‘’Herkes sürükleniyor. Doğulu ve İslami geçmişinin ahlaki değerler sisteminden kopmuş, Batılılaşma politikaları uyguladığı halde Batı değerleriyle bütünleşememiş köksüz bir toplumda referans noktalarının kayboluşu… Toplumu bir arada yaşatan, yazılı olmayan kurallar dizisi burada yok. Nihilist bir dönemden geçiyoruz; sadece ben ve çevrem değil, herkes böyle. Kimse hayatından memnun değil. Herkes derin bir huzursuzluk içinde kıvranıyor; daha iyi bir hayata ulaşmak istiyor ama o yeni hayatın ne olduğunun da farkında değil. Tarifi yok; dolayısıyla toplumun mitolojisi ve ideali de yok. Bu yüzden bir nehrin suları bizi önüne katmış götürüyor. İnsanlar akıntıdan kurtulmak için kıyıdan sarkan dallara tutunmaya çalışıyorlar. Kimi din adına tutunuyor, kimi Milliyetçilik, kimi Kürtçülük; kimi ise nihilizme gömülüyor.’’ diyordu, romanın başkarakterlerinden Prof. İrfan Kurudal. Zülfü Livaneli’nin, aynı zamanda filmi de çekilen ve yıllar önce yazdığı Mutluluk isimli kitabında…
Yukarıda alıntı yaptığım cümleleri kitapta okuduğumda günümüz Türkiyesi gelmişti gözümün önüne. Altını çizmiştim o satırların. Hem ülkemizin içinde bulunduğu durumu hem insanlarımızın tutum ve davranışlarını düşündüğümde “ne kadar doğru sözler!” demiştim kendi kendime. Acı ama gerçek ki hepimiz öyle ya da böyle sürükleniyoruz. Rüzgarın önündeki yapraklar misali bir o yana bir bu yana çaresizce savruluyoruz. Bu ülkede yaşayan bütün yurttaşlar olarak hepimiz Nuh’un gemisindeyiz fakat gemiyi doğru rotaya bir türlü sokamıyoruz. Dümende sanki kaptan yok ve yolumuzu bir türlü bulamıyoruz. Bilinmeyenlere doğru yol alıyoruz. Gemi batarsa sadece bazılarımızın değil hepimizin batacağını, bunun ise sonumuz olacağını bir türlü anlayamıyoruz veya anlamak istemiyoruz.
Halkımızın özünü oluşturan ve mayamızda sağlam biçimde olduğuna inandığımız/inanmak istediğimiz Doğulu ve İslami geçmişimizi/kimliğimizi zaman zaman yadsıyoruz. Geçmişten bugüne kadar gelen ve toplumumuzu ayakta tutan ahlaki değer yargılarımızı çoğu zaman unutuyoruz. Hatta bazen öylesine unutkanlaşıyoruz, öylesine balık hafızalı oluyoruz ki, bizi biz yapan bütün değerlerimiz değersizleşiyor veya toplum mühendisleri eliyle birtakım operasyonlar yapılarak değersizleştiriliyor. Ne tam anlamıyla Doğulu olabiliyoruz ne de Batı'nın bazı evrensel değerlerini özümseyebiliyoruz. Kelimenin tam anlamıyla araftayız. Dini literatürdeki anlatımla ‘’cennet ile cehennem arasında’’ değil ‘’Doğu ile Batı’’ arasındayız. Bereketli Anadolu topraklarındayız.
Aslında coğrafi konumumuz ve medeniyetler arası geçiş noktalarında olduğumuz için çok şanslıyız ama şansımızı yeterince kullanamıyoruz. Toplumu bir arada tutan ve dengemizi sağlayan sac ayakları teker teker kırılıyor, tökezliyoruz. Aklımız karışıyor, şaşırıyoruz. Ne zaman ve hangi koşullarda Doğulu reflekslerle hareket edeceğimizi ne zaman ve hangi şartlarda Batılılar gibi davranabileceğimizi asla kestiremiyoruz. Osmanlı Devleti’nin son birkaç yüzyılında başlayan ve Cumhuriyet’in ilan edilmesiyle farklı niteliklere bürünen, zamanla Atatürk’ün ölümüyle ve hemen ardından gelen ‘’karşı devrim’’ süreciyle bugünlere kadar uzanan ‘’Batılılaşma’’ çalışmalarının birtakım olumsuz etkilerine maruz kalıyoruz.
Çağdaşlaşmayı Batılılaşma olarak algıladığımız için Batı’nın kuyruğuna takılıp duruyoruz. Üzerimize zorla giydirilen ‘’Batı’nın Deli Gömleği’’ni onlarca senedir çıkaramıyoruz. Kim olduğumuzu, nereye ait bulunduğumuzu bir türlü bulamıyoruz. Kendimizi net bir şekilde konumlandıramıyoruz. Belki de çok sancılı ve çok acılı bir geçiş dönemi yaşıyoruz. Referans noktalarımız kayboluyor. Kavramlar birbirine karışıyor, kavram kargaşası yaşıyoruz. Halimizi anlatmakta ve birbirimizi anlamakta çoğu zaman güçlük çekiyoruz. Gün geçtikçe saldırganlaşıyoruz, huysuzlaşıyoruz, saygısızlaşıyoruz, sevgisizleşiyoruz. Bir milleti millet yapan ne kadar özellik varsa hepsini kaybetmeye başlıyoruz. İlkel topluluklar ve kabileler çağına geri dönüyoruz. Yitirdiğimiz mitolojilerimizi ve ideallerimizi arıyoruz. Bir ütopyamız bile yok, güzel günlere dair hayal dahi kuramıyoruz. Kendimizi nehrin akışına ve bulanık sularına bırakıyor, amaçsızca sürükleniyoruz. Tutunduğumuz dalların hepsi elimizde kalıyor. Kurtulmaya çalışıyoruz. Mutlu ve huzurlu olmak istiyoruz. Çıkış yolları arıyoruz. Acılarla yoğrulmuş yaralı bir toplumuz. Ağır travmalar yaşıyoruz. Büyük sıkıntılar ve sorunlar yumağında debelenen, dertlerine derman bulmak isteyen bir halk olarak kurtuluşun reçetesini hep birlikte yazmak ve o reçeteyi kullanmak zorundayız. Başka şansımız yok. Bu zorlu coğrafyada ve maddi manevi ağır şartlarda yaşamda kalabilmemiz için bunu yapmaya mecburuz. Çünkü başka Türkiye yok, çünkü başka bir hayatımız yok, çünkü gelecek nesillere her şeyiyle yaşanabilir bir ülke bırakmak boynumuzun borcudur.
Duygularımıza tercüman olmuşsunuz sayın hocam. Şiir gibi...
Kurtuluşu hep birlikte arıyoruz.
Kaleminize, yüreğinize sağlık.
Bence sorun sizin övgüyle sözettiginiz,ama bizim ayaklarimiza pranga vuran "dogulu ve islami"degerler sistemidir.Bu degerlerle basarili olmus ve olabilecek hicbir ülke yoktur.Care Atatürk 'ümüzün cizdigi aydinlanma,akla ve bilime uygun,insan haklarina saygili,antiemperyalist,tam bagimsiz,yurtta sulh,cihanda sulh sözünü benimsemis,caliskan,üreten bir nesil yaratmaktir.Kindar ve dindar degil,kendi menfaati icin baskasini ezen, calan-cirpan degil!
Keşke yazarlarımıza ilham olacak güzel şeyler de yaşabilsek. Kaleminize sağlık
Herkesin okuyup paylaşması dileğiyle.