Birinci Dünya Savaşı'ndan çok ağır bir yenilgiyle çıkmış, Mondros Ateşkes Antlaşması'nın hemen ardından ülkesi emperyalist İtilaf Devletleri tarafından fiilen işgal edilmiş Türk ulusu kendisini bir ölüm kalım mücadelesinin içinde bulmuş, bağımsızlığını kurtarmak için çareler aramıştı. Türk'ün namusu, şerefi, haysiyeti, onuru ve gururu ayaklar altındaydı. Türk, soysuz bir biçimde yaşayamazdı. Anadolu'da yakılan "çoban ateşleri" zamanla dalga dalga yayılmış, Müdafaa-i Hukuk Dernekleri ile Batı dünyasına haklı davamız anlatılmaya çalışılmıştı. Ancak haktan hukuktan anlamayan işgalci güçlere karşı, "Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir. Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir." deyişinden hareketle, meşru müdafa hakkımızdan doğan silahlı direniş hareketimiz başlamıştı. Önce Kuvayı Milliye birliklerimiz, sonra da düzenli ordularımız topyekun bir mücadele ile vatanını kurtarmaya çalışmıştı.
Türk milletinin hukukunu önce kalemiyle sonra silahıyla savunan Hasan Tahsin'in İzmir'de ilk kurşunu sıkmasından 4 gün sonra Mustafa Kemal'in 19 Mayıs 1919'da Samsun'a ayak basmasıyla Milli Mücadele'nin fitili ateşlenmişti. Çevresinde İngiliz ve Amerikan mandası isteyenlerle de mücadele etmiş, onları üstün yeteneğiyle bir şekilde ikna ederek "Ya istiklal ya ölüm!" demiş, kurtuluş yolunda parolayı belirlemişti. 26 Mayıs 1919'da Havza'da iken "Hiçbir zaman ümitsiz olmayacağız. Çalışacağız, memleketi kurtaracağız." demişti. Amasya Genelgesi ile Milli Mücadelenin "amacını, gerekçesini ve yöntemini" belirlemişti. Erzurum Kongresi'nde manda ve himaye ilk kez reddedilmiş, ilk kez milli sınırlardan bahsedilmiş ve Misak-ı Milli'nin temelleri atılmıştı. Erzurum Kongresi'nde Cevat Bey'e ve Kazım Karabekir'e "Osmanlı İmparatorluğu dağılabilir ancak Türk Milleti ölmeyecektir. 3 yıl dişimizi sıkarsak düşmanı yurttan atarız." demişti. 4-11 Eylül 1919 tarihinde Sivas Kongresi yapıldı. 19 Mayıs 1919'da ateşlenen bu fitil, kongreden sonra adeta bir yangına dönüşmüştü. Özellikle Rumların ve Ermenilerin kurduğu cemiyetler bölücülük yapıyor ve Türk’ün ocağına incir ağacı dikiyordu. Saltanat ve hilafet yanlılarının kurduğu cemiyetler ise milli mücadeleye karşı çıkıyor, işgalcilerle işbirliği yapıyordu. Bütün bunlara karşı milli cemiyetlerimiz "Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti" çatısı altında ortak paydada birleşmişti. Mustafa Kemal'in "Benim gazetem." dediği "İrade-i Milliye" çıkarılmaya başlandı. Türk Milleti artık kendi kaderini kendisi belirlemeye çalışacaktı. Fevzi Çakmak Paşa "Eğer Mondros'un uygulanmasından sonra bir tayyareden Anadolu'ya bakarsanız yer yer yanan ateşler görülecektir. Bunlar ışıldayan çoban ateşleridir, bu ateşleri birleştirecek bir alev lazımdır. İşte o meşaleyi Mustafa Kemal temin etmiştir." derken son derece haklıydı. Türk’ün son başbuğu vatanının ve ulusunun ateşler içinde kalmasına dayanamayıp kendisi yanmayı göze alıyor, elindeki meşaleyle ulusunun yolunu aydınlatıyor, bir bozkurt misali Ergenekon'dan çıkıştaki gibi yol gösteriyor, halkını birleştiriyordu. Sivas Kongresi'nin devam ettiği günlerde Türkiye'ye gelen, daha sonra da Ermeni meselesinde lehimize bir rapor hazırlayan Amerikalı General Harbord'un “Her şeye karşın başaramazsanız ne yapacaksınız” sözlerini Nutuk’ta, “generalin garip suali” diye nitelendirmiş, ona bugün bile kulağımıza küpe olması gereken: “Bir millet, varlığını ve istiklalini sağlamak için uygulanabilirliği (kabil-i tasavvur) olan girişim ve fedakarlığı yaptıktan sonra, başarılı olur. Ya başaramazsa demek, o ulusu ölmüş saymak demektir. Öyle ise, millet yaşadıkça ve fedakar girişimlerini sürdürdükçe başarısızlık söz konusu olamaz” sözlerini söylemişti. Ümitsizlik ve umutsuzluk onun kitabında asla yazmazdı. Teslim olmak ruhuna ve benliğine tamamen aykırıydı.
Takvimler 1920 yılını gösteriyordu. Binlerce yıllık Türk tarihinin belki de en zor geçen yılıydı, Türk'ün ateşle ve ihanetle imtihan günleriydi. Anadolu her anlamıyla işgal altındaydı. Emperyalizm bir ahtapot misali her koldan saldırırken, yerli işbirlikçiler vatana ihanet etme yarışındaydı. İstanbul hükümeti, saray ve çevresi işgali durduramıyordu. Durdurmayı bir yana geçtik, çoğu zaman onların safında yer alıyordu. Türk milleti ölüm kalım savaşı veriyordu. 16 Mart 1920'de İstanbul'un işgaliyle Meclis-i Mebusan dağıtılmıştı. Türk ulusunu temsil edecek bir kurum neredeyse kalmamıştı. Tarihin bu zor zamanlarında, karanlığın en yoğun anlarında, umutsuzluk her yanı sardığında Mustafa Kemal tarihi bir karar almıştı: Anadolu'da halka dayanan, Kuvayı Milliye ruhunu yaşatan, işgalcilere kafa tutan bir meclis kuracaktı. Kafasına koyduğunu yapacaktı! Meclis açılmadan önce Mustafa Kemal "Meclis bir nazariye (kuram, teori) değildir. Bir hakikattir ve hakikatlerin en büyüğüdür." demişti. 23 Nisan 1920'de, Hacı Bayram Cami'de kılınan Cuma namazı sonrası Büyük Millet Meclisi açıldı. Hakikatin en büyüğü gerçekleşti. "Türkiye Devleti" resmen kuruldu. Halk bugüne, "Milletin saltanat günü" dedi. Artık halkın sözü geçecekti. Meclis açıldığında kürsünün arkasında Arapça "İşlerinizde meşveret ediniz." yazılı levha vardı. Hz. Muhammed'in hadisiydi, özenle uygulandı. 24 Nisan'da Mustafa Kemal ilk konuşmasını yaptı. Oy birliği ile başkan seçildiğinde sadece 39 yaşındaydı. Bu topraklarda umudun ve ümidin adıydı. Kurucu bir meclisti bu. Birçok özelliği vardı. Olağanüstü yetkiliydi, savaş meclisiydi, milliyetçi ve demokratik bir nitelikteydi. Siyasi partiler değil siyasi gruplar vardı. Halkın her kesiminden milletvekilleri oradaydı. Çok seslilik hakimdi. Farklı fikirdeki insanları uyum içinde, bir orkestra şefi gibi yönetmek Mustafa Kemal’in en zor göreviydi. Amaç vatanı ve milleti esaretten kurtarmak, ne olursa olsun tam bağımsızlığı sağlamaktı.
Milletin bağımsızlığını yine milletin azim ve kararı kurtaracaktı ama bunu sağlamak o kadar kolay değildi. Ardı ardına iç isyanlar çıkıyordu ve Anadolu bir kardeş kavgasının tam ortasında kalmıştı. Bu isyanların kimisi doğrudan İstanbul hükümeti tarafından, kimisi yine Osmanlı hükümeti ve İtilaf devletlerinin kışkırtmalarıyla çıkıyordu. Bazı isyanlar da daha önce Kuvayı Milliye içinde yer alan ama düzenli orduya katılmak istemeyenler tarafından çıkartılıyordu. Gaflet, dalalet ve ihanet her tarafı sarmıştı. Halide Edip Adıvar, Türk'ün Ateşle İmtihanı kitabında “Türkler her türlü haksızlığı, hatta fenalığı affedebilirler, fakat onurlarına dokunulduğu zaman mesele bütün bütün değişir." diye yazmıştı. Mesele değişecek miydi? Türk’ün namusu ve şerefi ayaklar altında çiğnenmeye devam edecek miydi?
Dipnot: Cumhuriyetimizin 100. yılını kutlamaya çok az kalmışken bir tarih öğretmeni olarak cumhuriyetin kuruluşuna giden yolda 3,5 yıl süren Milli Mücadele'mizi, Türk’ün ateşle imtihan günlerini ana hatlarıyla anlatmaya çalışıyorum. Yaşananları unutmamak, tarih bilincimizden uzaklaşmamak, Türk’ün hafızasına sahip çıkmak için devam edeceğiz...
Her Türk mutlaka okumalı. O günleri unutmamalı.
Kalemine sağlık sevgili kardeşim salih
Salih öğretmenim çok güzel bir yazı olmuş…
Kalemine sağlık, Türk’ün yiğit evladı değerli Salih Şenöz.
Kolay değil.. 1878'de büyük bir bozgun yemiş en değerli nesillerini yitirmiş bir ulus... yetmemiş 1911 Balkan bozgununda ağır kayıplar ve ağır travmalar kaybetmiş bir ulus.. Yine yetmemiş Cihan harbinde elinde avucunda ne varsa nesillerinden tutunda maddi oloarak ne varsa yitirmiş bir ulus.. Biri çıkacak bu ulusun geri kalanı ile böylesi bir zafer yaşatacak... Bunun tek bir izahı var.. DEHA.. ve şükür ki o DEHA bizdeydi.. Dehanın adı Mustafa Kemal ATATÜRK'tür..
Çok teşekkür ederiz. Kısa ve öz bir yazı. Tebrikler.
Kaleminize sağlık.
Türk'ün ateşle imtihanının en zor zamanlarından geçiyoruz yine. Geçmişimizi unutmayalım. Bu yazımı mümkün olduğunca okuyup paylaşmanız dileğiyle...
Herkes mutlaka okuyup paylaşsın.