Neyzen Tevfik, Abdülhamid’in ağzından yazdığı bir şiirde “Ol kadar ezdim şu miskin milleti ki etmesin / Fasl-ı dava eylemekçün ruz-ı mahşerde kıyam” diyordu. Kıyam, malumunuz ayağa kalkmak demek – kıyamet de ölülerin mezarda ayağa kalktığı gündür. Neyzen, Abdülhamit’e “bu insanları o kadar ezdim ki, kıyamet günü bile ayağa kalkamayacaklar” dedirtiyor. İnsan düştüğü yerden kalkabilir mi? Sözkonusu insansa, her şey mümkündür ve her düşüşün bir kalkışı vardır diyebilir miyiz? Yoksa insanlığın bir Rubicon’u var mı?
Bunun cevabını bilmiyorum. Fakat küçük, sıradan, önemsiz fakat kendi hayatının -haliyle- biriciği bir insan olarak bundan korkuyorum. İnsanı insan yapan müphemliğin, değişebilirliğin, rastlantısallık ve kaotikliğin ortadan kalkma ihtimali beni ürkütüyor. Biraz bilgi, biraz sezgiyle insanlığın yeni çağını bilimsel yahut teknik gelişmelerin, yeni düşünce pratiklerinin, yeni yaşam tarzlarının değil otoriteyle ilişkimizin belirleyeceğini düşünüyorum: Geriye dönüşü imkansızlaştıran, ancak -bence- daha karanlık bir ileri istikameti zorunlu kılan, sarsılmaz, ortak kabul etmez, bireyi karşısında büsbütün aciz bırakan bir otorite. Milliyetçilik uzun süredir zihnimde bu öngörümdeki karanlığı engelleyecek en verimli araç olarak belirginleşiyor; birleşmeye ihtiyaç duyduğumuz kadar bizi birleştirdiği fakat büyük tekillikleri engellediği için. Nasıl bir toplumda başka başka düşünen bireylerin (Namık Kemal’i hürmetle analım), bir piyasada rekabet eden çeşitli şirketlerin, bir rejimde fazla siyasi partinin olmasını arzu ediyorsak, gezegende çeşit çeşit millet ve bunlarla bağlı olarak devlet olması, çok aktörlülüğün sağladığı doğal dengeleri ve bu dengelerden doğan kırılgan güzelliği temin ediyor gibi.
Yeni bir Tepegöz, bu defa gözleri kurşun geçirmez camdan, karşımıza dikilmek üzere. Bin yıllardan süzülüp gelen değerleri, başımıza şarabın efsunu gibi vuran teknik gelişmemizin tahrikiyle iğfal ettik ve peydahladığımız yumru yavaş yavaş biçimleniyor. Üstelik balçığımsı zarını delen de bizim tekmelerimiz olacak – kimilerimiz öfkeli ve yalnızca öfkeli. Tekme atmak istiyor, yumruyu tekmeledikçe bir çizmenin mahmuzu o zarı yırtacak ve Tepegöz doğacak.
Otoriteyle İlişkimiz
Matthew C. Sanger, Anarchic Theory and the Study of Hunter-Gatherers makalesinde okuduğumdan beri kulağımda çınlayan bir tespit yapmış: İlkel insanlar ayaklarıyla oy kullanırlardı. Yani, bir otorite figürü en iptidai kabilelerde dahi vardı, fakat bu otoritenin inşa ettiği rızada edilgenlik seviyesi en aşağıdaydı. Otoriteye itiraz normaldi, otorite de zaten ekseriyetle fazlaca tecrübesi olan yaşlı bir erkekten ibaretti. Bir insan, özellikle bir erkek, bu figüre itiraz etti ancak demokratik çoğunluğu elde edemedi mi? Çeker giderdi – başka bir yerde kendi başına yaşayabilir, başka bir kabileye katılabilir, hatta uğraşırsa kendi kabilesini bile kurabilirdi. İnsan topluluklarının Dunbar sayısı eşiğinin önünde devinip durdukları avcı-toplayıcı çağda, otoritenin bize vaat ettiklerine karşılık talep ettiği biat bugünkü gibi değildi. Bir arada yaşamak, evet, tek yaşamaktan daha avantajlıydı fakat yalnızca bir çarpan olarak. Zira bir kabilenin bütün mensupları, o kabilenin meşgul olduğu işlerin hemen hepsine iştirak ediyorlardı. Cinsiyetler arasında roller daha belirgin şekilde ayrışsa da erkeklerin hemen hepsi avlanmayı, av aleti yapmayı biliyorlar, kadınların hemen hepsi zehirli yemişle besleyici yemişi ayırabiliyorlardı. Bu düzenin sahipliğine soyunan bir otorite figürü, çoğunluğun rızasını elde etse dahi, bu bir aradalığın sağladığı avantaj çarpanından mahrum etme tehdidiyle çatlak sesleri çok da bastıramıyordu. Bir ya da birkaç kişi, kendilerinden talep edilen fedakarlık (ki, Brian Hayden’ın müstekbirler diye çevirdiğim nazariyesine bir göz atınız derim.) üzerine hesap yaparak bu çarpanın yeterli olmadığına karar verince, çekip gidebiliyorlardı.
Elimizle oy kullandığımız çağa geldiğimizde daha iyi miyiz? Emin değilim. Bugün herhangi birimiz uzlaşılmış ve ortak kamusal alanı yaratmış sistemlerimizden vazgeçip herhangi bir yere gidemeyiz. Zira gittiğimiz yerde yaşamamız da kurallara ve gerek açık gerek örtülü biat taleplerine bağlıdır: Uğruna öldüğümüz toprağın istediğimiz yerine ev yapamayız. O toprağı satın almamız gerekmesine ilkesel bir itirazım yok – fakat ortak yaşamın pratikleri üzerinde öyle uzlaşmışız ki, satın aldığımız toprakta bile yaşamak istesek, yapı izinleri vb. ile uğraşamayız, uğraşmayı göze alsak maddi imkanlarımız elvermez. Hepsini başarsak, artık çarpanın çok ötesine geçmiş ortak yaşamın avantajlarından bir anda ıskat oluruz, genç ve enerjik çağlarımızda çok umursamasak bile ömrümüzün ilerleyen yıllarının konforsuz ve çok daha kısa geçmesini kabul etmemiz gerekir. Hemen hepsi trajik sonuçlanan birkaç örnek dışında, tatmin edici, kalıcı ve düşüş anlamına gelmeyen bir Into the Wild hikayesi yazabilenimiz yok.
Tepegöz – Anti-otorite Monomiti
Justin Glenn, The Polyphemus Myth: Its Origin and Interpretation makalesinde isabetli bir bilgi paylaşıyor: Polyphemus, bizdeki adıyla Tepegöz, Homer’den eskidir. Ben bu makaleyi okuyana dek, Yunan mitolojisinden bize difüzyon yoluyla geçti sanırdım. Fakat Afrika’da bile bu arketipik motifin örneklerine rastlamak mümkünmüş.
Glenn makalesinin devamında öyküye psikoanaliz yapıyor ve bence şüpheli bir alana giriyor. Mitolojiye ilgi duymaya başladığımdan beri aynı fikirdeyim: Mitolojik metinler tefsir edildiğinde bize önemli işaretler verirler. Fakat bu tefsirin yönteminin ne olacağı şüpheli ve belki de doğası gereği subjektif kalmaya mahkumdur. Glenn’in yorumu Polyphemus mitiyle Uranos – Kronos – Zeus hikayesi arasında paralellikler buluyor ve Freud’cu baba-oğul konseptleri üzerinden açıklamaya girişiyor. Bence böyle değil. Bence, Tepegöz mitinin bu kadar evrensel ve eski oluşunun nedeni, tiranlaşan otoriteyle eskiden beri kavga edişimiz.
Mısır’daki Horus’un gözünden Sümer’deki “kem göz”e, İslam’daki Nazar’dan Hıristiyanlık’taki “İlahi İnayet Gözü”ne (ki masonik sembolizmdeki göz de bu gözdür) göze çeşitli anlamlar yüklenmiş – iyi ve kötü. Eski insanlar, görme eyleminin bugün bildiğimiz gibi cisimlerden yansıyan ışığın göze girmesiyle gerçekleştiğini bilmiyorlardı. Aksine, gözlerden görünmez huzmelerin çıktığına, bu huzmelerin cisimlere vurduğuna ve böyle gördüğümüze inanıyorlardı. Bu yüzden gözler güçlüdür, bu yüzden “nazar” değer.
Tanrısal olanın gözü de gücünü böyle kullanıyordu, gözünden çıkan huzmelerle. Hepimiz, gözü daima üzerimizde olan, dolayısıyla bizi koruyup kollayan bir tanrı istiyorduk. Bu yüzden “iyi göz”ü icat ettik; bütün cihanı ve perdeler arkasını görebilen, ancak “tek” olan, o tekliği de doğrudan bize bakmakla kullanan bir tanrısal göz. Bu gözün varlığını düşünmek bize iyi hissettiriyordu. Peki tanrısal olmayan biri üzerimizde tanrılara mahsus bir otorite kurmaya kalkarsa? Her işimizi didikler, tek bir bakışıyla başımıza işler açarsa? Koyu bir Katolik olan Tolkien’in, esasen “doğuştan kötü” olmayıp kontrol etme ve her şeyi düzene koyma hırsıyla kötüleşen bir karakter olan Sauron’un sembolü olarak büyük, kapaksız bir göz seçmesi tesadüf müydü? Bu tercih esasen, İlahi İnayet’in kutsal gözüne mahsus gücü, tanrı olmayan figürlerin kullanmaya kalkmasına karşı Tolkienvari ve epey Katolik bir karşı çıkıştır.
Bizi gözleyen, hayatımızı didikleyen ve olur olmaz yerde işimize karışan, kısıtlayan, düzenli olarak çocuklarımızı “yiyen” bir otorite, Tepegöz… Onu bir dev olarak hayal edip tepesine bir göz yerleştirdik ve tek zayıf noktası budur dedik – gözünü kör ettiğimizde dokunulmazlığı ortadan kalkacaktır. Kılıçlarımız ona işleyecektir. Otoriteden kurtuluşun yolu budur. (Glenn, bütün Tepegöz hikayelerinde gözü kör eden aletin ateşte kızdırılmasına dikkat çekiyor. Sebebi çeşitli şekillerde açıklanabilir, ben henüz açıklayabileceğimi düşünmüyorum. Faka CEO öldüren Luigi Mangione'nin üç boyutlu yazıcıda ürettiği silahla suikast gerçekleştirmesi, kim ne derse desin, arketipik olarak aynıdır.)
Başkaldırı
İnsanlığın tarihi icat ettiği ve kendisinden bağımsız bir evrim süreci takip edebilmesini sağladığı sosyal uzantılar ve bu uzantıların yarattığı olgular; yani devletler, savaşlar, bilimsel gelişmeler, teknolojik atılımlar kadar, bunları kullanan otoriteyle kavga edenlerin de tarihidir. Romantik kahraman buradan doğar: Kusurludur. Uzlaşılmış ahlak kriterlerine, hatta, çoğu zaman uymaz. Fakat sistemin dışına çıkar ve sistemin tepesine “dışarıdan” saldırır. Otorite çok semirdiğinde, sistemin çarklarını büsbütün belirlediğinde, dolayısıyla süvariler gönderip “şu iyidir, şu kötüdür” diyebildiğinde (Ebu Afek) onu devirecek kahramanın onun kurallarına uyması beklenemez. Bu yüzden romantik kahramanlar çok sevilirler. Bu yüzden, tarihi başına buyruk boyların bir büyük (ve genellikle kahraman) lider eliyle birleştirilmesi ve bu birlikteliğin devam etmesi adına müteselsil liderlerin git gide otoriterleşmesinden ibaret Türklerin en yaygın ve en sevgili kahramanı, Alpamış’tan bu yana, Köroğlu’dur.
Başkaldırı, fakat, uygun bir zemin ister. Kahini “bugün doğan bir erkek çocuk büyüyünce seni öldürecek” dediği için o gün doğan bütün erkek çocukları öldürmeye karar veren efsanevi tiran, mesela, bu zemini eliyle hazırlamıştır. Binlerce anne ve babayı kendine düşman etmiştir. O gün doğan bir çocuğun o nefreti örgütleyip onu devirmesi artık işten bile değildir. Bu zemin kah yer şekillerinin merkezi otoriteye direnmeyi mümkün kılması olur, kah organik ilişkileri daha güçlü bir topluluğun dayanışmasıyla yaratılır, kah çeşitli ve rekabet halindeki sermaye gruplarından birine sığınma fırsatıyla ortaya çıkar. Dadaloğlu’nun dediği gibi, “Koçyiğide emmi dayı el gerek”, zemin varsa, otorite kapaksız gözüyle tehdit ettiği gibi, gözünü hedef alacak bir şişin her an bir evin ocağında kızartılıyor olabileceğini de bilir, tehdit altında hisseder.
Fakat, girişte değindiğimiz konuya geliyoruz: Git gide dönüşen dünyada bu ne kadar mümkün? Başkaldırımız, Charles Tilly’ye göre (Speaking Your Mind Without Elections, Surveys, or Social Movements) henüz MOBESE kameraları, yapay zeka destekli takip algoritmaları, HES kodları ortaya çıkmadan önce, birkaç asır evvelinde dönüşmeye başladı. Ortaçağ’ın sonunda yaşayan bir grup insanı düşünün. Onlar da protestolar yapıyorlardı. Fakat protestolarının içerik ve usulü bambaşkaydı. (Tilly çok güzel tahlil etse de bütün tespitlerini paylaşmayacağım, yoksa köşe yazısı değil kitap olacak bu metin.) 1800’lerden itibaren, mesela, insanlar şikayetlerini kamusal alanda dile getirmeye başladılar. Bir sorun mu var? Şehrin meydanında toplandılar. Fakat “eski insan”, o sorunu çıkaranın evinin önünde toplanıyordu. Organikliğin derecesi mertebe mertebe azaldıkça, başkaldırının da istikameti belirsizleşmeye başladı. Elbette bu yeni protesto biçimi de sonuçlar elde ediyordu. Ama otoriteyi ne kadar tehdit ediyordu? Evini her an yakabilecek insanlar mı otoritenin en azından yerel temsilcileri nezdinde daha caydırıcıdır, şehir meydanında toplanıp slogan atanlar mı?
Post-Modern Tepegöz
Odysseus, Polyphemus’la karşılaştığında, adının ne olduğunu soran deve “hiç kimse” cevabı vermişti. Deve saldırdığında, dev “hiç kimse beni öldürüyor” (Türkçede böyle kullanılmaz ama Yunancada böyle dediğinizde beni hiç kimse öldürmüyor demiş olursunuz.) diye bağırmış, devin yardakçıları da bu yüzden her şeyin yolunda olduğunu düşünüp yardımına koşmamışlardı. Tepegöz motifi git gide nasıl anlamlı bir alegori haline geliyor değil mi?
ABD’de 2001 yılında PATRIOT Act başlıklı kanun, internet hizmet sağlayıcılarının devletle bilgi paylaşmasının önünü açtı. İngiltere’de 2016 tarihli Investigatory Powers Act devlet “yetkilileri”nin iletişimi dinlemesini kolaylaştırdı. Almanya’da 2017’den itibaren eyalet meclislerinde polisin dinleme ve gözetleme yetkilerini “önleyici tedbirler” başlığıyla artırma trendi mevcut. Çin’den hiç bahsetmiyorum, Çin artık Doğu Türkistanlıları gözetlemiyor. Bu işi yapay zeka üstlendi, bu yazılım insanları evlerindeki televizyondan başlayarak sokaktaki hareketlerine varana dek sürekli takip ediyor (biyolojik bir varlık olmadığı için de asla yorulmuyor) ve sıkı durun, suç işlemeden önce tutuklanmasını “sağlıyor.” Sürekli öğrenen bir “yapay zeka”, Çin devletinin suç kabul ettiği eylem ve söylemlere yatkın insanların verilerini topluyor ve deneme yanılmayla kusursuzlaşıyor. TamgaTürk ofisini ziyarete gelen Doğu Türkistan heyetinden bu işin detaylarını dinlediğimden beri, Süleyman Soylu’nun elindeki telefondan göstererek anlattığı sistemle açılan gediğin nasıl korkunç bir uçuruma dönüşebileceğini düşünüyorum.
Artık nakit kullanmıyoruz, banka hesaplarımızın ve bütün alışverişlerimizin çetelesi tutuluyor. Arabalarımızda navigasyon sistemleri var – bir veritabanından navigasyon bilgisini çekebilen sistem, aynı merkeze arabayla ilgili bilgi göndermez mi? Evlerimizdeki eşyaları bir zamanların gözde fenomeni “internet of things” sevdamızla birbirine ve telefonlarımıza internetle bağlamayı, uzaktan yönetmeyi seviyoruz. Sonra, mesela, 2022 yılında TamgaTürk’ün yayımladığı bir haber: Oğlunun fotoğrafını çekip doktoruna yollayan babanın bütün cihazları Google tarafından “pedofili” şüphesiyle donduruluyor.
Her tarafta polis kameraları var – bu sayede hırsızları çok kolay bulabiliyoruz. Ama aynı “saye”de Ekrem İmamoğlu’nun restoran görüntüleri de “otorite”nin eline geçiyor ve paylaşılıyor. Otorite bu sınırı aştığında ne yapacağız? Protesto düzenlediğimizde çok daha isabetli yöntemlerle engelleyebilirler artık – şehir meydanına ulaşmadan, hatta, eyleme katılacaklara polis çevirmesi engeli koyup henüz kalabalık ve güçlü hale gelmeden tek tek sindirebilirler.
Hayır, otoritenin suçluları yakalamak için her an her yeri izleme, vergi kaçağını azaltmak için dijital ödemeyi mecbur tutma, yalan haberi önlemek için haber sitelerini bir sisteme kaydetme gerekçelerine inanmamak lazım. Zira suçu azaltmak istiyorsanız etkili yöntem herkesi izlemek değil, suça neden olan mekanizmaları ortadan kaldırmaktır. Vergi kaçağını azaltmak istiyorsanız vergileri sadeleştirin ve vergiyi vatandaşın yönetmesinin önünü açın. Yalan haberi engellemek istiyorsanız kamu malı olan TRT’de, Anadolu Ajansı’nda yalan haber yaparak rol model olmayın.
Avantajları var diye razı olduğumuz “şey”lerin bir bedeli de var. Şirketler ve devletler bizi durmadan takip ederken, ülkemizin işgale uğradığını ve işgalcilerin polis teşkilatını ele geçirdiğini düşünün. Ne çetelerimiz dağa çıkabilir, ne subaylarımız direniş örgütleyebilirlerdi. FETÖ’nün riskli ve tantanalı olacağını bilse de ilk hedeflerinden biri neden “Kozmik Oda” olmuştu?
Ve Milliyetçilik
Küçük bir dergi sayısı uzunluğuna gelen bu yazıyı daha fazla uzatmayacağım. Belki bir devam yazısı yazıp bu son bölümde sunacağım argümanların arkaplanı ile, arzu ettiğim hukuk sistemine dair görüşlerimi ayrıca (belki eşit uzunlukta) bir makalede paylaşırım. Fakat milliyetçilik bu işin neresinde? Bir süredir sair mecralarda yazıp konuştuğum gibi “anarşist” mi oluyorum?
Bir süredir savunduğum bireysel silahlanma ve küçük mülkiyet konseptlerini, “küçük insan”ı tahkim etmek için savunuyorum. Zira Seküler Milliyetçilik’in Teori ve Pratik ciltlerinde değindiğim gibi insan cemiyetlerinin en sağlıklı şekilde çalışması için temel prensibin “somut güç sahibi aktörleri çoğaltmak” olduğunu düşünüyorum. Milliyetçiliğin de küresel fenomenlere karşı sığınak olduğunu çok kez dile getirmiştim. Esasen tam manasıyla anarşist olmuyorum, fakat girişte bahsettiğim korkunun, yani otoriteye bir daha asla başkaldıramayacak hale gelmiş bir insanlık çağına girdiğimiz fikrinin tetiklediği otorite-şüpheciliğini tarif edecek daha iyi bir sözcük bulamıyorum.
Burada kullanabileceğim en doğru teşbih, koordinat sistemi olurdu. Koordinat sisteminin bir eksenini tam otoriterlikten tam anarşistliğe gidecek şekilde bir doğru olarak kabul edin. O doğrunun tam anarşistliğe yakın tarafındayım. Anarşizmin müstakil bir ideoloji olarak tatbik edilebilir bir fikir olduğunu sanmıyorum. Ama bütün ideolojiler ya biraz otoriter ya biraz anarşisttir.
Otoritenin dizginlenmesi ve küçük insanın kalıcı şekilde tahkim edilmesi, milliyetçiliğin bir meselesi olmalıdır. Zira bizler milliyetçiliği, millet olma hali tek tek millet mensuplarının menfaatinedir dediğimiz için doğru pozisyon olarak görüyoruz. Tek tek millet mensuplarının ezildiği bir sistem güzel midir? Devlet ve milletin birbiriyle çatışan iki pozisyona dönüşmesi iyi mi olur? Zannetmiyorum – öyleyse milletin yanında durabilmek için, otoriteyle mesafeli durmak lazım. Tarihimiz, Salur Kazan’a yardım ettiği halde, “beyler beni kınar” diyen Salur Kazan’ın ağaca bağlayıp ihanet ettiği “kara budun” çobanlarıyla dolu. Bizler o çobanların soyundan geliyoruz – Salur Kazan’ın değil.
Bunun ötesinde, küresel tekilleşmeye karşı millet ve ulus devlet sığınaktır. Bu sığınağın içini nasıl dizayn edeceğimiz tartışması başka – fakat millet ve ulus-devlet yoksa, otorite çok daha güçlü. “Çeşitçilik” adını verebileceğimiz furya yüzünden, mesela, her işyerini birbiriyle anlaşamayacak, asla liyakat esaslı bir araya gelmemiş yığınlarla doldurmaya çalışan Batı solculuğunun en somut çıktısının işçi dayanışmasını azaltmak olduğunu düşünün. Bütün devletlerin sınırları içine yerli olmayan, otoriteye biat etmeye, öncesiz ve sonrasız yaşamaya hazır kaçakları sokması tesadüf müdür? Aile, millet, sadakat, arkadaşlık, yoldaşlık, idealizm, ideolojik düşünmek gibi konseptlerin olumsuz kodlanması tesadüf müdür? Bence değil.
Takip eden yazıda işin başka boyutlarını ele almak ve okuyucunun eksik bulduğu hususları detaylandırmak üzere, bu apologiaya son vereyim.
M. Bahadırhan Dinçaslan
Yazı dizisinde ikinci bölüm: Küçük İnsanı Savunmak: Radikal Olmamak Mümkün mü?
Emeğine sağlık. Peki Bahadırhan abi, bir gün milliyetçilik adı altında Zafer Partili, ulusalcı... bir tipoloji hakim olsa, aksi milliyetçilikler heretik ilan edilip cezalandırılsa ne yaparsın? Türk'e Karşı Türk olmak nasıl savunulabilir? Çünkü Türk olmak fiziksel ve nötr bir şey kendi başına aslında, biz bazı değer ve ilkeler ile doldurmaya çalışıyoruz, mesela sen pragmatik olarak liberal kapitalist ekonomik modeli alıyorsun. Türk olmaktan başka bir şeyi referans göstermemiz lazım, sekülerlik de yetmiyor, çünkü seküler dine referans yapmayan demek, SSCB bunda zirve idi, ama otoriter ve rezil bir rejimdi. Bizim dış referansımız ne olur o kurgusal durumda ve sayıca az olsak, Zafer Partililer, ulusalcılar bize "bunlar Türk değil" dese ne deriz? Bir de ağabey, Ebu Afek Arap kökenli Yahudilik dinine mensup, benim de peygamber olduğuna inandığımız Hz.Muhammed'e hakaretler eden, silahlı saldırı hazırlığında iken yakalanan birisi, bence yazını onunla kirletme. Saygılar, bir kız kardeşin
"Milliyetçi anarşizm" gibi saçma sapan bir kavramı savunanların ne Türk milletinin tarihini ne de bağımsızlık mücadelesini anlamadıkları açıktır. Bu tür söylemler, Türkiye'yi bölmeye çalışan emperyalist planların entelektüel piyonlarından başka bir şey değildir. NATO’nun taşeron ideolojilerini Türk milletine yutturmaya çalışanlar, Kuvayı Milliye ruhuna asla ulaşamazlar. Ulu Önder Atatürk’ün millet iradesine dayalı, bağımsız ve güçlü devlet anlayışını anlamayanlar, Türk milletinin değil, Batı'nın çıkarlarına hizmet eden güvenilmez figürlerdir. Bu millet, özgürlüğünü ne anarşist kaosa ne de NATO kuklalarına bırakır! Yaşasın tam bağımsız Kemalist Türkiye Cumhuriyeti!
Şakaysa hiç komik değil, gerçekse çok komik
Naçizane otoriterlikten anarşizme uzanan ideolojik bir spektrumda insanın faydasına olacak şekilde kendinizi değişime zorlamanız veya bunun hakkında düşünsel bir uğraş içine girmeniz çok kıymetli. ve bunları ifade ederken tespitlerinizi güçlü argümanlarla sunuyorsunuz. Asıl kutsal olanın insan ve temiz bir yaşam olduğu vermek istediğiniz asıl mesajla birlikte bu biricik yolculuğunuzda entelektüel birikiminizin artarak devam etmesini dilerim. Aynı ya da farklı düşünsek de zihinsel dünyalarımızı geliştirmeye katkıda bulunduğunuz için çok teşekkür ederim Bahadırhan Bey. Emeğinize sağlık.
Yine döktürmüş bahadirhan abi, Soylu'nun "bak sana bir numara yapayim" dedigi olay asiri ironik. Bugun 101m adli data da tum TC vatandaslarinin kimlikl bilgileri googler drive linklerinde geziyor. Yarin bir gun yapay zeka ile bu apilere baglanan bir sistemi darkweb'te sattiklarini dusunun veya free yaydiklarini düşünün. Yoldan gecen biri ayakustu yüzüne bunu okutsum ve tum bilgilerin saniyesinde telefona düşsün. Verilen boyutun haddi hesabi yok. Turkiye istihbarat açısından cok kolay bir lokma olacak halde. IKK ne yapiyor asiri merak ediyorum, Saz calan adam sam'da "govde gosterisi" yapsin. Sadece su olay uzerinden bile muhalefet yapilabilir cunku tarih gecer internet verilerinin tarihi gecmez.
Güzel yazı! Bence nükleer savaş sonrasında döneceğiz tekrardan aynı şekle.
Kalemine kuvvet
Milliyetçilik devlet için değil millet için yapıldığından ileride devletin büyümesi, aktörlerin azalması gibi sebeplerden anarko-türkçülük vb. gibi bir dönüşüm geçirirse şaşırmayacağım.
Devamını vaat ettiğin konularda yeni yazını dört gözle bekliyorum kardeşim eline emeğine sağlık
Son zamanlarda okuduğum en sıra dışı yazı. Devamını bekliyor olacağım. Anarşizm , otoriteyi yazının sonunda bahsettiğiniz değerlerin körüklediğini iddia ediyor sanırsam. Milliyetçiliği araya sıkıştırmak biraz zorlama olabilir. Küçük insan vurgusu çok değerli.