Kültürel diplomasi her zaman yumuşak güç ve kamu diplomasisi ile bağlantılıdır ve çoğu zaman bunlarla örtüşür. Böylece, üç kavram Uluslararası İlişkiler sözlüğüne girmiş ve dış politika düşüncesinde standart terimler haline gelmiştir. Kültürel diplomasinin kavramsallaştırılmasından yola çıkan bu yazı, Türkiye'nin; Balkanlar, Kıbrıs, Kuzey Irak ve Kuzey Suriye’deki Türk topluluğuyla olan kültür stratejisinin özelliklerini, yapısını, aktörlerini ve olanaklarını incelemektedir.
Cumhuriyet’e giden yolda belirlenen hedef gereği Balkanlar, Kıbrıs, Kuzey Irak ve Kuzey Suriye; satıh ve vatan anlayışı içerisinde içselleştirilmiş coğrafyalardır. İnanç, yaşam tarzı ve ekonomik farklılıklar sebebiyle birbirinden farklı kültür kümeleri içerisinde bulunan bu bölgeler; diplomatik olarak da Türkiye’nin yoğun izlemesi altındaki memleketler olarak sınırlarımızda varlığını sürdürmektedir. Kıbrıs Barış Harekâtı, Büyük “Bulgar” Göçü ve Kürt Sorununun Irak’ın kuzeyinde çıkmaz bir hal alması sebebiyle, son 50 yılımızda sık sık karşılılıklar ve çatışmalar içeren bu memleketlerle kurulan ilişkiler; genelde askeri harekatlar ve uluslararası görüşmeler gölgesi altında kalmıştır. Hem kurucu kadroların hem de devamında gelen muktedirlerin üstüne titrediği ve kimi zaman milli mesele olarak adlandırılan bu süreçte kamu diplomasisinin etkinliği, ticari ve hukuki kaygılar sebebiyle gerektiği kadar gelişmemiştir.
Türkiye’nin Kıbrıs’ta garantör konumda olması sebebiyle başlayıp harekât sonrasında kurulan KKTC, uluslararası alanda yalnızlaşması ve kendisini tanıyan tek ülkenin Türkiye olmasından ötürü hem devlet yapısı hem de kültürel olarak anavatan ile bütünleşik bir haldedir. Bunun bir sonucu olarak reel siyaset, ideolojik bakış ve gündelik yaşam Türkiye’ye oldukça benzer bir noktada seyretmektedir. Ancak, Balkanlarda ve Kuzey Irak’taki Türk topluluğuyla ilgili aynı şeyi söylemek pek de mümkün değildir. Seyahat zorlukları, güvenlik problemleri ve ekonomik sorunlar sebebiyle giderek azalan bağlılık, Misak-ı Milli sınırları içerisinde yer alan bu bölgelerle kurulan iletişimin de günden günde yüzeyselleşmesi ve azalması anlamına gelmektedir. Kurulan etkileşimin yalnızca pop-kültür odaklı olması gerek özgül zenginliklerin yitirilmesine gerek ise bu coğrafyalar üzerindeki duyarlılığın azalmasına sebep olacaktır. İhraç edilen TV dizileri ve belli başlı futbol takımları haricindeki iletişim yollarının tıkalı olması AKP sonrası dönemde şekillenecek olan Türk Milliyetçiliğinin ilgilenmesi gereken konulardan biridir.
Bu tıkanıklığın giderilmesinde post-milliyetçiliğin üzerine büyük bir vazife düşmektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin Bağdat, Sofya ve Atina ile olan ilişkisi; Gümülcine, Kırcaali ve Kerkük ile olan ilişkisini zedelememelidir. Mezhep, yaşam tarzı ve jenerasyon farklılıklarına rağmen AKP döneminde “Müslümanlık” kimliği üzerine kurulan soydaşlık ilkesi yeniden “Türklük” çerçevesinde güçlendirilmeli ve iyileştirilmelidir. Diplomatik yollarla aşılamayan sınırlar kültürel diplomasi vasıtasıyla aşılmalı ve Türk kimliğinin kaybedilmesi önlenmelidir.
Bu kısımda bahsedilen coğrafyaların üzerine olan ilgi genişlemeci, fetihçi veya bir diğer söyleyişle Neo-Osmanlıcı bir zemin üzerinde ilerlememelidir. Kerkük’ün Türk kalması için 82 numaralı plaka koduna ihtiyacı yoktur. Deliorman’daki, Dırama’daki Türklerin kendi kimliklerini korumaları için Ankara’ya bağlı olmaları şart değildir. Azınlık Türklerinin, bulunmuş olduğu ülkelerdeki merkezi hükümetler tarafından uygulanan ayrımcı politikalar altında ezilmemesi ve asimilasyona uğramaması için geliştirilebilir bazı yöntemler ve organizasyonlar mevcuttur.
Bunların ilki şüphesiz ki büyükelçilikler ve konsoloslukların etkinliğini artırmaktır. AKP döneminde adı yolsuzluklara karışan, ana akım siyasetten soyutlanan ve dolgun maaşlarla bir sonraki seviye için sıra bekleyen diplomatların işgal ettiği temsilciliklerimiz hem bölgedeki Türk mirasını hem de Türk Topluluğunun karakteristik özelliklerini korumak için çeşitli seminerler, kurslar ve toplantılar düzenlemelidir. Bu organizasyonların temel zemini kültürel alanlar olsa da küresel ve yerel duyarlılığı yaygınlaştıracak etkinliklerin de düzenlenmesi elzemdir.
İkincisi ise düzenlenecek olan festivaller ve sanat etkinlikleridir. Türkiye’nin bahsedilen coğrafyalarla kurduğu ilişkinin güçlendirilmesinin yanı sıra, düzenlenecek olan bölgenin ekonomisine de büyük katkı sağlayacak olan festivaller; coğrafyalar arasındaki yabancılaşmayı telafi edecek potansiyele sahiptir. Gastronomi, müzik, resim, tiyatro ve geleneksel sanatların Türk coğrafyası içerisindeki dolaşımları, yeniden kimliklenme sürecinde de önemli bir rol oynayacaktır.
Üçüncüsü ise sportif ve rekreatif organizasyonlardır. Bu noktada Birleşik Karalık’ın düzenlemiş olduğu “Commonwealth”, Fransa’nın organize ettiği “Francophone” ve Portekiz’in ev sahipliği yaptığı “Lusophone” oyunları örnek teşkil etmektedir. Türkiye, Balkanlar, Kıbrıs, Kuzey Irak ve Kuzey Suriye’den katılacak olan sporcular ve antrenörlerle gerçekleştirilecek olan bir çoksporlu etkinlik hem lokal sporun güçlendirilmesinde hem de anavatan dışındaki etki bölgeleriyle olan ilişkinin geliştirilmesinde oldukça faydalıdır.
Dördüncüsü ve son olanı ise eğitim faaliyetleri ve değişim programlarıdır. Yalnızca yükseköğretim için değil orta öğretim için de yaz tatillerinde de gerçekleştirilecek olan organizasyonlarda yeni jenerasyonun farklı Türk coğrafyalarını tanıması amaçlanmalıdır.
Türkiye Cumhuriyeti gerek devlet yapılanması gerek ise kamusal alanda bu topraklar üzerindeki hassasiyetini birkaç tüccarın zengin olması üzerinden değil, bölge halklarının gelişmesi ve farklı Türk coğrafyalarıyla olan bağlılığın güçlendirilmesi üzerine belirlemelidir. Milliyetçilere düşen görev, vatan sınırlarının 783 bin metrekareden ibaret olmadığını idrak etmek ve azınlık Türklerinin kimliklerine sahip çıkmalarını desteklemektir.
Yunus Alakay