"Nerede o eski aşklar ve âşıklar? “
İçtimai düşünce ve istikametimi bilenler benden böyle bir hayıflanma bekleyecekler belki. Eh, haksız da sayılmasalar gerek. Bir pembe şafağın uğultusunda, Çamlıca tepesini, nice koruları, Aşiyan yollarını; bir kızıl ateşle buhurdan gibi fokurdayan Doğu çöllerini ve bu ışıklı coğrafyanın zümrüt saraylarını düşününüz. Tarihin film şeridinden bir dizi meftunlar alayı; kimi güneş altında ağzı ve dili kurumuş, kimi kanlı peçelerinden kan damlayarak geçip gidiyorlar...
Toplumun ahlâkî değer ve yetkelerine rağmen başkaldırılarla sınanmış bu aşklar ile kuş tüyü yataklarda telefonlarla hiçbir duyumuzun tecrübe etmediği ve hiçbir çilesi çekilmemiş aşklar aynı mı olacaktı?
Belki dilimi süsleyerek fikrimi size pazarlıyor oluşum canınızı sıkmış olabilir. Ne de olsa kimin haddine aşkları bir tarifin sınırlı sözcüklerine tıkıştırmak?
Neyleyelim bugün kimsenin canını sıkmaya niyetim yok (pek emin olamasam da). O sebeple biraz müsterih olup beni dinleyiniz:
Aşkın bilimsel tarifini veya herkesin tecrübe edip anladığı halini anlatacak değilim. Kanımca "Nerede o eski aşklar ve âşıklar?" diyen primatlara biraz felsefe dersi vermek ve aşkın binbir gedikli surlarının ardından bana yansıyan tarifini (belki bir nebze anlam arayışınıza çare olmak maksadıyla) yapmak niyetindeyim. Öyleyse buyrun…
Başkaldırı
Ne demişti Albert Camus? “Başkaldırıyorum, o halde varım.”
Emrinize amade perilerin her şeyi yerli yerine oturttuğu ve istediğiniz kişiye istediğiniz an ulaşabileceğinizi mümkün kılan bir dünyayı tasavvur ediniz. Bir dokunuş sevgiliyi bulmanıza, diğer dokunuş ona temas etmenize ve bir başka dokunuş da sevgiliye dair ne kadar arzunuz varsa sonsuza değin var kılmaya yetsin.
Mutlu hissedebiliyor musunuz? Elinizin altında tükenmeksizin bulunan bir su kaynağı, hararet sizi kuşatmadan değerli olur mu? Olmayacağına adınız kadar eminsiniz. Tıpkı bu basit meselde bile olduğu gibi, aşkı bizim gözümüzde aşka çeviren şey, sizi bitkin kılan ve dudak çatlatan bir vahada, palmiyelerin altında biriken bir avuç su bulma ihtimalidir. Susuzluğa başkaldıran cisminiz, dudaklarınızı çatlatıyor, gözlerinizi karartıyor ve bir serap aleminde size sular ikram ediyor. Artık sizin için başka bir gaye yoktur. Suya olan aşkınız adına her şeyi feda edebilirsiniz. Çünkü başkaldırdınız ve o halde aşk var.
“Aşk, sevgiliden uzakta büyür. Bu kanun hiç şaşmaz. Aşkı besleyen, sevgilinin kendisi değil, daima hayalidir. Cünkü hayal hakikatten daima daha güzeldir. İşte sevdalının farkında olmadığı hakikat: Sevgilinin hayali daima sevgilinin kendisinden farklı ve sevgilinin kendisinde üstündür. Bu hayâli, farkında olmadan, sevdalı yaratır ve farkında olmadan, sevdalı, sevgilisinin kendisini değil, yarattığı bu hayali sever. Bu hayâlin hiç bir kusuru yoktur, fakat sevgilinin pek çok kusurları vardır. Âşık sevgilisinin yerine bu hayali koyduğu için, artık onun reel huzurunda bile onu değil, hayalini görmeye başlar. Artık sevgilinin bayağı bir sözünde, adi bir bakışında âşık büyük manalar aramakta ve zihnindeki hayali nüshanın delâletiyle de aradığını kolayca bulmaktadır. Eğer hayal doğmadan evvel âşık sevgilisini sık sık görseydi ve onunla beraber uzunca bir zaman yaşasaydı hakikatle bu fazla temas, ona seveceği insanın zaaflarını sezdirecek, bu hayalin teşekkülüne meydan vermeyecek aşkın önüne geçecekti.” (Yeni Mecmua 21 Mart 1941 - Peyami Safa)
Öyle ya? Aşk büyük ölçüde hayaldir. Doğu’nun yetkeci ve hayalperver kimliği fizik kanunlarıyla, evrimsel tekamül çizgisiyle tanımlanmıştır. Neden bir Romeo ve Juliet, Leyla ile Mecnun etmiyor? İşte cevabı burada: Çünkü “yalanın babası güneştir”. Sıcak iklim insanları fizik aleminin sarhoşluğuyla hayale dalmakta ve evrimsel tekamülüyle de yetkeci kişiliğe bürünmektedir. Bu da toplumdaki monarşi meşruiyetinin ve hayal ürünlerinin gelişmesi demek. Bir gömleğe ilikleyeceğim bu unsurlar, Doğu’nun başkaldırışıyla da büyük temas halinde. Yani şunu demek istiyorum:
Daha henüz küçücük bir bebek iken bazı bazı eşyaları kavrayarak, onları olmayan dişlerimizle dişlemeye çalışarak çevremizi kendimizden ayırt etmeye başlıyoruz, yani fert halini alıyoruz. Duyduğumuz sözcükler, gördüğümüz kurallar, kavradığımız metalar kaybolmuyor ve beynimizin bilmem hangi noktasında depo ediliyor. Ergenlik yıllarınıza dönün mesela: Ailemizden ve toplumdan farklı düşündüğümüz çok nadir ve belki de hiçtir. Bu ahlaki yapılanma adıyla anacağım “normaller” bizim düşünce yapımızı oluşturuyor. Evet herhangi bir şeyi istemekte özgürüz fakat istediğimizi istemekte özgür müyüz? Bu soruya hakkaniyetle evet cevabını verebilen evvela kendi düşüncelerinden sıyrılmış, onu bir düşman gözüyle kınamış ve yeniden doğru yolun o yol olduğuna kanaat getirebilmiş erdemli kimselerdir ve sayıları pek azdır. O sebeple istediğimizi istemekte nadiren özgürüz. Başkaldırı unsuru da burada kimlik kazanıyor. Âşık, kimi zaman kabul edilmez, kimi zaman ertelenir ve daha birçok sebep… Yahut Doğu’da kavgalı ailelerin çocukları arasında dönen yasak aşklar… Bunlar, “Ben başkaldırıyorum.” diyebilmenin sesi, yani hararetten kurumuş dudakların, morarmış gözlerin isyanıdır. Ve bir aşkı var kılar. Bu yüzden diyebilmeliyiz ki “Başkaldırmadan aşk olmaz.”
Merak
Kanımca pek çok edip ve düşünürün es geçtiği nokta da burası. Aşkı saf bir hayalden veya reel bir cinsel ilişkiden ibaret görmeleri. Ama ya keşif arzumuz? Yukarıda Yeni Mecmua’dan alıntı ettiğim “Sevgide Hayal ve Hakikat” adlı metinden birkaç çıkarım yaptım ve bana 21. Yüzyıl gözüyle aşkı yeniden yorumlamanın ilhamını verdi. Çünkü Peyami de merakı es geçmiş ve adeta bunu yazmak bana farz olmuştu. Fakat kendisinden anladığım kadarıyla bir aşkın kaderini şöyle çiziyor:
Aşkın Doğumu: Görmek, Hayal ve Sempati, Umut, Arzu
Aşkın Büyümesi: Görmemek, Hayal
Aşkın Ölümü: Ölmek veya Sevgiye Dönmek
Peki ya merak? “Merak dediysem de pek hafife almayınız. Ardı arkası kesilmeyen keşifler, nice kutlu fetihler ve arz-u semanın ötesindeki âlemler hep ufak bir merakın arkasından sürüklenip gelmiştir. Ne vakit ve ne şekilde nihayete ereceğini bilemediğimiz ömür bile bu merakın tılsımından ötürü manidardır! Aşklar, muhabbetler hep ama hep insanın keşif arzusuna müsavi bir dehşetle istikamet alırlar.” (Bir Yalnızlığın Portresi 2021, M.Can Kuyucu)
“Tarihe bakınız… Bartolomeu Dias’a bir kadırga ile dünyayı dolaştıran şey, meraktır. İşte bu yüzdendir ki bir şeye tutkun olmak, merakın sonucudur. Aşkta da sevgililer arasında keşfedilmeye açık bir veçhe mutlaka olmalı ki merak ve hayal birleşsin ve adına aşk diyebilelim.” (Kanlı Mektup 2021, M.Can Kuyucu)
"Nerede o eski aşklar ve âşıklar?” diyen, kısmen haklı aziz primat! Ve eski aşklara hasret çeken primatlara hiçbir fikir kuşanmadan surat sallayan, “Sana ne bizim aşkımızdan?” diye dem vuran ve aşkı bir kerata kıymetine indirgeyen akran neslim! İkiniz de “Her şey zıttıyla kaim.” ilkesi gereği, tersinden birbirinizi var etmeye devam ediyorsunuz.
Evet, eski aşklar yok ve nadiren yaşanılabilir ve evet yeni aşkların da eskisi nispetinde kıymetli olanları mevcut. Neticede, bir filozofun “her şey olanaklı, herkes haklı”, dediği de vaki, değil mi?
İlim ve tekniğin bize sunmuş bulunduğu telefon ve internet de, her türlü merakımızı her an gideriyor ve merakın artık pek bir kıymeti kalmıyor. Artık hayale nadiren ihtiyacımız var. Sevgilisinin mahrem hatlarını görmek isteyene bu imkan, bir telefon kadar uzağında. Hayale yer bırakmayacak düzeyde süren kutuplaşmanın getirdiği “laissez faire” (bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler) ve özgür aşk, elbette merakın da kıymetini baltalamakta başı çekiyor. O yüzden eski aşklar yok denecek kadar… Yeni aşkların kıymeti de var denecek kadar… Sahi, sormadan edemeyeceğim: Sevgilinizde merak edeceğiniz bir şey kaldı mı?
MEHMET CAN KUYUCU