"Yakalanarak boğduruldu ve falanca yere defnedildi…"
Ne kadar acımasız ne kadar soğuk birkaç kelime. Ne ardında ağlayan validesi ne gözyaşı sarayının soğuk duvarları arasında unutulan eşleri ne de boynuna yağlı urgan geçen kundaktaki çocukları. Gözlerin kör kulakların sağır olduğu harem, cenazelerin şelale gibi aktığı savaş meydanları. Tarihin kötü tarafına kimse bakmak istemez. Eğri Fatihi III. Mehmed’in tahta çıktığı gece Bâb-üs Saâde önünde görünen 19 çocuk tabutuna, oğlu tarafından zehirlendiği için Dimetoka’ya varamadan ölen Sultan II. Bayezid’e ya da çocukluğundan itibaren kapatıldığı şimşirlikte aklını oynatan I. Mustafa’ya... Tarihi savaş ve barışlardan ibaret görmek bu acıların üstünü örtmek için kullanılan bir yoldur adeta. İşte siz, saklanan bu kanlı geçmişin anılarına şahit olacaksınız.
Aslında şehzade öldürme adeti Fatih Sultan Mehmed ile ortaya çıkmış bir şey değil. İsyan ettiği için gözlerine mil çekilen ve akabinde öldürülen Savcı Bey bilinen ilk örnektir. Savcı Bey’i katleden baba Kosova Meydanı’nda namaza durmuş bir avuç Müslümanın helak edilmemesi, gerekirse kendi canını alması için Allah’a dua etmişti. Kaderin cilvesi midir bilinmez duası kabul olmuştu. Haçlı orduları perişan edilmiş, Osmanlılar düşmanı adeta ezip geçmişti. Hünkâr ile birkaç adamı savaş meydanını geziyordu. Miloş Obiliç hançeri Murad-ı Hüdavendigar’ın kalbine sapladığında meydanda iki şehzade vardı. Birisi Bayezid diğeri Yakup’tu. O güne kadar Türk Devletleri hep şehzadeler arasında bölüştürülmüştü. Fakat Bayezid’in hiçbir şeyi paylaşmaya niyeti yoktu. Köhne çadırda Yakub’un boynuna ip geçerken o zaferini kutluyordu. İşte o şehzade Niğbolu meydanından "Bre Doğan" nidasıyla kükreyen, Karamanoğullarını perişan edip Yıldırım lakabını alan Sultan Bayezid’di. Yıllar sonra bir savaş dehası olan Timur, Ankara ovasında Yıldırım’la kedinin fareyle oynadığı gibi oynayacaktı. Fatih Sultan Mehmed ise kardeşin kardeşi kırdığı bu ölümleri ulemaya sormuş, alimlerin çoğu "Nizam-ı âlem için karındaşları katletmenin münasip olduğuna" kanaat getirmişti. Bu arada Fatih’in ölümünden sonra Bayezid-Cem kavgası sebebiyle cenazesinin unutulduğunu, kokuştuğunu hatta kıyafetinin üstüne yapıştığını söylemeden geçmeyelim. Gassaller odaya girdiğinde kokudan duramamışlar ve içerinin ağır havası sebebiyle mum bile yakamamışlardı.
III. Mehmed, bu yasalara uyup annesi Safiye Sultan’ın etkisiyle ağzı süt kokan bebekler de dahil 19 kardeşini boğdurmuştu. Saltanatı epey çalkantılı geçen Sultan Mehmed’in vefatına yakın Celaliler büyük bir isyana girişmişti. Oğlu Mahmud isyanı bastırmak için babasından ordu isteyince göze batmaya başlamıştı. O sırada Mahmud’un annesi (Olasılıkla Halime Sultan) büyüler yaptırıyor, falcılara oğlunun tahta çıkıp çıkmayacağını soruyordu. Bir falcının cevap olarak gönderdiği kâğıt Safiye Sultan’ın eline geçince her şey bitmişti. Gelini Handan Sultan ile anlaşan Safiye Sultan oğlunu torununa karşı doldurmaya başladı. Bir gece titreyen alevin yansımalarında boğdurulan şehzadenin silüeti vardı.
Sultan Mehmed’in nasıl öldüğü halen meçhul. Kendisine yolda denk gelen bir deli "56 gün sonra öleceksin" demiş ve gerçekten de o gün vefat etmişti. Hekimler padişahın aşırı şişman olduğunu ve bu nedenle kalpten öldüğünü söylese de kimseleri inandıramadılar. Hünkarın kardeşleri ve oğluna yaptığı muamele öyle büyük bir travma yarattı ki 14 yaşında tahta geçen oğlu I. Ahmed’in kardeşini öldürmesine izin verilmedi. Naibe sıfatıyla imparatorluğu yöneten Handan Sultan ise devlet ricalinin çabasıyla güç bela ikna olmuştu. Yaşananların hıncını eninde sonunda alacaktı. Bunca ölümün arkasındaki kadını, kayınvalidesi Safiye Sultan’ı birkaç hafta bile beklemeden derhal Eski Saray’a gönderdi. Kapı ağasını ve kapı kethüdasını da boğdurdu. O dönemde ise tarihe damgasını vuran bir başka kadın, Kösem Sultan yeni saraya girmişti. Gücünü kaybeden sultanların kovulmasına şahit olmak onu çok etkilemişti. Handan Sultan’ın mide hastalığı sebebiyle erken ölümü yükselmesini sağladı. Giderek güçlendi ve Valide Sultan olduğunda artık devlet onun hükmündeydi. Zamanla bu iktidar hırsı tüm benliğini ele geçirdi. Yıllar sonra oğlu Sultan İbrahim gözleri önünde boğdurulurken tek şartı sarayda kalmak ve devleti yönetmekti. Valide-i Muazzama Kösem Sultan işte böyle almıştı devletin idaresini...
Ancak bu durum uzun sürmedi. Bir süre sonra gelini Tarhan Sultan (Turhan Sultan) ile araları açıldı. Kontrolü tamamen ele geçirmek için kendi torununa zehirli süt gönderince savaş başlamıştı. Birisi yeniçerileri diğeri harem ağalarını silahlandırdığı 2 Eylül gecesi zafer bayrağını Tarhan Sultan çekti. Dairesindeki dolaba saklanan Kösem Sultan’ın eteğini gören bir ağa onu dışarı çıkardı. Yaşanan boğuşmada yerler ve duvarlar kan içinde kalmıştı. Bir yandan boğulurken bir yandan da parmağını ısırdığı ağanın kafasına vurmasıyla nefesi kesildi. Harem öyle bir karışmıştı ki kimin nereye savrulduğu belli değildi. Tarhan Sultan’ın merak ettiği şey kayınvalidesinin ne halde olduğuydu. Öldü diye bir köşeye atılan Valide Sultan’a yaklaşan harem görevlisi nefes aldığını hissetti. Perde kordonunu aldığı gibi Kösem Sultan’ın boynuna geçirdi. Birkaç umutsuz tepinme sonucu 61 yaşındaki hırslı kadın hayata gözlerini yummuştu. Güçlü Valide Sultan’lar devri böylece kapanıyordu. Kimi kaynaklarda Kösem Sultan’ın kendi saçıyla boğulduğu söylense de en çok kabul edilen tarihi veri bunlardan ibarettir.
Osmanlı Tarihi’nin belki de en acı olaylarından biri Sultan III. Selim’in ölümüdür. İsyancılar sarayı bastılar, Sultan Selim’i yakaladılar ve yeğenini tahta geçirdiler. Sultan Selim ise bir karışıklığa sebep olmamak için saltanattan çekildi. Alemdar Mustafa Paşa’nın canı bu duruma fena halde sıkılmıştı. Kuvvetlerini toplayıp saraya geldiğinde yeni padişah telaşlanıp hem amcasının hem de kardeşinin ölüm emrini verdi. Cellatlar kendilerine direnen Sultan Selim’i alışılagelmiş biçimde boğarak öldüremeyeceklerini anladılar. Kınından çıkan kılıç yaşlı adamın kafatasından boynuna kadar öyle bir indi ki sabık padişahın kafası ortadan ikiye ayrılmıştı. Şehzade Mahmud ise harem görevlilerinin yardımı ile canını zor kurtarmıştı. Fakat bileğine isabet eden hançer yıllar boyu sızısını hissettirmiş o kanlı geceyi hiç unutamamıştı. Aradan çok zaman geçmeden o da ağabeyinin ölüm emrini verdi.
Elbette ölümler sadece evlatlar ve kardeşlerle sınırlı kalmadı. Paşalar ve beyler de nasiplerini aldılar. Belki de en tuhaf ölüm Varvar Ali Paşa’nınkidir. Sultan İbrahim’in samur kürk tutkusu yüzünden hazine neredeyse tamtakırdı. Bu yüzden vergiler arttırılmış halk perişan olmuştu. Varvar Ali Paşa ise bu duruma isyan ediyordu. "Yol kesip eşkıya gibi milletin parasını mı alayım" demişti. Ancak kendisini ciddiye alan olmadı. Padişahın bir diğer tuhaf huyu da tuttuğu kadını hareme getirmesiydi. Hatta bir gün canı sıkılmış "Memleketin en şişman kadınını getirin" demişti. İşte kapılardan sığmayan, 140 kilo Şivekar Hatun hareme böyle girmişti. Hatta bu hatun o kadar çok yemek yiyordu ki mide fesadından öldüğü söylenir. Sultan İbrahim başka bir şişman hatunun namını duyunca Varvar Ali Paşa’ya haber gönderdi. Binlerce altının yanında İbşir Paşa’nın hanımını da derhal göndermesini emretti. Fakat bu emir Ali Paşa’nın "Bre ben pezevenk miyim!" tepkisiyle reddedildi. İşin ilginç tarafı eşi istenen İbşir Paşa’nın durumdan gayet memnun olmasıydı. Hatta isyanı bastırmak için yine İbşir Paşa görevlendirildi. İsyan bastırıldı, paşanın emriyle Varvar Ali Paşa idam edildi ve paşa eşini padişaha sundu. Sonra da mükafatını alıp sadrazam oldu. Bu olay ise tarihten ilginç bir anekdot olarak kaldı.
Ailesine eziyet etmek yalnızca Osmanlı Devleti’ne has bir durum değil. Rus çarı Korkunç İvan tartıştığı oğlunun başına vurduğu asanın ölümüne sebep olacağını bilmiyordu. Kanlar içinde yerde yatan oğlunun hareket etmediğini görünce aklı başına gelmişti. Bunu birçok sanatçı işlemişti. Hatta İlya Repin’in yaptığı tablo Tretyakov Devlet Galerisi’nde sergilenmeye devam ediyor. Fakat adına ister kader deyin isterseniz karma ya da müstahak; Korkunç İvan bir kâhinin "Bu yıl öleceksiniz" dediği sene satranç oynadığı esnada piyonların üzerine düşüp hayatını kaybetti. Bu ölüm yüzyıllar boyunca insanların merakını celp etmiş ve dört yüz yıl sonra mezarı açıldığında cıva ile zehirlendiği ortaya çıkmıştı.
Dünya tarihinden bir başka örnek vermek gerekirse o da Cengiz Han’ın kardeşi Camuka’nın (Camoka) ölümüdür. Camuka kan kardeşine karşı isyana girişince Cengiz (Timuçin-Temuçin adıyla da bilinir) ile karşı karşıya geldiler. Cengiz’in üzerine yolladığı birlik yenilgiye uğradı ve Camuka düşman birliğin komutanlarını kaynar kazanda haşlatarak öldürdü. Fakat şartlar öyle bir işledi ki Chakirmaut Savaşı sonunda Camuka Cengiz’e esir düştü. Genç Timuçin kan kardeşinin ölüm emrini verdi. Fakat eski toplulukların en büyük kuralı olan "Asillerin kanı dökülmez" ilkesi sebebiyle öldürmek için çeşitli yollar düşünüldü. Sonunda alınan karar ile Camuka bir çuvalın içine kondu, tokmakla dövülerek beli ve boynu kırıldı. Ardından da hayatını kaybetti. Bu tarihe dair en feci ölümlerden biridir. Elbette Cengiz Han’ın oğlunun Rus topraklarını ele geçirdikten kralı havasız kalacak şekilde sandığın içine koyup üzerinde yemek yediğini saymazsanız.
Kısacası o günlerden bugünlere ne kaldı derseniz; birkaç satıra sıkışmış kısacık ömürler, acılarla dolu ölümler ve geride kalan yaslı insanlar. Padişahın kardeşi olmak bir başkasının kardeşi olmaya benzemiyor. Devlet geleneği yeri geldiğinde kolunu kaybetmemek için parmağını kesiyor. Her ne kadar acımıyor dese de o parmağın kanadığı yer hep acıyor. Tıpkı Sultan Süleyman’ın satırlarında olduğu gibi:
Saltanat dedikleri ancak cihan kavgasıdır…