Milyonlarca Müslümanın her sene özlemle beklediği o kutsal ay gelip çattığında dudaklardan dökülür aynı sözler: ‘’Ah ah! Nerede o eski ramazanlar? Artık ramazanların da pek tadı tuzu kalmadı. Halbuki seneler önce nasıl da güzel yaşanırdı. Eskiden böyle miydi? Ne oldu bizlere şimdi?” Apaçık bir gerçeğin hüzünlü bir biçimde dile getirilişidir bu. Geçmiş günlere özlemin, yaşanılan zamandan memnuniyetsizliğin ifadesidir. İnsan doğasına aykırı bir sistem olduğunu düşündüğüm, vahşiliğini ve şiddetini her geçen gün daha da arttıran kapitalizmin genelde insanlık, özelde ülkemiz insanının üzerinde ne kadar olumsuz etkiler yarattığının bariz göstergesidir. Çünkü günümüzde kapitalizm ve onun getirdiği sorunlar, millet olarak en önemli özelliklerimizden olduğu için bugüne kadar haklı olarak övündüğümüz fakat neredeyse kaybetmek üzere olduğumuz ‘’dayanışma duygusu’’, ‘’yardımlaşma’’, ‘’ahde vefa’’ gibi kavramların içini boşaltmakta, milletimizi adeta ‘’vurdumduymazlaştırmakta’’dır. Böylelikle yazının başındaki serzenişlerin belki de temel sebebi kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
Böyle bir giriş yapmamın sebebi İslamiyet ile Kapitalizm ilişkisini açıklamak için değildir. Bu konulardaki kısıtlı bilgilerim sebebiyle kalem oynatabilecek en son kişilerden biriyimdir belki. Fakat şu yaşıma kadar bizzat tecrübe ettiklerimden, içinde bulunduğum ve beraber yaşadığım toplumdan gözlemlediklerimden, izlediğim ve okuduğum haberlerden yola çıktığım için elimde en azından bir makalelik malzeme vardır. O zaman bu malzemeyi olabildiğince en iyi şekilde kullanmanın hepimize faydası dokunacaktır.
Baba tarafımdan geniş bir aile, daha doğrusu geniş bir sülaleyiz. Amcalarım, yengelerim, halalarım, eniştelerim, kuzenlerim ile yıllarca iç içe yaşadık ve yaşamaya devam etmekteyiz. Kendimi bildim bileli, Salih dedemin 2001 yılının sonlarında vefat etmesine kadar Ramazan ayının ilk gününden son gününe dek bütün iftarları hep birlikte dedemlerin evinde açar, birkaç günlük istisna dışında sahurları ise kendi evlerimizde yapardık. (2002 ve sonraki birkaç sene aynı düzen devam etmiş, daha sonra düzen biraz bozularak herkes kendi evinde Ramazanı geçirmiş, başta ben olmak üzere bütün kuzenlerimin mevcut duruma itirazı ile tekrar eski sisteme dönülmüş ancak son yıllarda başka mahallere de taşınma sebebiyle sistem yine zaafa uğramıştır. Fakat aramızdaki bağlar asla kopmamıştır.) Gecenin o vakitlerinde bile bazen bir amcamda, bazen diğer amcamda, bazen halamlarda, bazen de geçen sene kaybettiğimiz babaannemde toplanırdık. İftardan saatler önce sülalemizin hanımları dedemin evine geçer, yemek yapmaya başlardı. Saatler süren hazırlıklardan sonra sofralarımız kurulur, fırınımızdan çıkan taptaze ve sıcacık ekmekler eşliğinde karınlarımız doyurulurdu. Yemeğin üzerine tavşankanı enfes çaylar afiyetle içilirdi. Her gün değilse de bazı günler tatlılar yenirdi. Bütün bunlar yapılırken aslında sofra kültürüne biraz ters gelse de ortamımızda sessizlik asla hüküm sürmezdi. İlla ki bir konu açılır, o konu çerçevesinde sohbetler yapılırdı. Kimi zaman mahallemizde vuku bulan birtakım gelişmeler, kimi zaman bir tanıdığın hastalık veya ölüm haberi, kimi zaman akrabalarımızın ve komşularımızın nişan, sünnet veya düğün telaşesi soframızın sohbet konusu olurdu. Konuşulacak hiçbir şey bulunmaması gibi bir şey söz konusu değildi. En azından, özellikle ilk ve en büyük gelin olması sebebiyle annemin ve en esprili, en neşeli, en muhabbetli amcamın birbirine dakikalarca takılması bile ortamımızı neşelendirirdi. Bu takılmalar sülalenin diğer fertleri arasında da sürüp giderdi. İbadetler ise ramazan gecelerimizi süslerdi. Kandiller farklı bir havada ve duyguda geçerdi. Hele ki ramazan bayramları geldiğinde özellikle çocukların keyfi yerine gelirdi. Zaten onlar da ‘’değmeyin keyfimize’’ der gibiydi. Çünkü bayramlar, çocuklar için bir nevi ‘’şeker ve harçlık toplama ayinleri’’ idi. Sabahları erkenden kalkılır, bayramlıklar giyilirdi. Büyüklerin elleri öpülür, ne kadar para verecekleri tahmin edilir, kısa süreli heyecanlı ve çocuksu bir bekleyiş gerçekleşirdi. Büyüklere saygı gösterilir, küçükler de daima sevilirdi. Yaşananlar çok güzel günlerdi…
Belki birçok ailenin ortamı aşağı yukarı böyledir, belki de bu anlattıklarımın hiç kıyısından köşesinden bile geçmemektedir. Nasıl olursa olsun, eski günlerin mumla arandığı yadsınamaz bir gerçektir. Hepimizde geçmişe özlemin duyulması normaldir çünkü önceki ramazanların önemi, tadı ve anlamı kalmamıştır. Bu da bizleri hayal kırıklığına uğratmaktadır. Hayatın zorlukları ve koşuşturmacaları karşısında ramazanın manevi havası gittikçe kaybolmakta, muhtevası bozulmaktadır. Yapılan şey sahurlarda yemek yiyip su içmek ve oruç tutmaya niyet etmek, iftar vakti geldiğinde açlığımızı bastırmak veya karınlarımızı tıka basa doldurmaktan ibarettir. Aynı apartmanda oturup da birbirini hiç tanımayan, birbirine selam bile vermeyen, yüz yüze gelmekten dahi imtina eden bir toplum haline geldik ya da getirildik. Böyle bir toplumda komşuların birlikte iftar yapmaları, birbirlerine misafir olmaları tatlı bir hülyadan ve rüyadan ibarettir. Üniversitede okurken senelerce apartmanda kalıp o şehrin ev sahiplerinden yani apartmanın sakinlerinin elinden bir tas çorba bile içememiş, kendisine bir merhaba veya güler yüz çok görülmüş öğrencilerin olduğu bir memleketiz. Harika maniler okuyan, sahur vakti insanları uykudan uyandırmamak için dikkatli davranan, davul çalarken belli bir ritim tutturup anlamlı ve kulağa hoş gelen şeyler çalan Ramazan davulcularının yerini mani okumaktan aciz, mahalleye girdiklerinde yeri yerinden oynatan, sırf ‘’davul çalmış olmak için davul çalan’’ ve kulakları tırmalayan ‘’ramazan şarlatanları’’nın aldığı bir ülkede ramazan ayını geçirmekteyiz. Oruç tutmayanlara saygı duymak yerine onlara ‘’mahalle baskısı’’ yaparak insanları zor durumda bırakmaktayız. Bununla da kalmayıp meydan dayağı çekmekte hatta ucu ölüme varan olaylara karışmaktayız. Diğer bir yönüyle ele alırsak da orucunu tutan, namazını kılan, kendince ibadetini yapan, ramazanı kendi ritüelleri içerisinde yaşayan dindar insanlara ‘’gerici’’ ve ‘’yobaz’’ gözüyle bakmakta, onlara başka dünyanın insanları gibi davranmaktayız. Bu toprakların binlerce yıllık kadim geleneklerini, örf ve adetlerini bir türlü anlamamaktayız. Anlamak için çaba sarf etmemekteyiz. Sarf edecek gibi de görünmemekteyiz. Kendi tarihimize ve kültürümüze kendi ellerimizle hançer saplamaktayız. Ramazanları ve bayramları bile ağzımızın tadıyla ve huzurla geçirememekteyiz.
Evet, o eski ramazanlarımız yok artık. Ramazanlarda ‘’Hacivat ve Karagöz’’ oyunları pek oynanmıyor artık. Şerbet satan ve ağzımızı tatlandırıp susuzluğumuzu gideren amcalar sokaklarımızdan pek geçmiyor artık. İftardan sonra sahura kadarki sürede mahallelerimizde komşuların toplanıp sohbet ettiği bir ortam bulunmuyor artık. Hepsini geçtik, geceleri korkudan sokağa bile çıkılmıyor artık! Kimse kimsenin halini, hatırını sormuyor artık. Yoksulların haykırışını ve isyanını duymuyoruz artık. Tek başına, kimsesiz veya sadece kendi aramızda yenen yemekler tat vermiyor artık. Yemeklerimizi yiyip oruçlarımızı açtıktan sonra her şey kaldığı yerden, değişmeden devam ediyor artık. Hiçbir şey eskisi gibi olmuyor artık. Sesinizi duyar gibiyim: ‘’Nerede O Eski Ramazanlar?’’ diyorsunuz. Siz de haklısınız artık!
Nerede o eski ramazanlar? Ne varsa eskide var.
Çok güzel yazı. Ne varsa eskilerde var.
Nostaljik ve çok güzel bir yazı.
Güzel bir yazı,kaleminize sağlık