Kadın dediğin vicdanı ve merhameti daima içinde taşıyan birinsan olmayı becerebilmeli. Erkek dediğin de koca yüreğiyle var olmayı başaran cesur ve dürüst birinsan olabilmeli. İnsan dediğin vermenin almaktan güzel olduğunu, sevmenin nefret etmekten kolay olduğunu, paylaşmanın ve kalabalığın tek başına zirvede oturmaktan zevkli olduğunu unutmadan yaşayabilmeli. Kadın ya da erkek fark etmez, herkes öncelikle insan olabilmeli…
Bugün sahte ilişkilerin aile içine bile yerleşip yuvalandığı karanlığı içinde barındıran hayatların konargöçer konuklarıyız. İnsanların gözü, sözü ve kalbi ayrı dillerde ayrı sözler ve anlamlar yüklerken karşısındakine, insan bir an durup soruyor; "Kim gerçek?" Eskiden yarım ekmeğin bölüşüldüğü mahallelerde kimse kimseyi tanımıyorsa artık ve kapı önlerinde çay, sohbet, çekirdekle tüketilen yaz geceleri mazide kaldıysa eğer, insanoğlu bir dönüp bakmalı kendine. Gurbette yaşamanın ağırlığını iliklerimde hissettiğim şu günlerde sahtekârlığın kitabını yazdığı halde dürüstlükten dem vuranlara şaşkın şaşkın bakmaktan başka bir şey gelmiyor elimden. Laf ağızdan bir kere çıkardı eskiden. Şimdi insanlar aynı dakikalar içinde söylediklerini bile unutur oldu. Verilen sözlerin paha biçilmezliği, yerini pişkinliğe bıraktı. Yanılıp da yardım istediğinde, karşındaki, hemen acizi oynamaya başlar oldu. Roller değiştisizin anlayacağınız. En çok ağlayan ve zavallı taklidi yapandan korkacaksın artık çünkü zorda ya da darda olan insan bunu dile getirmekten imtina eder, gizler, saklar. Bilinmesini istemez. “Kol kırılır, yen içinde kalır.” mantığını güder. Yüzsüzün işidir hayat boyu sürekli ağlayıp emzik beklemek.
İnsan olanın yapacakları bellidir aslında vicdan kanunlarında ama anlayana. Her ihtiyacı olana elinden geldiği kadar, karınca kararınca yardım etmekten geri durmayacaksın.Sakın ha yardım istemeyeceksin kimseden. Kimseye sıkıntını açma.Senin sıkıntından zevk alacaklar mutlaka vardır. Kimseyi sevindirme.Kuyruğu titretme! Yani kısacası ne öğrendik: Kimseden yardım isteme! Elin adamı "Bana balık verme, balık tutmayı öğret!" demiş. Bizse "Ağlamayana meme vermezler"diye ya sürekli ağlıyoruz ya da sızlanıp yalakalık yapmayanla ilgilenmiyoruz. Koltuk sevdamız var, "Boynuz kulağı geçmesin" istiyoruz. Anlaşılması gereken şu ki kimse dost değil!
Ne söylerseniz söyleyin ne yaparsanız yapın, nasıl anlaşıldığınız karşınızdakinin anlamak istediği kadardır, onun bakış açısı kadardır ve onun niyetine göre biçim alır. Sende kötü bir şeyler bulmayı amaç edinen kişiye ne söylersen söyle, kâr etmez. "Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır"dı ya o eskilerde kaldı. Şimdilerde dil değil önemli olan, sadece kulak! Neyi nasıl anlayacağın, kulağını ne niyetle çevirdiğine göre değişiyor artık. Dil kulağa bağlı, yürek dile bağlı. Akıl bu ilişkinin neresinde bilmiyorum artık. Ömrünce senden kötülük görmemiş, aksine saygı görmüş insanlar bir anda çekiveriyorlarsa sana kılıçlarını, düne kadar sözünden, gözünden ve elinden kötülük beklemezken artık sana kalkanla geliyorsa sadece senin mi suç? Hayır! İnsanların yüreğindeki kirlilikten kaynaklanıyor bu gard alma.
Dilindeki duaya rağmen seni anlamaya çalışmadan yapıştırıyorsa yaftayı, suçlu sen olamazsın. Suç; karanlığın gölgesinin düştüğü yüreklerde, suç; kapanan gözlerde, suç; iyi yerine kötüyü seçtiren nefiste. O yüzden her zaman denir ya "Allah’tan başka kendime bile güvenmem çünkü beni de nefsim kazıklar!" Kişi kendinden bilmeli işi. Karşındakini onunla hiç konuşmadan kötü olmakla suçluyorsan dön de bir yüreğini sorgula derim ben, geç olmadan. Bırakın sözü ya da güveni bir kenara. İnsanlar artık kafasını kaldırıp selam bile vermiyor birbirine. Taşlaşmış yüreklerimiz. Kim, nerede, nasıl yaşıyor; umursamıyoruz. Buna rağmen bulduğumuz her açığı dedikodu malzemesi yapıyoruz. Kendi gözümüzdeki çöpü hiç görmüyoruz. "Kaşı üstünde gözü var" diye başlıyoruz orada burada hakkında ileri geri konuşmaya. Savunmasız yerinden vuruyoruz. Sır saklamıyoruz. Bu kapıda konuştuğumuzu diğer kapıda satmayı geçtim, ücretsiz servis ediyoruz. Hocanın kazanı gibi doğuruyor durmadan anlatılanlar. Öldürüp konuyu kapatmak kimsenin aklına gelmiyor. O zaman ne yapıyoruz? Dört duvarı ve üstünde bir de çatısı olan cansız ve soğuk binaları, yani içinde yaşadığımız evlerimizi dost biliyor, dışarda dost diye bir şey kalmadığını unutmadan yaşıyoruz! Elimizdeki küçücük telefonlara bütün duygu, düşünce ve hayatımızı sığdırmaya çalışıyoruz, yalnızlaşıyoruz. Biz’leri katledip doğum kontrolü yapmadan ben’leri doğuruyoruz. Kısacası insanlık öldü ve gömülmedi bile!
Öyle ki başına üşüşen akbabalardan arta kalanı bile olmadıinsanlığın. Sanki hiç var olmamışçasına ortadan silinip gitti. Varlığına dayanamayanlar yüzünden yokluğa mahkûm edildi. Sesini çıkaramayanların aslında onun değil kendilerinin sandalyesine tekme vurup astığının ise hâlâ farkında değil uygar insan(!).
Zor olan insan olarak doğmak değil aslında. Zor olan; insan olabilmek ve insan kalabilmek!
Bugün sahte ilişkilerin aile içine bile yerleşip yuvalandığı karanlığı içinde barındıran hayatların konargöçer konuklarıyız. İnsanların gözü, sözü ve kalbi ayrı dillerde ayrı sözler ve anlamlar yüklerken karşısındakine, insan bir an durup soruyor; "Kim gerçek?" Eskiden yarım ekmeğin bölüşüldüğü mahallelerde kimse kimseyi tanımıyorsa artık ve kapı önlerinde çay, sohbet, çekirdekle tüketilen yaz geceleri mazide kaldıysa eğer, insanoğlu bir dönüp bakmalı kendine. Gurbette yaşamanın ağırlığını iliklerimde hissettiğim şu günlerde sahtekârlığın kitabını yazdığı halde dürüstlükten dem vuranlara şaşkın şaşkın bakmaktan başka bir şey gelmiyor elimden. Laf ağızdan bir kere çıkardı eskiden. Şimdi insanlar aynı dakikalar içinde söylediklerini bile unutur oldu. Verilen sözlerin paha biçilmezliği, yerini pişkinliğe bıraktı. Yanılıp da yardım istediğinde, karşındaki, hemen acizi oynamaya başlar oldu. Roller değiştisizin anlayacağınız. En çok ağlayan ve zavallı taklidi yapandan korkacaksın artık çünkü zorda ya da darda olan insan bunu dile getirmekten imtina eder, gizler, saklar. Bilinmesini istemez. “Kol kırılır, yen içinde kalır.” mantığını güder. Yüzsüzün işidir hayat boyu sürekli ağlayıp emzik beklemek.
İnsan olanın yapacakları bellidir aslında vicdan kanunlarında ama anlayana. Her ihtiyacı olana elinden geldiği kadar, karınca kararınca yardım etmekten geri durmayacaksın.Sakın ha yardım istemeyeceksin kimseden. Kimseye sıkıntını açma.Senin sıkıntından zevk alacaklar mutlaka vardır. Kimseyi sevindirme.Kuyruğu titretme! Yani kısacası ne öğrendik: Kimseden yardım isteme! Elin adamı "Bana balık verme, balık tutmayı öğret!" demiş. Bizse "Ağlamayana meme vermezler"diye ya sürekli ağlıyoruz ya da sızlanıp yalakalık yapmayanla ilgilenmiyoruz. Koltuk sevdamız var, "Boynuz kulağı geçmesin" istiyoruz. Anlaşılması gereken şu ki kimse dost değil!
Ne söylerseniz söyleyin ne yaparsanız yapın, nasıl anlaşıldığınız karşınızdakinin anlamak istediği kadardır, onun bakış açısı kadardır ve onun niyetine göre biçim alır. Sende kötü bir şeyler bulmayı amaç edinen kişiye ne söylersen söyle, kâr etmez. "Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır"dı ya o eskilerde kaldı. Şimdilerde dil değil önemli olan, sadece kulak! Neyi nasıl anlayacağın, kulağını ne niyetle çevirdiğine göre değişiyor artık. Dil kulağa bağlı, yürek dile bağlı. Akıl bu ilişkinin neresinde bilmiyorum artık. Ömrünce senden kötülük görmemiş, aksine saygı görmüş insanlar bir anda çekiveriyorlarsa sana kılıçlarını, düne kadar sözünden, gözünden ve elinden kötülük beklemezken artık sana kalkanla geliyorsa sadece senin mi suç? Hayır! İnsanların yüreğindeki kirlilikten kaynaklanıyor bu gard alma.
Dilindeki duaya rağmen seni anlamaya çalışmadan yapıştırıyorsa yaftayı, suçlu sen olamazsın. Suç; karanlığın gölgesinin düştüğü yüreklerde, suç; kapanan gözlerde, suç; iyi yerine kötüyü seçtiren nefiste. O yüzden her zaman denir ya "Allah’tan başka kendime bile güvenmem çünkü beni de nefsim kazıklar!" Kişi kendinden bilmeli işi. Karşındakini onunla hiç konuşmadan kötü olmakla suçluyorsan dön de bir yüreğini sorgula derim ben, geç olmadan. Bırakın sözü ya da güveni bir kenara. İnsanlar artık kafasını kaldırıp selam bile vermiyor birbirine. Taşlaşmış yüreklerimiz. Kim, nerede, nasıl yaşıyor; umursamıyoruz. Buna rağmen bulduğumuz her açığı dedikodu malzemesi yapıyoruz. Kendi gözümüzdeki çöpü hiç görmüyoruz. "Kaşı üstünde gözü var" diye başlıyoruz orada burada hakkında ileri geri konuşmaya. Savunmasız yerinden vuruyoruz. Sır saklamıyoruz. Bu kapıda konuştuğumuzu diğer kapıda satmayı geçtim, ücretsiz servis ediyoruz. Hocanın kazanı gibi doğuruyor durmadan anlatılanlar. Öldürüp konuyu kapatmak kimsenin aklına gelmiyor. O zaman ne yapıyoruz? Dört duvarı ve üstünde bir de çatısı olan cansız ve soğuk binaları, yani içinde yaşadığımız evlerimizi dost biliyor, dışarda dost diye bir şey kalmadığını unutmadan yaşıyoruz! Elimizdeki küçücük telefonlara bütün duygu, düşünce ve hayatımızı sığdırmaya çalışıyoruz, yalnızlaşıyoruz. Biz’leri katledip doğum kontrolü yapmadan ben’leri doğuruyoruz. Kısacası insanlık öldü ve gömülmedi bile!
Öyle ki başına üşüşen akbabalardan arta kalanı bile olmadıinsanlığın. Sanki hiç var olmamışçasına ortadan silinip gitti. Varlığına dayanamayanlar yüzünden yokluğa mahkûm edildi. Sesini çıkaramayanların aslında onun değil kendilerinin sandalyesine tekme vurup astığının ise hâlâ farkında değil uygar insan(!).
Zor olan insan olarak doğmak değil aslında. Zor olan; insan olabilmek ve insan kalabilmek!