Bütün dünyada “milli şair”ler vardır. Bu milli şairlerin karakteristik özelliklerini tespit işi çok ilgimi çekiyor. “Milli” ifadesine anlam veren “millet”in ortaya çıkış süreci burada elbette belirleyici. Birçok Avrupa milletinde “milli şair” Latincenin etkisini kıran adamdır. Yalnız Latince yazmamak ile olmaz, Latincenin getirdiği kaideleri kıran, yerel dili “yüksek kültür dili”ne dönüştüren… Tabii hemen her millette millet oluş serüveni sui generis bir vaka olduğundan, “milli şair”e de evrensel bir kriter koymak imkansız gibi.
İngiltere’yi ele alalım mesela… İngilizceyi “saray”da kullanan Chaucer mi milli şairdir, bütün İngilizlerin İngilizcenin medar-ı iftiharı olarak övündükleri Shakespeare mi? İlginçtir ki, Shakespeare Avrupa milletlerinin genel kabul görmüş milli şairleri arasında, milli mitolojiye, “folklor”a atıf yapmayan yegane şairdir diyebiliriz. Shakespeare göndermeleri hep Grekoromen mitolojiyedir, bu havzanın anlatılarına atıf yapar durur. “Klasik” Grekoromen mitolojinin motiflerine kıyasla, Latin dillerinde de kendine yer bulmuş fakat orijin olarak Britanya kökünden gelen Arthur menkıbelerine referanslar dahi çok sınırlıdır.
Bütün bu milletler için “milli şair kimdir?” sorusunun cevabını vermek benim boyumu aşar. Fakat genel kabul görmüş isimler var; Almanya için Goethe, Macaristan için Petöfi, Romanya için Eminescu itiraz kabul etmez. İtirazlar gelebilir, fakat bu itirazlar hangi zaviyeden gelirse gelsin mutlaka cılız kalacaktır, fanteziden ibaret olacaktır. Zira bunlar hem dili kullanışlarıyla, hem, diyelim ki, başka dillerin boyunduruğuna karşı gelişleriyle, aynı zamanda -bence en önemlisi- klasik yahut Grekoromen mitoloji referanslarına başkaldırıp milli folklora göndermeler yapışlarıyla milli şair olmuşlardır.
Türkiye ve Türkiye Türkçesine gelince, fakat, aynı şekilde konuşamıyoruz. Millet olma halimizin hala tam anlamıyla rüştünü ispat edemediğinin -maalesef- ispatıdır bu; üzerine uzlaştığımız bir “milli şair”imiz yok. “Ahkamlı köşkemli” ortamlarda, maalesef, beylik laflar etmeyi seviyoruz, mesela “Nazım Hikmet de bizim, Necip Fazıl da bizim” diyerek. Biri bir “taraf”ın şairi, öteki bir diğer “taraf”ın şairi diye. Bu ikisini andığımızda her zaman çok ihtiyaç duyduğumuz birlik ve beraberliğe dair mesajımızı vermiş oluyoruz. Halbuki, mesela, Nazım Hikmet çok kötü bir şairdir. Popüler olması bu kötü şairliği değiştirmiyor: Solcular için ne kadar önemli olursa olsun, basbayağı kötü bir şairdir. Kötü şairin (yahut iyi şairin) tarifini bu makalenin çapını aşacağı için vermeyeceğim; TamgaTürk’te bu meseleyi epey bir yazı ve çeviriyle irdelemiştik. Fakat basitçe mesele budur, Nazım Hikmet acemi serbest şiirimizin ilklerinden olduğu için, yer yer güzel eserler verse de epey acemi ve kötü bir şairdir. Ondan çok sonraları gelen (ve yine, çoğu solcu olan) şairlerimiz seviyeyi daha yukarıya çıkarmışlardır. Ama o bir defa komünist temsili üstlenmiştir, o yüzden önemlidir. Tuhaf olan şu ki, yalnız Türkiye’de değil, Türk Dünyasında da bu yüzden önemlidir: Kızıl mezalim döneminde Türkiye’den Türk Dünyasına ulaşan yegane isim Nazım Hikmet’tir ve bu yüzden ona büyük bir sempati beslenir.
Gelelim Necip Fazıl’a: Sağcılar Necip Fazıl’ı “üstad” sayarlar ve bu üstadlığı şiirden çok fikrindedir. Öyleyse, sağcılarımız gerizekalıdır zira Necip Fazıl’ın “fikir” yahut “bilgi” alanındaki hakimiyeti bugünün başarılı bir ortaokul öğrencisinden geridir. Fakat müthiş yetenekli bir ediptir; yeteneği şiirde ve şiirsel nesirdedir. Tam olarak bu sayede kendisini büyük fikir adamı gibi pazarlayabilmiş ve gerizekalı sağcıların “üstad”ı olmayı başarmıştır. Şiirde yeteneği aşikar olsa da, Faruk Nafiz gibi “hece veznini yüksek kültürün veznine dönüştüren adam” olmayı hak etmez, yahut Attila İlhan’ın serbest şiirde başardığını hecede başarmış değildir; yalnız iyi bir hece şairidir, o kadar.
Akif’ten bahsetmeden olmaz: İstiklal Marşı’mızın şairi bu ikiliden uzak durmak isteyenlerin tercihidir. Fakat neredeyse tamamı didaktik olup, kadimin “manzum felsefe” geleneğini bir tür muhafazakar gelenekçilikle yaşatan Akif’in külliyatı “milli şair” olmaya yeter mi? Onun milli hislerimize en çok hitap eden şiirleri ekseriyetle “Safahat”inin kapsamadığı yahut tali bıraktığı şiirleridir – şiirinde anlam estetiğin de, fonetiğin de önündedir; teknik olarak başarılı olsa da şiirleri bizi ateş denizlerinde mumdan kayıklarla yüzdürmez, ekseriyetle düşündürür. Bu denli ağır ve şiiri yalnız araç olarak kullanmış bir şair, sırf milli marşımızı yazdı diye “milli şair” sıfatına layık mıdır? Akif’i epey sevsem de bu soruya cevabım hayır.
Pekala bu üçlüden uzak durarak bir “milli şair” seçecek olsak, neye göre seçmeli? Belki on yıldır aklımı kurcalayan bir soru bu ve epey uzun bir süredir Attila İlhan ile Yahya Kemal arasında gidip geliyorum. Türkçenin geçmişini ve yüksek estetiğinin aktarımında işlendiği rolü düşündükçe Yahya Kemal’e yaklaşıyorum, Türkçenin geleceğini düşündükçe, “Türkçe serbest vezin mümkündür” dememizi indimde mümkün kılan şair olarak ele aldıkça Attila İlhan’a.
Cevap, bana Yahya Kemal gibi geliyor. Eski şiirin rüzgarını yeni yelkenlere doldurarak açık denizde seyahat etmeyi başarmış bir figür; “beyaz Türkçe”nin mimarı ve en kıymetli edibi. Eski şiirimizin estetiğini yeni Türkçeye taşımayı başarmış bir adam, üstelik nazara uğrayan Leyla gibi, yer yer folklorumuza atıfları var, hatta Percy Shelley yahut William Blake gibi kendi mitolojisini inşa eden bir adam. Attila İlhan’ın Teleks serisi gibi deneysel şiirleri, yahut ham döneminin şiirleri onu “her yönüyle” milli şair olmaktan alıkoyuyor, ancak Yahya Kemal’in titizliğinin ürünleri en art niyetli münekkidin dahi bu zaviyeden “olmamış” diyemeyeceği işler.
Bir “milli şair”e sahip olmamızı, saçma ve politik kamplaşmaların ötesinde “milli değer nedir?” sorusuna isabetli -ve doğru- cevaplar verebilmemizin alameti sayıyorum. Bu yüzden bir milli şair tespiti yapmamız gerekiyor, fikrime kıymet veren herkesi Yahya Kemal’i milli şair olarak sahiplenip tanıtmaya davet ediyorum.
Öyle ya, ondan başka kim etnosembolizmi ve mutasavver cemaat anlayışını tevhit edip Üsküdar’ın Dost Işıkları’na anlarımızı ışıklarla Türk eden failler olarak seslenmeyi akıl edebilirdi?
M. Bahadırhan Dinçaslan