Yelken çağında gemilerle seyahat etmek oldukça zordu. Bir seyahat yıllar sürebiliyor, rüzgarsız kalmak, ters akıntıya kapılmak, bilinmeyen denizlerin sığlıklarında karaya oturmak gibi riskler nedeniyle sefere çıkarken yapılan hesaplar büsbütün yanlış çıkabiliyordu. Bunun hem tayfa psikolojisinde nasıl zorlu bir yüke dönüştüğü hem de kaptan ve diğer subaylar için kendileri de bu zorluklara göğüs gererken gemideki nizamı sağlamanın nasıl zorlaştığını kestirmek zor değil.
Bu düzeni sağlamak için hemen bütün dünyada donanma mensupları arasında ciddi gelenekler yaratılmış ve denizcilere has, epey derinlikli bir kültür oluşmuştur. Anglo-sakson dünyasında meşhur olan bir söz mesela, der ki “Hava kuvvetlerinin alışkanlıkları, kara kuvvetlerinin teamülleri, donanmanın gelenekleri vardır.” Yıllar önce konuştuğum denizci subaylar donanmada Osmanlı zamanından kalma birçok geleneğin devam ettiğini söylediklerinde epey şaşırdığımı hatırlıyorum. Sonraları neden şaşırmamam gerektiğini anladım: Bugün bile uzun sefer süreleriyle meşhur bir yapıda, hele bir asır öncesine dek, güçlü gelenekler, kimlikler, aidiyetler olmadan isyanı engellemek mümkün değildi.
Fakat bu güçlü gelenekler bile zaman zaman yeterli olmuyordu. En meşhur isyanlardan birisi, herhalde Bounty gemisindeki isyandır. William Bligh komutasında, İngiltere’ye kıyasla dünyanın öbür ucuna gidip bazı görevler yerine getirmesi gereken Bounty gemisindeki tayfa, esasen kendisini kanıtlamış, tecrübeli insanlardan oluşuyordu. Uzunca bir süre de seferini sorunsuz sürdürmüştü. Fakat görevi gereği uğradığı Tahiti’de çok zaman geçirdi. Bu zaman zarfında denizciler Tahiti adasında yerli kadınlarla eğlenip içtiler, sefih bir hayat yaşadılar. Kaptan Bligh leventlerine biraz özgürlük tanımış, bu rahatlamanın morallerini yükseltip görevin kalanı için azimlerini artıracağını düşünmüştü.
Bligh yanılıyordu. 5 ay boyunca Tahiti’de disiplinden, geleneklerden, sorumluluktan uzak yaşayan denizciler değişmişti. Üstelik Bligh kendisi de değişmişti – henüz farkında değildi. Tayfasını sudan sebeplerle cezalandırıyor, karavanalarını keserek morallerinin bozulmasına, içlerinde kin birikmesine neden oluyordu. Nihayet olan oldu – vaktiyle himayesine aldığı bir genç olan Fletcher Christian önderliğindeki denizciler isyan ettiler. Bligh ve ona sadık kalan tayfa bir filikaya bindirilip yollandılar.
Bounty’nin macerası burada bitmedi elbet. Yazıyı uzatmamak için detayına girmesem de söylemeliyim ki isyancı kaçakların bir kısmının, yanlarında bir grup Tahitili ile Pitcairn adasına yerleşip orada bir yaşam kurmaları enteresandır. Üstelik bu yerleşim, asiler arasındaki alkolizm, kural tanımama, boşvermişlik gibi sebeplerden oldukça yüksek tansiyonlu ve düzenli olarak cinayet işlenen bir yerleşimdir. Daha rütbeli ve yaşça büyük denizciler ve kötü muameleden bıkan Tahitililer birbirlerini öldürdükten sonra, basit bir denizciyken adanın tek “beyaz” erkeği olarak ortada kalan John Adams’ın, geminin İncil’ine başvurup, Tahitili kadınlardan doğan melez çocukların rol-modeline dönüşüp, yıllar boyu yaşaması ve saygın bir lidere dönüşmesi ilginçtir. Pitcairn adasında bugün bile o asilerin soyu devam ediyorsa, Adams’ın nihayet kurallı, gelenekleri olan, büyük anlatısı olan bir kültür tesisine girişmesiyle mümkün olmuştur. Yine dikkat çekmek gerekir ki, başka maceralara girişen Bounty tayfası içinde, gemideki hiyerarşi ve düzeni, nöbet çizelgesinden Pazar ayinine varana dek aynen devam ettirmeye çalışan gruplar hayatta kalmayı başarmışlardır.
Post-Modern İnsan: Tahiti’den Sonra
Bugünün insanını, özellikle Z kuşağı denen nesli Tahiti tecrübesi geçirmiş denizcilere benzetebiliriz. Bu insanın gerisinde, bir gemiyi inşa edip, mühimmatla doldurup, isabetli haritalar ve yön bulma tekniklerini bilen insanların emrine verip dünyanın öbür ucuna gönderebilen bir müktesebat vardır. Fakat bu müktesebatın nasıl yaratıldığı, tam olarak o müktesebatın var olmasını sağladığı rahatlık nedeniyle unutulmuş haldedir. Bir süre bu unutma hali görünür bir sorun yaratmadı. İnsanlar yarınlar yokmuşçasına eğlendiler, bu neşe hatta öfori hali içinde, mesela, yanlarına yaklaşan her yabancıyı da bu eğlenceye katılmak için buyur ettiler. Fakat hayat devam ediyordu, insanlığın yeni problemleri – alegoriyi devam ettirirsek yeni görevleri vardı. Eğlenceli ve rahat yaşamı bırakıp baş gösteren sorunlarla eski müktesebatı yaratan yöntemleri kullanarak mücadele etmeye başlamak zordu. Bu yüzden kimileri Tahiti’de kalmayı seçtiler. Tahiti’de kalıcı bir yaşamı finanse edecek gücü olmayanlarsa gemiye zorla bindirildiler. Şimdilerde isyan etmekle meşguller – gemi bu gidişle hedefine asla ulaşamayacak.
1990 – 2010 arası olarak kabaca belirleyebileceğimiz dönem, Tahiti yıllarımızdır. Sovyetler Birliği dağılmış, ABD istediği yere dev operasyonlar yapabilen bir güce dönüşmüş, uluslararası ticaretin hacmi düzenli artmış, emeğin getirisi en azından surette yüksek algılanır ve sermaye sahibi olmak “herhangi bir insan için” pek zor bir hedef olarak görünmezken, Batı’nın böyle bir hisse kapılması en azından beklendiktir. Batı’yı komik denecek kadar taklit eden ülkelerde, mesela Türkiye’de de, böyle bir hissin yayılmış olması normaldir – bizim okumuş kesimlerimiz, mesela, Türkçede Amerika’nın “n-word” denen hakaret sözcüğünün muadili olmayışından hayıflanıp, zenci sözcüğünü sansürleyerek Batı normlarını takip ettiğini ispat etmeye kalkacak kadar komiktir.
Tahiti’de kalabilenler, yani emeksiz sermayenin çocukları, yani tuzu kurular ve tuzu kurular ile yan yana durduğunda çıkar elde edebileceğini düşünenler, dünyanın kalanının da Tahiti gibi olduğu zannına kapılmış halde hezeyanlar saçıyorlar. Tam olarak bu yüzden aile kurumunu, cinsiyetleri ve cinsiyet rollerini hedef alıyorlar, millet gibi kavramlara düşmanlık etmeye tenezzül bile etmiyor bu kimliklerin iflas ettiğini, kalan son mevzilerin -aile gibi- yok edilmesiyle insanın özgürleşeceğini düşünüyorlar. Hem literal olarak hem mecazen sermayeleri kuvvetli olduğundan, buna inanacak safdil bulmakta zorluk çekmiyorlar.
Gemiyle sefere devam etmek “zorunda kalanlar” ise, hem Tahiti’de kalanlardan hem de Tahiti’de kalanların propagandasıyla insicamı bozulmuş yöneticilerinden rahatsızlar. Şöyle bir düşünün: Avrupa’da radikalizm yükseliyor denirken, radikal denenlerin vurguları, talepleri neler? Vatandaşı korumak, aileyi korumak, cinsiyetleri ve doğal özelliklerini korumak, çocukları korumak… Anaakım addedilenler ise ikiden fazla cinsiyet olduğunu, zencilerin ayağını öpmemiz gerektiğini, kaçak göçmenlerin vatandaş kadar ve hatta “dezavantajlı oldukları için” daha fazla haklarının olduğunu (…) anlatıyorlar. Hangisi radikaldir?
Fakat radikallik esasen taleplerin zarfında değil, talebi dile getirme ve taleple bağımsız davranışların örüntüsünde gizli. İnsicamı bozulmuş yönetici sınıf alegorimizin en sıra dışı örneği İngiltere – kendi vatandaşına açıkça savaş açarak suç işleyen göçmenleri ödüllendirip, suçları dile getirenleri kodese tıkan İngiltere, radikalleşmeyi başaran ilk yönetici sınıfı oldu diyebiliriz. Öte yandan yönetilen sınıfların hepsinde radikalleşme emareleri var. Zira özledikleri, arzu ettikleri şey, onları vaktiyle Tahiti’ye götüren müktesebat değil, Tahiti’de geçirdikleri kısa süre. Bu yüzden çözüm değil, tatmin arıyorlar.
Türk Gençlerinde Radikalleşme
Radikalleşmenin birçok sebebi ve birçok versiyonu var. Fakat zannediyorum Türkiye’de en etkili faktörlerden birisi, kıyas faktörü. Gençler kendilerini “diğerleri” ile sürekli kıyas ediyorlar. Üstelik bu diğerleri yalnız Türkiye’de yaşayan “şanslılar” değil, dünyanın geri kalanından birçok referans noktasını içeriyor. Bu gençler Tahiti’den zorla ayrılıp gemide sefere devam edenlerin çocukları – gemide büyüdüler ancak geminin nasıl hareket ettiğine, yönünü nasıl bulduğuna dair hemen hiçbir şey dinlemediler. Tahiti’deki yaşamın ne kadar güzel, ne kadar eğlenceli, rahat, öforik olduğunu dinlediler. Çevrelerine bakınca, fakat, hiç de öyle bir yaşam görmüyorlar. Ufka bakınca, hatta, daha karanlık bir yaşam görüyorlar.
İyi eğitim alarak iyi para kazanmak artık pek mümkün değil. Bir öğretmen çocuğu olarak babam ve annemin gençlik yıllarını dinlediğimde, gittikleri her yerde epey saygı gördüklerini fark ediyorum. Öğretmen hiçbir zaman zengin olmamıştır, düzenli maaşı varsa da bu maaş maddi güç sağlamamıştır. Ancak öğretmen ve hatta eşi, bölgelerindeki çocukların daha güzel, müreffeh ve rahat bir yaşama ulaşmak için yegane yolun rehberi olduklarından saygı görüyorlardı. Bugün öğretmen saygı görüyor mu? Saygı görmemesinin sebebi maddi gücünün yokluğu yahut sayısının artması mı? Sanmıyorum. Artık iyi eğitimin bir anlamının olmaması bence asıl sebeptir – AKP, vaktiyle FETÖ’ye soruları çalabildiği ve biçimsiz oğlu-kızını polis, asker, bürokrat yapabildiği için sempati duyan milyonların partisi. Artık soru çalan bir yapıyı (şimdilik) ayakta tutamadığı için, soruları anlamsızlaştırıyor. İyi eğitim almak değil, doğru tarikata girmek, doğru insanlarla arkadaşlık kurmak, doğru yerlere yalakalık yapmak – sınıf atlamanın yegane yolu bu ve komiktir ki, AKP beceriksizliği Türkiye’yi çok daha sorunlu bir ekonomiye mecbur bıraktığı için bu yöntemle sınıf atlayabilecek olan insan sayısı eski Türkiye’ye göre daha sınırlıdır. Belki de bu yüzden bu yöntem daha fazla itibar görüyor: İnsanlar şanslı bir grup azınlık içinde olmayı, emek vererek refah ve rahatlık elde eden geniş bir kesim içinde olmaktan yeğ görüyorlar çünkü neredeyse sıfır maliyetle çok daha büyük kazanım, küçük kafalarındaki oyun teorisi denkleminde daha tercih edilebilir halde.
Uzun vadeli dostluklar kurmak, uzun vadeli planlar yapmak, uzun vadeli ilişkiler kurmak (hatta uzun yazılar okumak!) imkansız ve riskli. Her an her şeyin değişebildiği Türkiye’de bir genç neden uzun vadeli düşünsün? Kültürümüz zaten kısa vadeli düşünme meylinin yüksek olduğu bir kültür. Bir de çevreden gelen mesajlar uzun vadeli düşünme ve hareket etmeyi olumsuz kodlayınca, ortaya tuhaf bir gençlik çıkıyor. Büyük politik anlatıların “çöktüğü”ne dair küresel zırvanın etkisi, büyük politik kumpasların mağduru olan insanların o kumpasların karşısına eşit büyüklükte bir anlatıyla çıkmasını engelliyor. Kimlik bunalımı nedeniyle bu gençler kendilerini milliyetçi, sosyalist, liberal (…) adlandırsalar da, bu kimliklerle kurdukları ilişki tamamıyla tatmin zaviyesinden: Hemen hiçbirinde büyük bir emek, fedakarlık, uzun vadeli örgütlenme göremiyoruz. Bu gençliğin politik liderleri, düşünürleri, kanaat önderleri yok – pop ikonları var ve bu yüzden. Kendisine milliyetçi diyenleri iyi hissettirecek laflar eden sosyal medya ünlüleri – bütün aradıkları bundan ibaret. Bu satırların yazarının kitapları ve derinlikli makaleleri yerine YouTube performanslarının daha bilinir olması da bu yüzden: Milliyetçiliğin ne olduğu, ne yapması gerektiği çoğunun umurunda değil, ulusal podyuma çıkıp milliyetçileri “cool” bir şekilde temsil eden bir ikon umurlarında. Bu yazının uzunluğunu görünce, mesela, hiçbirisi okumayacak. Kendilerini ne kadar aşağıladığımı da göremeyecekler. Belki de bu yüzden beni seven kısmı, sevmeye devam edecek – onlardan nasıl tiksindiğimi fark edemeyecekler bile. Zavallıca!
Bu gidişatın sorumlusu olarak gördükleri politik yapılara karşı çıktıklarında, haklarını yemeyelim, kendi suçları olmadan başarısız oluyorlar. CHP’de tarikatçı, Kürtçü, sol liberal deli görüyorlar. İYİ Parti’ye bel bağlıyorlar, kendileriyle hiç alakası olmayan tipler verdikleri oylarla meclise giriyor, kazık attıkları yetmezmiş gibi dalga geçiyorlar. Buna kızıp Zafer Partisi’ne gidiyorlar, alternatif diye yoktan var ettikleri adam (ki ben Sinan Oğan konusunda insanları uyardığımda bir yığın delinin linçine uğramıştım. Ahlaksız sürünün kısm-ı küllisi özür bile dilemedi.) onları kolay satılabilir gördüğünden hemen satıp, yine hayal kırıklığına uğratıyor. Bu kadar ihanete uğramış hisseden bir gençliğin politik aktivist olmasını ve bunu sağlıklı yapmasını bekleyemeyiz. Fakat unutmamamız gereken hususlardan biri, bu kadar kolay ihanete uğrayabiliyor olmalarının nedeninin düşünce ve davranışlarındaki kısa vadelilik, savrukluk, hafızasızlık, hesapsızlık olmasıdır.
Alt kırılımını daha da çeşitlendirmemizin mümkün olduğu bu manzarayı tecrübe eden ve hem öncekilerle hem dünyanın kalanıyla kendisini sürekli kıyas eden gençlerin radikalleşmemesi mucizedir. Üstelik post-modern yıkıcılık radikalleşmenin önündeki bütün engelleri kaldırdı. Kimse yerinde değil, kimliğiyle barışık değil, kimse daha iyi, daha güzel, daha gerçek için çalışmaya koşullanmıyor da, zaman zaman zihninde beliren ve yok edilmesi gereken en aşağılık, aptalca yahut iğrenç fikrin dahi muteber olduğu vaazını duyuyor. Mevcut dünyada kimse kahraman olamıyor; mizacı en yumuşak olanlar kendilerini başıboş köpeklere, kadın gibi giyinen erkeklerin haklarını korumaya yahut Filistinli örgütlerin İsrail’e ve Yahudilere uygulamak istediği soykırım kampanyasına adıyorlar. Bu sayede küçük ve anlamsız dünyalarında kendilerini yüce, güçlü, asil (…) hissedebiliyorlar. Mizacı başka türlü olanlarsa, yıkımın eli olmayı arzuluyor ve fırsat bulduklarında yapıyorlar: Breivik, Tarant, Arda Küçükyetim…
Eskişehir Saldırısı
Arda Küçükyetim eline bıçak alıp “böcek” dediği yaşlı erkeklere saldırdığında medya bunu “oyunlardan etkilenmiş!” diyerek servis etti ve geçen zamanda hala aynı analizlerin devam ettiğini görüyorum. Gençliğin biraz olsun “kaçış” hissi yaşayıp rahatlamak için kullandığı bir aracı böyle öcüleştirmek, radikalleşmeyi artıracak tedbirlerin meşrulaşmasına zemin hazırlar da her şeyi yasaklamasıyla meşhur AKP hükumeti oyunlara da yasaklar getirirse, Arda Küçükyetimler artacak.
Özellikle online oyunların radikalleşen ağlarda bir devşirme sahası olarak kullanıldığı sır değil. Fakat bunu oyunlarda yapamasalar Facebook’ta, Twitter’da, Telegram’da, İnstagram’da – bütün bunları kesersen okulda, kafede, meyhanede yapacaklar – yapıyorlar da. Zira radikalleşmeleri için uygun bir ortam var.
Küçükyetim’in manifestosunu okudum. Türkçe yazmayı beceremeyen, cümle kuramayan, kelime dağarcığı aşırı sınırlı bir çocuk, kendince sınıflara ayırdığı bütün insanlara “beyinsiz” demiş. Kendisinin beyinsiz, cahil ve beceriksiz bir çocuk olduğunun farkında değil. Çünkü hem post-modernizm hem Türkiye’ye özel olarak AKP, neyin değer, neyin yetenek, neyin üstünlük olduğuna dair kanaatlerimizi ya bozdu ya bulanıklaştırdı. Önüne toplum tarafından “şu şu şu değerler, eylemler, özellikler üstündür, iyidir, ulaşılasıdır; şu şu şunlar ise kötüdür, aşağılıktır, uzak durulasıdır” diyerek net ve herkes tarafından uyulan bir tablo konmamış. 18 yaşındaki bir genç erkek, her şeyden evvel testosteron baskısıyla, dişiler tarafından arzu edilebilir “daha iyi”, “daha güçlü”, “daha güzel” olmak ister. Bunu başarması için sağlıklı değerler çerçevesi ve yöntemler yoksa, bu çerçeveyi kendi boş kafasında, tecrübesiz zihniyle çizer ve kendince ulaşmaya çalışır. Aile hikayesinde sorunlar varsa – ki babasından hep hakaretle bahsediyor ve videosunda görebildiğim kadarıyla babasına benzeyen yaşlı erkekleri hedef alıyor – kahraman olmak için birilerini bıçaklayacak hale gelmesi işten bile değildir. Normal ve düzgün yaşam için daha fazla çapası olanlar, mesela, bu kadar zararlı hale gelemiyorlar da, endirekt zarar veriyorlar: Başıboş köpekleri savunmak ve beslemek gibi.
Küçükyetim’in manifestosu ve eyleminde bir başka dikkate değer husus, salt yıkıcı olması, hiçbir alternatif önerisi yok. Çözümsüzlüğün yukarıda anlatıldığı gibi yegane sonuç olduğu bir ülkede, geleceğini karanlık gören, kimlik bunalımına giren, anlamsızlaşan bir gencin herkese ve her şeye zarar vermesi beklendiktir. Hatta diyebiliriz ki Küçükyetim açıkça ve ses getiren bir eylemle zarar verdiği için iyidir bile, en azından tutuklanıp toplumdan tecrit edilebildi. Fakat Küçükyetim gibi açık bir teröriste dönüşemeyen daha örtük radikaller toplumu bir arada tutan günlük ve küçük iyilikleri ortadan kaldırır ve sabote ederler. Toplumun çözülmesine neden olurlar. Bu yeni tip, bu bakımdan, IŞİD militanlarından bile aşağılıktır; en menfur eylemleri düzenleyen İslamcı militan, hiç değilse -bence sorunlu ve aşağılık da olsa- bir hilafet yaratmak için bu yıkıcılığı araç olarak görüyor. Yeni serpilen radikallerimiz için bir alternatif yok – yalnızca gemiyi batırmak istiyorlar.
Bu işin bir başka boyutu da, “doğal” nedenlerden ötürü ortaya çıkan radikalleşme zemininin kullanılması. Göçmenliğin radikalliği beslediğini söylemiştik – Türkistanlı göçmenlerin ilk durak olarak göçtükleri Rusya’da radikalleşip Rusya’nın ders vermek istediği ülkelerde eylemler düzenlemesi manidar değil midir? Toplumda yükselen taleplere cevap vermeyen anaakım siyasetin temsilcilerin karşı yükselen yeni sağın birçok aktöründe Rus finansmanına rastlamamız ilginç değil midir?
Türkiye’de bir süre önce, mesela, tuhaf bir grup “online genç” ortaya çıkmış ve asmalı kesmeli bir manifesto yayımlamışlardı. Ne milliyetçi çevrelerce tanınıp bilinen, ne birikimi, ne karizması, ne hikayesi olan gençlerdi. Ancak sözde göçmen karşıtı manifestoları yayımlanınca birden fırtına koptu. Göçmen karşıtları terörist olarak hedefe kondular. Düzenleyeceklerini belirttikleri toplantılara katılan bile yoktu, en son ilan ettikleri eyleme de kimse katılmadı. Bu tutmayınca bu defa milliyetçi gazetecilerin bir kısmını tutukladılar. Hükumet, kaçak göçmenlerden doğan memnuniyetsizliğin radikalleşmesini istiyor zira; haklı taleplerin karşısına ancak, bu talep sahiplerinden bir kısmının iğrenç, korkunç, sansasyonel eylemler yapması, adına “çerçeveleme” dediğimiz propaganda yöntemine malzeme sağlayacak ve kaçak göçmenlerden şikayet edenler bir anda tu kaka olup insanlar emrivakiye razı edilecek.
Küçükyetim’in dahil olduğu mesajlaşma gruplarından gördüğüm kadarıyla bu işte de tuhaf etki ajanları var. Bu tür bir eylemin yapılması için teşvik edici konuşan ancak kimliği belli olmayan online karakterler. Böyle bir ortamın oluşmasında da AKP’nin etkisi var bu arada: Türkiye’de çok az insan görüşlerini gerçek adıyla yazabiliyor zira yalnız devlet kadrosunda çalışanlar için değil, herkes için görüş belirtmek ocak sönmesiyle eş anlamlı olabiliyor. Böyle bir ortamda takma adlı ne idüğü belirsiz tipler, kendisi de takma ad kullanan anonim sürüleri istediği gibi sevk ve idare edebiliyorlar. Bunu başarmaları yalnız etkili içerik üretmelerinden değil, kontrol edilen çeşitli ağlarla desteklenmeleri ve ciddi maddi güç gerektiren yöntemleri kullanmalarından ileri geliyor.
Hele, teyit edemediğim bir bilgi geldi ki gerçekse korkunç: Arda Küçükyetim basit bir suçtan açık cezaevine alınmış ve yakın zamanda firar etmiş. Hala teyit etmek için uğraşıyorum.
Biz “eski kafalı” modernistler modern değerleri yeniden muteber hale getiremezsek, yeni ve temiz, ayakları yere basan bir milliyetçilik anlayışını yaygınlaştırıp Türk kimliğini hem düşmanlık eden hem de Türk göründüğü halde muzır olan “iç mihrak”ların taarruzuna karşı tahkim edemezsek, düzgün ve sağlıklı zihinlerin önerilerini takip edilir hale getiremezsek bu post-modern kaosun çocukları memleketimizi mahvedecekler.
Bahadırhan Dinçaslan
Yazınızı ancak okuyabildim, elinize kaleminize sağlık.
(yorumuma cevap yazan şahsa) Kendisi gibi düşünmeyeni düşman gördüğü kesimle bağdaştırmak, insanların genelinde gördüğüm bir acziyet. Şimdi ben din konusunda sizin gibi düşünmüyorum diye ak troll ve rende binası bilmemnesi isem, siz de benim gibi düşünmediğiniz için benim düşman kampımdaki görüşlerten biri mi oluyorsunuz? Yani ben akpli olsaydım chpli olacaktınız, şükür ki en yakın olduğum görüş seküler milliyetçilik ve sizi bütün iğrenç (aktrol-rende-stalin-çin) benzetmelerinize rağmen herhangi bir kampa koymuyor, etiketlemiyorum. Ortalama bir ülkem vatandaşısınız işte. Maalesef bu ülkenin asıl problemi, sizin de anlayışınızla ortaya koyduğunuz gibi, muhalifinin de iktidarının da farklı kamplarda yer tutsa da aynı kafalara sahip olması. Bahadır beyin şu yazısına ve gelen yorumlara bakınca da çoğunun adamın ne dediğini anlayamadığı gayet belli oluyor. Kimi alınıp kızmış (ki hepsini okuduysalar kastının kendileri olmadığını anlamalıydılar) kimi filistin derdinde...
Bahadırhan abi, ellerin dert görmesin, zihin açıklığın devam etsin. Yine en öncelikli konuya parmak basmışsın. Sağ olasın, var olasın. Ama bir eleştirim var, bir "Temiz Türk" olarak: Abi, Temiz Türk demek hukuka, ahlaka uyan erdemli insan demektir benim için. Kırk bine yakın sivil öldürüldü Filistin'de, yarısı çocuk. Ve bir Fransız dergisinde bunun asında 200.000 bile olabileceği, çünkü yıkılan binanın altında kalan insanların sayılamadığını yazıldı. Durum bu iken, İsrail ve Netanyahu isimli katil Uluslararası Adalet Divanı'nda, Uluslararası Ceza Mahkemesi'nde yargılanıp tutuklama kararı çıkıyorken Yahudi üstünlükçüğünü, Siyonizm'i savunan bir tutum almanı ben "Temiz Türk" olmakla çelişkili buluyorum. Bu arada söyleyeyim abi, bugün Azerbaycan Ermenistan'a girse, masum sivil Ermenileri öldürse ben buna yine karşı çıkar, eleştiririm. Abi, Diyarbakir'da sivil halka TSK şu ana kadar zerre hukuksuzluk yapmadı, bütün sınır ötesi harekatların uzun sürmesinin sebebi bizim erdemli tavrımızdır.
Laiklik demek dinin insanların hür irade ve tercihleri içinde olması demektir. Dine, özellikle o toplumun büyük çoğunluğunun mensup olduğu, kültürünü şekillendirmiş, en sekülerinin bile default olarak edindiği hasletlerin kendisinden geldiği Müslümanlığa, Hz.Peygamber'e hakaret etmek Laiklik demek değil, din düşmanlığı demektir ve yanlıştır. Çünkü sizin artık bir başka insanın din ve vicdan hürriyetine, sınırına saygınız yoktur. Bunu Stalin Rusyası müslüman Türk topluluklara yapmıştı, bugün de Çin'de Uygur Türklerine yapılıyor. Yazdığınız şeyler çok problemli. Muhalefeti zayıflatmak için bu siteye salınmış kripto Ak Trol olmadığınızdan şüpheleniyorum. Rende Başkanlığı daha faydalı şeylerle uğraşmalı.
Laikliğin ne olduğunu biliyorum. Bu yazdıklarımda hiç geçmeyen ve yazdıklarımla zaten alakası olmayan laikliği değil, Atatürk'ün bu dine bakışıyla ilgili yazdım. Bu konuda sonuna kadar onun gibi düşünmekteyim ve sizin yazdıklarınızdan çıkardığım, siz bizim gibi düşünmüyorsunuz. Size göre "arap uşağının yaveleri" diyen Atatürk, din düşmanı. Dolayısıyla onun gibi düşünen ben de... Peki inanmayana "kafir" diyen ve "ahmak, ebleh, akletmez, kör, sağır, cehennem odunu ilh." diyen din böyle düşünenlere hakaret etmiyor mu ilk başta? Bence sıkıntılı olan bütün "inanç"ların ta kendisidir. Hiçbir şeyin doğruluğunu kesin olarak bilemeyip, ancak doğruya yakınını bulup ona dayanarak ilerleyebildiğimiz şu dünyada herhangi bir şeye "kesin, değişmez doğru" gözüyle bakmak sıkıntı. Bu bakışlar yüzünden arayışlar, ilerleyişler durmakta. (Son yazdıklarınız zaten umursanacak cinsten değil. Zira o kafayla bakınca Atatürk'ü de akpli yapabilirsiniz. Sizin gibi düşünmeyeni düşmanlarınızdan görmek...
Laikliğin ne olduğunu biliyorum. Bu yazdıklarımda hiç geçmeyen ve yazdıklarımla zaten alakası olmayan laikliği değil, Atatürk'ün bu dine bakışıyla ilgili yazdım. Bu konuda sonuna kadar onun gibi düşünmekteyim ve sizin yazdıklarınızdan çıkardığım, siz bizim gibi düşünmüyorsunuz. Size göre "arap uşağının yaveleri" diyen Atatürk, din düşmanı. Dolayısıyla onun gibi düşünen ben de... Peki inanmayana "kafir" diyen ve "ahmak, ebleh, akletmez, kör, sağır, cehennem odunu ilh." diyen din böyle düşünenlere hakaret etmiyor mu ilk başta? Bence sıkıntılı olan bütün "inanç"ların ta kendisidir. Hiçbir şeyin doğruluğunu kesin olarak bilemeyip, ancak doğruya yakınını bulup ona dayanarak ilerleyebildiğimiz şu dünyada herhangi bir şeye "kesin, değişmez doğru" gözüyle bakmak sıkıntı. Bu bakışlar yüzünden arayışlar, ilerleyişler durmakta. (Son yazdıklarınız zaten umursanacak cinsten değil. Zira o kafayla bakınca Atatürk'ü de akpli yapabilirsiniz. Sizin gibi düşünmeyeni düşmanlarınızdan görmek...
Bahadırhan oğlum, kalemine sağlık. Çok önemli konuları sabırla ve ince ince ele almışsın. Başta verdiğin olay beni çok etkiledi. Müsaadenle sana bir konuda farklı görüşümü söylemek isterim, takdir senin: Oğlum, biz Türk'üz. Osmanlı’nın son dönemlerinde Aşkenazi Yahudileri Avrupa'da uzun zamandır zprluk yaşadılar. Yahudi Siyonizm'inin de öncülü olan Hristiyan Siyonizm sonrası Yahudiler zaviyesinden rahat yaşayabilecekleri, Hristiyan Siyonistler için de Megiddo'daki savaş öncesi şartın gerçekleşebileceği bir toprak olarak Kudüs belirdi. Ancak bu bizim toprağımızdı 1099'a dek Selçuklu, 1517 sonrası Osmanlı dönemlerinde. Bu yüzden Nili gibi Siyonist terör örgütleri kuruldu, Britanya'ya ajanlık yapıldı. Cemal Paşa daha sonra uyandı, ele başlarını öldürttü, ama Kudüs'ü kaybettikten sonra. Ki oradaki ahali Selçuklu döneminde giden Türkmenlerin soyundan geliyor büyük çoğunluğu, Eyyubiler Kafkasya Kürtleri de getirmişler sonra, ama onlar azınlıkta. Bugün yaşananlar ise bir soykırım, savaş suçu.
En ilginci de, Atatürk’ü kötü örnek olarak göstermek için öne sürülen pek çok ayrıntı, ilk öğrendiğimde beni kötü etkilese de, zamanla onu daha iyi tanıyıp anlamama ve bir insan olarak onunla empati yapabilip onu sevmeme sebep oldu. Bu ayrıntılar aynı zamanda güya onu sevip savunanların canla başla sansürledikleri, çarpıttıkları veya yerine tam zıttını anlatan başka hikayeler uydurdukları meselelerdi. Mesela DİN. Bugün insanlar Atatürk’ün neden bu ülkeyi ‘gökten indiği sanılan’ ‘Arap uşağının yaveleri’ ile kurmadığını anlamak şöyle dursun, Atatürk’ün bunları söylediğini ona karşı bir iftira sanma mesabesindeler. Bu hal ile bu sözlerin gerçek olduğunu bilip onu sevmeyen dincilerin çocukları, bunun iftira olduğunu anlatanların çocuklarına göre, Atatürk’ü doğru tanıma ve dolayısıyla onu anlayabilme ihtimaline daha yakınlar. Velhasılı Atatürk’ü doğru anlatmak ve tanıtmak bu meselede çok önemli olmakla beraber bir diğer konu olarak yaşayan örnekler sunmak çok daha önemli kanımca.
Yeni nesiller ne dinde ne dindarda, ne Arapçı ne Kürtçü ne de etraflarında veya medyada görebildikleri Türkçülerde bir hayır olmadığını görebiliyor. (Türkçüden kasıt katıksız ırkçı olan veya kimlik olarak Türkçülüğü savunur görünmekle beraber yaşayışı ve icraatleriyle karaktersiz olan bugünkü akp ortağı mhpli tipler) yerini ikame edecek bir fikirden, felsefeden de yoksun olup bunu kendi başına yapmaktan da aciz olunca bencil ve anarşist, gönül ilişkilerinde bile çıkarcı ve sıkıntılı insanlar oluveriyorlar. Bahadır bey, örnek hayatlar ve onların sözlerine muhtaç bence bu insanlar. Atatürk bu konuda iyi bir seçenek olmakla beraber şuan hayatta olan birileri olması çok daha etkili olacaktır. Ayrıca Atatürk konusunda, şahsen ben çocukluğumda hep kötü insanların Atatürk’ü savunduğunu ve çevreminse onu kötülediğini görmekle beraber, kendim bir çok sıkıntı yaşayarak anladım ve tecrübe ettim onun nasıl bir insan olduğunu, nelerden etkilenip nelerden tiksindiğini…
Bence Osmanlı’nın son yıllarında ve Türkiye’nin ilk yıllarında nasıl bir ortam vardı, Atatürk ve çevresinde onunla hareket eden nesil ne görüp yaşadı da bunları yaptı; dinden, feodalizm ve monarşiden ırak bir Yönetim ve halk için ne reçeteler aradı; yeni bir kimlik ortaya koyma yolunda neleri tercih edip ve neleri hariç tuttu, bu macerada ne gibi hatalara düştü ve neler başardılarsa iyice irdelemek gerek. Dün bu yaşananları anlamadan bugün net bir yol veya sağlam bir karar ortaya çıkamayacak. Şuan 1995 ve sonrasında doğup lise çağına erişen gençlerin çoğunda, hatta şu Roblox oynayan ortaokullu nesilde gördüğüm kadarıyla “iyi nedir, neden iyi olunmalıdır, iyi kimdir” konularına kadar temelden eğinilmeli. Anlatıları destekleyen canlı kanlı, halen hayatta olup hatta genç de olan örnekler gösterilebilmeli. Yeni nesiller ne dinde ne dindarda, ne Arapçı ne Kürtçü ne de etraflarında veya medyada görebildikleri Türkçülerde bir hayır olmadığını görebiliyor.
Bahadırhan abi, bi' sakin olsana ya! Biz gençleri böyle harcamak kolay mı sanıyorsun? Yani senin kafanda bi' şeyler var belli, ama biz her sabah Fatih Altaylı’yı izleyip gerçekleri öğreniyoruz. Adam dünyayı görmüş, Fransızca falan biliyor, ama senin gibi değil, biz gençlere hep güveniyor. O haftaiçi videoalrında sık sık söylüyor, biz gençler bu ülkenin geleceğiyiz. Sen git bi’ düşün, belki biraz daha açık fikirli olmayı öğrenirsin. Sen bu eski kafalı bakış açınla bizi mi yargılayacaksın? Z kuşağı olarak biz çoktan senin gibi gençleri aşalıyanların devrini kapattık bile. Biz milliyetçinin de kralıyız. Bizim işimiz büyük be abi, sen de bi’ zahmet kendi işine bak, biz zaten yolumuzu buluruz.
Bahadırhan hocanın yazıda eleştirdiği yüzeyselliği sözleri ve takip ettiği her dönemin adamı karaktersiz gazeteci ile teyit eden bir genç :))
Mustafa Kemal oğlum, yorumun için teşekkür ederim. Çünkü tam da Bahadırhan'ın yazdığı yüzeysel gençliğin vücut bulmuş halisin. Yaşından anladığım kadarıyla o her gün izlediğin Fatih Altaylı'nın tam da AKP'nin oluşturduğu atmosferde Abdurrahman Çelebi olabilecek bir karakter ve çapta olduğunu dahi farketmemişsin. Gezi Olaylarında insanlar hükumete öfkeliyken onun karşısında iki büklüm oturan, onun gündemi suni alkol tartışmaları ile değiştirmesi karşısında karısı kadar sesini çıkaramayan, Habertürk'te çalışan sevgilisini golf sopası ile dövüp onun şikayetini Fethullahçı hakim ve savcılar ile anlaşma yaparak kapatan, Fethullahçılar güçlü iken Türkçe Olimpiyatları'nın yalakası olan her dönemin adamıdır Fatih. Peki sen Bahadırhan ağabeyinin fırıldak, dönemine ve adamına göre bir şeyini biliyor musun? Her konuda yüzeysel bir bilgisi olup ahkam kesen insanları değil, uzmanlığı tercih etmeni salık veririm Mustafa Kemal oğlum.
Kendinizi ne sanıyorsunuz? Herkesi küçümseyen, sürekli eleştiren ve burnu havada bir tavırla ahkam kesen bir tutum içindesiniz. Türkçülük sizin gibi kibirli ve öfke dolu bir üslubu kabul etmez. Kendinizi üstün görüp, kimseyi beğenmeyerek neyi başarmayı düşünüyorsunuz? Nikah şahidiniz da olmuş olan Mansur Yavaş gibi bu milletin saygısını kazanmış bir büyük Türk milliyetçisini bile zaman zaman dilinize doladınız, bu ne kadar nankör olduğunuzu gösteriyor. Sizin gibi insanlar, Türkçülüğün, Turancılığın değil, kendi egolarının peşinde koşarlar. Sürekli eleştiriyorsunuz, hangi milliyetçi partiyi eleştirmediniz ki? Kendiniz bir şey yapmayıp sadece başkalarının emeklerini karalamakla uğraşıyorsunuz. Sizin milliyetçilikten anladığınız sadece laf kalabalığı, ötekileştirme ve kibir. Ne İYİ Parti'yi, ne Zafer Partisi'ni, ne de başka bir milliyetçi hareketi beğeniyorsunuz, çünkü sizin tek derdiniz kendi egonuzu tatmin etmek.
Bu yazıyı okurken Büyük Önder Atatürk'ün "Ey Türk gençliği! Birinci vazifen, Türk istiklalini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir" sözleri aklıma geldi. Sen, bu ülkenin gençliğini suçlayarak, onları ötekileştirerek bir çözüm arıyorsun ama farkında mısın, bu yaklaşımın tam da Atatürk'ün uyardığı hatanın bir örneği? Büyük Atatürk, gençliğe her zaman güvenmiş ve onları geleceğin teminatı olarak görmüştü. Sen ise onların sorunlarını anlamak yerine, bu gençleri radikalleşmiş gibi göstermeye çalışıyorsun. Halbuki bu gençlerin asıl istediği şey, Atatürk'ün izinde, akıl ve bilimin ışığında, eşit, özgür ve adil bir Türkiye'de yaşamak. Senin yazında gördüğüm en büyük hata, gençleri ötekileştiren ve onları aşağılyan bir dil kullanman. Oysa Atatürk, "Bütün ümidim gençliktedir" derken, bu gençliğin ülkenin geleceğini inşa edeceğine olan inancını dile getirmişti. Bu gençlerin umutsuzluğunu ve öfkesini anlamadan, onlara yol göstermeden, suçlayarak nereye varmayı düşünüyorsun?
Bahadırhan Bey, sizi uzun zamandır takip ediyorum. Bilmiyorum; milliyetçi muhafazakar bir geçmişten gelip daha sonra hayatınızda yaptığınız radikal değişimden ötürü kişisel bir iç mücadele mi, yoksa Pro-İsrail olarak Siyonist lobilerin desteğini alarak Win-Win önünüzün açılacağını mı düşünyorsunuz, Nato'nun gençlik örgütünde arkadaşlarınızın bu sayede destek göreceğini mi umuyorsunuz, bilmiyorum. Ama şunu yazmak hakikaten akıl tutulması: "Filistinli örgütlerin İsrail’e ve Yahudilere uygulamak istediği soykırım kampanyasına adıyorlar." 40.000'den fazla masum sivil katledildi, ICC ve ICJ önünde (sırayla) bireysel ve devlet olarak en ağır savaş suçları ile ve soykırımla suçlanıyorlar ve ICJ Netanyahu ve adamları için tutuklama talep etti, ICC diğer ülkeleri uyardı zulme karşı. Şu an İsrail masum sivilleri öldürüyor zaten, siz neden bahsediyorsunuz? Siyonistlere yalakalık yaparak Türk milliyetçisi olunmaz, mağdur ister Filipinli hristiyan, ister Filistinli müslüman olsun, insafsızca bu.
Doğru ve yanlış içiçe geçti. Bu bunalıklıkta herkes ''kendisini bu noktaya kadar hayatta tutmuş'' sözde değerlerine sarılıp zihnini kapatmayı tercih ediyor. Her kim ki öğüt veredursun, tek niyeti toplumsal ilerleme adı altında kendi çıkarlarını doğru örtüsü altında yeni yol arayan insanlara yutturmak. Bu güvensizliğin farkında olan insanlar da yeniden çemberin başına dönüyor ve kendi doğrularıyla izole şekilde hayata devam etmeyi tecih ediyor. Provokasyon had safhada. Toplumda derin bir ''Beyaz Gürültü'' var. Küçük ve asil sesler bu gürültü altında baskılanıyor, bir şey anlama garetiyle sürekli bu gürültüye maruz kalanlar eksik/yanlış anlıyor, stres altında tahammülsüzleşiyor. Bilardo topları gibi birbirimize çarp(tırıl)ıyoruz. (Görüşümdür)
Yine çok güzel bir yazı elinize sağlık. Bir ekleme yapmak istiyorum. Sorunlu ailelerden, sorunsuz çocuk çıkmaz. Çocuklar kimliklerini önce ailede edinirler. Kimliksiz ailelerden, kimlikli çocuk doğmaz. Annesi x, babası y kimliğinde olan çocuk, ergen yaşlarında ikiye bölünmüş kimlikle, ikiye bölünmüş kültürle ve ikiye bölünmüş bir tarih algısı ile boğuşur ve bununla tek başına başa çıkamaz. Özellikle de ailede, anne ve babanın kendi kimlikleri arasında bir rekabet varsa. Gelişmiş ülkeler bu sorunları eğitim ve demokrasi ile çözüyor. Kozmopolit toplum yapısının tipik sorunlarıdır bunlar ve maalesef kimse ayırdında değil. Ebeveynler ebeveyn değil. Çocuk sahibi olmanın bilincinde olamayacak cahillikteki ebeveynlerin, çocuklarını köpek yavrusu gibi görmelerinin sonuçlarıdır bunlar. Üstüne sosyal medya alanlarının etkisini de koyarsak, aslında bomba yetiştiriyor olduğumuz gerçeği ile karşı karşıya kalırız.