin hiçbir yitene yas tutmadığı bu günlerin faturasından geleceğimiz adına çok korkuyorum. Sanki “Dönülmez akşamın ufkundayız.” ve artık “Vakit çok geç.”