Küçük insanlarız biz küçük insan
Sevmekçin küçüğüz nefretçin küçük
Fakat bir gafletle bizi bıraksan
Yıkılır Devlet’in üstüne göçük
Biz minik kurtlarız gıdamız ahşap
Çürüyen köklerin biziz yamanı
Biziz kanınızda gezen iltihap
Bir küçük dikeniz – ayak düşmanı
Rudyard Kipling’in çalakalem çevirdiğim şiiri A Pict Song, Roma işgaline boyun eğmek zorunda kalan Pictlerin ağzından böyle söylüyordu. Roma atını aldırmaz bir gururla sürüyor, toynaklarının neyi ezdiğine dikkat etmiyordu. Halbuki ezilen Pictlerin başı, kalbi, karnıydı. Pictler savaşarak Roma’yı yenemeyeceklerini biliyorlardı – bu yüzden meşeyi çürüten ökseotu gibi olmayı tercih ettiler. Roma’yı yenebilecek milletleri adaya davet ettiler. Sonunda bu yeni fatihlerin kölesi olacaklardı ama olsun – Roma’yı zelil halde görüp mezarlarının üstünde tepinmek onlar için yeterliydi, nasılsa bütün hayatları boyunca köle olmuşlardı.
Şair baş edemeyeceği kadar büyük bir düşman karşısında yalnız zarar vermeye, yalnız yıkmaya ve yalnız intikam almaya odaklanan, bu intikam uğruna hürriyetinden kalıcı bir şekilde vazgeçip, en kısa zamanda öfkesini tatmin edebilmek için başka bir ihtimal hayalini kurmaya bile tenezzül etmeyen bir toplumu çok iyi anlatmış. Önce Cermenik kabilelerin işgalleri, ardından Norman işgali ile Roma’nın Britanya’da kurduğu düzen büsbütün ortadan kalktı. Aynı zamanda Pict adı ve kimliği de.
Bugünün insanı da benzer bir manzarayla karşı karşıya. Karşımızda çoğumuzun adını bile bilmediği yahut koyamadığı, kanımızla beslenen, bizi durmaksızın ezen ve üzerimizde tam kudret sahibi bir düşman var; bir heyula gibi her gün büyümeye, onu asla yenemeyeceğimiz cüsselere ulaşmaya devam ediyor. Bu düşman karşısında, mesela, terörist yapılara sempati duymak makul olabilir mi? Yahut kopkoyu bir anarşizme teslim olup otoriteyle teması en aza indirerek gönüllü bir tecrit içinde yaşamak mümkün müdür? Bu akla gelen seçenekleri uygulamaya koyduğumuzda, peki, “biz” olarak yaşamaya devam edebilir miyiz? Olur da kazanırsak, kazanalım diye devreye soktuğumuz araçların intikamı tatmış mutmain köleleri olmak, mevcudun sürekli bilenen köleleri olmaktan yeğ midir? İtiraf etmek gerekirse hala bilmiyorum – bu yazı dizisi de bilmeyişimin seyrüsefer defteri zaten.
Anadolu: Gelen Ağa Giden Paşa
Toplumlar düzenli tecrübe ettikleri olgulara göre şekil alır, bu aldıkları şekli de kültürleştirirler. Yeryüzünde, mesela, İngilizler kadar bambaşka toplumları yönetmeye meraklı ve yetenekli millet var mıdır? Çok küçük tarım alanlarına can havliyle tutunup kara yoluyla civar yerleşimlere bağlanamayan, girintili çıkıntılı koylardan balıkçılık için denize açılan İskandinav toplumları bireyci ve otarşik olmaz da ne olurdu? Anadolu, peki, nasıl bir tecrübeyi kültürleştirdi acaba?
Amin Maalouf’un Semerkant eserinde ilginç bir pasaj vardır:
O çağda, bir kent ahalisi, bir Türk hükümdarına diğerini neden yeğ tutsun denilebilir. Ama Semerkantlılar yine de dua etmişlerdi çünkü ardından gelecek katliam, yağma ve çapulculuk nedeniyle sahip değiştirmekten korkuyorlardı. Bir başka hükümdarın, kendi hükümdarlarını yenmesini dilemeleri için, onun kendilerini korkunç bir vergi yükü altında ezmesi, süresiz huzursuz kılması gerekirdi. Oysa Nasır Han böyle bir hükümdar değildi. Belki en iyisi değildi ama, en kötüsü de sayılmazdı. Semerkantlılar Nasır ile geçinmenin yolunu bulmuşlar, gerisini de Allah'a havale etmişlerdi.
Anadolu’yu da benzer görüyorum. Dilbilimde substratum denen bir fenomen vardır. Bir dili konuşanlar, başka bir dili konuşan toplum tarafından hakimiyet altına alınır ve yeni dili benimserlerse, bu benimseyişte eski dillerinin izi kalır. Bu iz yalnız kelime tercihlerinde kendisini göstermez; grameri de dönüştürürler. Alt tabakadaki dil, bilinçaltı gibi, üst tabakayı etkiler. İngilizce buna iyi bir örnektir, Cermenik dillerdeki birçok özelliğini, Keltik dil konuşan toplumlarla bir füzyona girdiği için yitirmiştir.
Kültürlerde de substratum var mıdır? Bence var – en iyi örneği de Anadolu. Zira, düşündüğünüzde Türk Dünyası’nın en geniş ölçekte ortak kahraman arketipi, romantik eşkıya kahramandır, Köroğlu’dur, Alpamış’tır. Türkmen kodlarını muhafaza eden yörelerimizde kahramanlık ve eşkıyalık kol kola gider; hatta eşkıyalar dinî bir hüviyet kazanırlar: “Duran ağam harbediyor / Hazireti Ali gibi”, mesela. Fakat diğer taraftan bakınca, “İslamoğlu kaleleri yıkılsın / Yıkılsın yerine bostan ekilsin / Kaymakam senin de belin bükülsün” diyerek otoriteye bakışını özetleyen köylülerimiz, ekseriyete bakınca görünmez oluyorlar. Bunun nedenini şöyle açıklıyorum: Türkler fetheden bir toplum olduklarından Anadolu’nun bilinçaltını yaratmadılar, ona maruz kalıyorlar. Kültürel substratum, Türkleştirilen Anadoluların kültürü ve Anadolulular tarihin başlangıcından beri durmadan fethediliyor, çiftçilik yapıyor, gelene ağam, gidene paşam diyorlar. Bu bakımdan diyebiliriz ki milliyetçiliğimizin Anadolu kültürü, vurgusu yerine, etnik Türkmenlerin kültürel değer dizgesini referans alması daha doğrudur: Türkleştirdiğimiz kadar Anadolululaştık ve bu iyi bir şey değil.
Problemimiz otoriteydi, bütün bu anlattıklarımın otoriteyle ne ilgisi var?
Otoriteyle Nasıl Başa Çıkılır?
Küresel bir ticari gücü, ulus devletin kanunlarıyla sınırlandırabiliriz. Bir ulusun yöneticilerinin “sınıf” olmasının önüne demokratik usullerle geçebiliriz. Fakat bütün bunlarda bir hususu atlıyoruz: İnsanın kötülüğü.
Kitabımda Thomas Paine alıntısıyla insanı peşinen iyi veya kötü kabul etmenin devlet anlayışıyla ilişkisine yüzeysel olarak değinmiş ve esasen tam taraf tutmamıştım, fakat insanın kötü olma potansiyelinin daha yüksek olduğunu gördüğümü itiraf etmeliyim. Ulus devletin içindeki zulmü/muhkem otoriteyi engelleyeceğini düşündüğümüz demokrasi, aşiretleşme varsa, mesela, ulus olmayı iç siyasette dezavantaj olarak görebiliyor. Bugün AKP-MHP ortaklığı eliyle gerçekleştiği gibi, ulus olma hali bizzat demokratik güçler tarafından hedefe konuyor; görece korunmuş bir tahdidin içinde görece düzgün hayatlar yaşayabilmemizi milli bilincimizden doğan ulus inşasına borçlu olduğumuz hemen unutuluyor. Bu, küçük insanın küresel ve güçlü yapılara karşı koruma kalkanını zayıflatıyor, üstelik o yapıların ulus içinde demokratik uzantılar elde ederek, ortak çıkarları başkalaşmış kümeler yaratmasını sağlıyor.
Daha kötüsü de var: Sevgili dostum Ömer Faruk Engin’in dikkatimi çektiği gibi artık paranın vaat edebildiği konfor ve zevkler korkunç bir mertebeye ulaşmış halde. Bu satırların yazarının dahi, sonsuz bir para kaynağının yaratacağı ayrıcalıklara karşı koyması her zaman mümkün olmayabilir. Bir defa gelinen hayatta, emekle kazanılmamış bir paranın sürdüreceği sefa, kendisini artık bir bütünün parçası görmeyen birey için müthiş bir cazibe taşır.
Ben hala bireyciyim, fakat birey olmanın bir bütünün parçası içinde anlamlı olduğunu da görüyorum; o bütünün güç odaklarını zalimlerin ele geçirme ihtimaline karşı her zaman bireyin, esasiyle vatandaşın tarafında olmak gerektiğini düşünen bireyciliğimle, yukarıda anlattığım bütünden kopmuş tekil ünitenin birey oluşu aynı düzlemde değil. Yukarıdaki birey, “benden sonra tufan” diyor, benim anladığım bireyse “bir ben ölmeyinen ordu bozulmaz” fikrini taşırken, hem ordunun bozulmayacağı hem ölmeyeceği senaryonun en iyisi olduğunun farkında.
Kazandığı parayla ancak gündelik geçimini sağlayan, emek ve yetenek karşılığı zenginlik elde edemediğini gören yığınlar neye dönüşecekler? Onları dev şirketlerin kiraladığı mahallelerde yaşatıp, dev şirketlerde çalıştıran, verdiği maaşı olduğu gibi geri alan bir düzene tabi tuttuğumuzda, aralarından bazıları seçilmiş kişi olmanın hayalini kurmayacaklar mı? Olası kıpırdanmalarda o seçilmiş kişi, kıpırdanmayı bastırmak için muhatap alındığında kendi çıkarını öncelemeyecek mi?
Detayına bir sonraki bölümde gireceğim ama, kapitalizmin faydalarını hasat ederken sermaye teksifinin zararlarından korunmak, dolayısıyla otoritenin asla baş kaldıramayacağımız bir hale geçmesini engellemek için bazı tedbirler alınması gerektiğini öngörüyorum. Bunun ilk adımı, herhalde, ulus-devlet bünyesinde belli bir ciro ölçeğini aşan her şirketin çoğunluk hisselerinin borsaya açılmasını mecburi tutmaktır. Yetenekli olanın, zeki olanın hatta şanslı olanın daha zengin olmasına ilkesel bir itirazım yok. Fakat belli bir zenginlik eşiği aşıldığında, başkalarının zengin olmasını engelleyebiliyor. Bir insanın bir milyon dolarının olması problem değildir, on milyon dolarının olması da. Peki yüz milyar dolarının olması ne kadar anlamlıdır? Yüz milyar doları olan bir insan, başkalarının bir milyon dolar sahibi olmasını engelleyebilir; bu da inovasyonun, yeteneğin, zekanın, bilginin bastırılması, yalnız gücün ödüllendirildiği bir sistemin inşası demek. Cyril Northcote Parkinson’un dediği gibi, gazeteleri olan biriyle gazete okuyan vatandaşın demokratik gücü bir midir? Bu demokratik gücü sosyalist bir yöntemle eşitlediğimizde bozuk bir toplum elde ediyoruz, zira aptalı, umursamazı, art niyetliyi diğerleriyle mutlak surette eşitliyoruz. Fakat yalnız “hak eden”in gazete sahibi olmasını temin etmek hala elimizdedir: Şirketlerin zorunlu halka arzı bunun için gerekli bir altyapı sağlayacak gibi geliyor.
Bunun yanında, milliyetçiliği hala bir silah olarak görüyorum: Yukarıda ifade ettiğim gibi, milliyetçiler etno-sembollerle oynayarak, deyim yerindeyse genetik mühendisliği yaparak bir kültüre şekil verebilirler. Türkiye özelinde, asi ve devingen Türkmen ruhuna referansla milliyetçilik yapmanın önemini görüyorum: Milliyetçi partilerimiz ve geleneklerimiz gördüğümüz en biatçı, en sorgusuz, en kafasız uygulamalara birer örnek arz ediyor. Biat sorunları çözseydi, Kuzey Kore dünyanın en mutlu insanlarının yaşadığı yer olmaz mıydı?
Doğal hukuka, yine, bir sonraki bölümde etraflıca değineceğim, fakat hukuk anlayışımızın doğal hukuk lehine dönüşmesinde fayda görüyorum. Doğal hukuk, diğer görüşlerim bir yana, sıradan ve tek insanı güçlendirecek bir öz ihtiva ediyor. Hukuk yalnız doğru usullerle ilan edilen ve bir gücün garantörlüğünü üstlendiği bir fenomense, sıradan insanın dezavantajlı pozisyonu pekala o güç tarafından tahkim edilebilir. İnsanı tabula rasa görmeyen ve onun fıtratına büsbütün aykırı davranamayacağını fark eden, mesela ihkak-ı hakkın salahiyet sınırlarını genişleten bir hukuk anlayışı, sıradan insana değil mevcut sistem içerisinde ayrıcalık kazananlara gözdağı verecektir.
Ekonomik ilişkileri düzenlemek, isyankar bir kültür inşası ve bu kültürü dikkate alan hukuk… Bunun yanında şu sıralar en büyük meselem olan bir olguyu da anmalıyım: Aile.
Şeytandan Aileye Sığınmak
Stephen King’in sıkı bir okuru olduğum söylenemez, hatta pek sevmediğimi söyleyebilirim. Fakat bir öyküsü var ki, şahane alegorilerle bezendiğini düşünüyorum: The Man in the Black Suit.
Gary, ağabeyini bir arı sokması sonucu kaybetmiş onlu yaşlarında bir çocuktur. Bir gün, babasının hediye ettiği oltayla, tek başına balık avlamaya gider. Uyuyakalır ve uyandığında burnunun ucunda bir arı vardır. Siyah takım elbiseli fakat gözlerinin içinde alevler yanan bir adam tek bir işaretle arıyı öldürür. Gary adamla konuşur ve konuşmaya başladığında sesinin değiştiğini, büyük adam sesi gibi çıktığını fark eder. Adam Gary’ye annesinin bir arı sokması sebebiyle öldüğünü, ağabeyine bu alerji genini annesinin aktardığını, babasının da yakında ona tecavüz edeceğini söyler. Onu bu akıbetten kurtarmak için birazdan onu yiyecektir. Gary adama küfreder ve kaçmaya başlar. Güç bela kaçar, babasının aldığı oltayı adamın ayaklarına atıp dolanmasını sağlar.
Babası Gary’ye katılmak için ağır ağır yürümektedir, bir anda ona doğru koşan çocuğunu görünce o da çocuğuna koşar ve sarılırlar. Çocuk başına gelenleri anlatır. Önce eve gider, annesinin ölmediğini teyit ederler. Sonra uğursuz karşılaşmanın gerçekleştiği bölgeye yollanırlar. Babası çocuğuna başta inanmasa da, kararmış otlar gibi alametleri görünce tekin olmayan bir şeyler döndüğünü anlar ve çocuğunu kolunun altına alarak eve götürür. Gary, bütün bu hikayeyi bize 90’lı yaşlarında bir bakımevindeki günlüğüne yazarak anlatmaktadır. Der ki; o gün gördüğüm adam şeytandı, babamla döndükten sonra şeytanı pek düşünmedim, ama şu sıralar korkuyorum. Adını hatırlamadığı torununun çocuğu tarafından hediye edilmiş bu günlüğe yazarak içini dökmek istemiştir çünkü şeytanın yeniden gelebileceğini, bu defa ona karşı koyamayacağını düşünüyordur…
Bir el işaretiyle canlıları öldürebilen bir varlıktan, küçük bir çocuk nasıl kaçabilir? Esasen bu karşılaşmada şeytanın maksadı Gary’yi yemek değil, yoldan çıkarmaktır. Ailesine düşman etmek. Gary’nin sesi bu yüzden değişmiştir, Batı’da epey yaygın olan erişkinliğe erme edebiyatında ana karakter bir meydan okumadan sonra büyüdüğünü fark eder ve bu meydan okuma genelde aileye, özellikle babayadır. Fakat Gary tersini yapar, ona “gerçeği” gösterdiğini iddia eden şeytana meydan okur ve babasına kaçar. Şeytanı babasının hediye ettiği olta engeller. Babası onu sakinleştirir, korur. Gerçekleri gösterir. Fakat neden yıllar sonra yeniden korkuyordur? Artık ailesi kalmamıştır, torununun çocuğunun adını bile hatırlamaz. Aile bağları zayıfladıkça, şeytan yeniden güç kazanmıştır. İkna ediciliği artmıştır.
Aile, insanın teklifsiz ve hesapsız sığınacağı bir liman, yahut öyle olmalı. Bozulan ailelerde bunun mümkün olmadığını görüyoruz fakat ideal aile, mensubuna her senaryoda ve her güce karşı -bu şeytan bile olsa- sahip çıkar. Onun bütün sosyal meseleler, taraflar, ideolojiler ve ahlaki değer yargılarının ötesinde sığınağıdır. (The Crow filminden bir replik geliyor aklıma: “Anne, bütün çocukların dudakları ve kalbinde tanrının adıdır.”) Bu sığınak ortadan kalktığında, insanın şeytan tarafından baştan çıkarılma ve onun sunduğu gerçekliğe kapılma ihtimali artar.
Müstakil sürüsü yahut küçük çiftliğinde görece kendine yeterlik sistemi kuran ve bu sayede otoriteye karşı mevzi yaratabilen aile artık pek mümkün değil gibi. Fakat müstakil evlerde yaşayan ve doğal iç çatışmaları anlık çatışmaları tetikleyen dürtülerden daha güçlü bir anlatıyla, aile anlatısı ve geleneğiyle çözüme ulaştırılan bir aile tablosu, otoriteyle başa çıkmak için ihtiyaç duyduğumuz toplumsal manzaranın atomudur. O bölündüğünde ortaya çıkan enerji, ancak yok edici, ancak yakıcıdır.
Ve Radikalizm
Bütün dünyada yeni çağın çürümesine reaksiyonlar doğuyor ve bu reaksiyonların çoğunu Kipling’in şiirindeki gibi görüyorum: Yalnız intikam dürtüsüyle, yalnız yıkıcı, yalnız tatmin arayan. Bu yüzden bunlara radikal diyorum ve literatür de böyle adlandırıyor.
Oysa bu kadar giriftleşmiş problemler radikal olmayan yöntemlerle çözülebilir mi? Topyekun ve kök nedenlere inen bir değişim talebi olmadan, insanı sürekli gözetleyen devlet ve insanın işçi arıya dönüşmesini sağlayan şirket ittifakı sarsılabilir mi? Zannetmiyorum. Zannetmediğim için radikal fikirlerim var: Bireysel silahlanmayı savunuyorum. İhkak-ı hak ve meşru müdafaanın sınırlarının genişletilmesini savunuyorum. Öyle ki, oğlunu sakat bırakan adamı tasarlayarak öldüren babanın, bu esnada şehit edip yaraladığı iki jandarmadan ötürü cinayetten yargılanması gerektiğini fakat asıl faile gösterdiği muameleden ötürü ceza almaması gerektiğini savunuyorum. (Detayına doğal hukuk bahsinde gireceğiz.) Hiç değilse teoride, mesela, siyasi suikastların faydalı olabileceğini düşünüyorum: Sınırı aşan politik figürler arada bir öldürülürlerse bu diğerleri için bir mesajdır. Aynı şekilde sigorta şirketi CEO’su vuran insanla empati yapıyorum – vurulanla değil. Sürekli sorunlu karar veren hakimler ve savcılar, mesela, başka meselelerde mağdur olunca içimde bir sevinç kıpırtısı olduğunu inkar edemem.
Fakat benim bir lanetim var, simülasyon laneti. Herhangi bir kanaate vardığımda onun sonuçlarını simüle etmeye çalışırım. Zihnimdeki simülasyonun mükemmel olduğunu iddia edemem, ancak kendime sürekli olarak şeytanın avukatı gibi yaklaşır ve en sıradışı senaryolar dahil olmak üzere kanaatimi sürekli teste tabi tutarım. Bu yüzden çoğu zaman basit kararlar veremiyorum: Arada savcıları öldürelim ve sorun çözülsün? Pek mümkün değil. Sosyalist yahut anarşist olalım ve sorun çözülsün? Yine öyle. İnsanların çoğunun bu simülasyon adetinden yoksun oluşu, saçma fikirlerin bu kadar yaygın oluşunun nedenidir: Elimde olsa, her insana bir yapay gerçeklik gözlüğü takar ve savunduğu pozisyonun olası sonuçlarının mağduru olarak bir hayat simülasyonunu tecrübe etmesini sağlardım. O zaman pek az insan militarist, sosyalist, ırkçı yahut AKP’li olabilirdi. Fakat oluyor işte.
Şu halde, radikalizmi ikiye ayırmak lazım gibi: Yıkıcı ve yapıcı radikalizm. Neye düşman olduğumuz hususunda, tarifte ayrışsak bile adreste hep ortağız. Asıl olan, o düşmanı nasıl yeneceğimiz sorusu bile değil. Yendikten sonra ne yapacağımız. Ben buna odaklanmayı tercih ettim ve pek de net cevaplar veremeyen yazılar yazmaya devam edeceğim.
M. Bahadırhan Dinçaslan
Yazı dizisinde birinci bölüm: Küçük İnsanı Savunmak: Milliyetçi Anarşizm Mümkün mü?
Yazı dizisinde üçüncü bölüm: Küçük İnsanı Savunmak: Doğal Hukuk
The Man in the Black Suit hikayesi 2004 yılında kısa filme uyarlanmış. 10 - 15 dakikalık bir filmdir. İnternette kolayca bulabilirsiniz.
Doğal Hukuk'a merak salmışsınız. Osman Vahdet İşsevenler'in "Doğal Hukuk Sorunu-Aristoteles’in Politika’sı & Hobbes’un Leviathan’ı"nı okumuştum. Bir kaç alıntı bırakıyorum. 17 – Doğal hukuk sorunu ile tarihin her döneminde her toplum bir şekilde yüzleşmek durumunda kalmıştır ve bundan dolayı doğal hukukçu açıklamaların birden fazla oluşunu hayatın, insanların çeşitliliği ile birlikte düşünmek gerekir. Doğal hukukun değişiminden değil tıpkı felsefenin kendinde olduğu gibi bir çeşitlilikten bahsetmek isabet olur, bu bağlamda hukuk ihtiyacının evrenselliği gibi bu hukukun hangi ölçüye göre türetilip eleştirileceğine yönelik ihtiyaç da evrenseldir. 18 – Öyle ki doğal hukuk, kimi zaman mevcut düzenin sürdürülmesine kimi zaman ise tam tersi köklü değişikliklere ihtiyaç duyulduğuna yönelik iddiaların desteklenmesi için kullanılmıştır. Çalışma doğal hukuk denilince ne kastedildiğini ve doğal hukuk sorununun, “iyi /adil hukuk nedir?” sorusu bağlamında vazgeçilmez olduğunu ortaya koyduktan sonra iki farklı kavrayışın bu sorunu ele alışını karşılaştırmaktadır. 21 – şu halde doğal hukukun sadece hukuku bilmeye yönelmediği, hukuku varlığın diğer unsurlarıyla birlikte ele aldığı ifade edilmelidir. Buraya kadar doğal hukukun sadece hukuku bilmeye yönelmediğine ve doğal hukuk denilince akla tek bir cevabın değil belirli bir problemin ele alındığı bir zeminin gelmesi gerektiğine dikkat çekildi. Böylece doğal hukukun ne olmadığından ne olduğuna geçiş yapılabilecek bir noktaya gelindi. 22 – Bu aşamada ilk dikkat edilmesi gereken husus, hukukun doğasına, mahiyetine yönelik bir açıklama ile belirli bir doğallık anlayışının yansıması olarak hukuku açıklamak arasındaki farktır. 30 – Doğal hukuk sorunuyla yüzleşen her metin hukukun felsefi gerekçesini tartışır: hukuka neden ihtiyaç var ve hukuk nasıl adil/doğru olur?
İnsan yaşadığı ortamın keyfini sürmek için çabalarsa hayattan zevk almaya başlar. Dünya üzerinde zevk alan insan sayısı azınlık seviyesinde bile değilken Türkiye için bunu talep edip istemek akla ziyan sanki. Kaderimizi bir tanrı yazsa vallahi daha adaletli olurdu. İnsanın yazdığı kader çok bencilce, bunun yansıması olarak da hıyar gibi yaşıyoruz. Tuzluğu alan koşuyor. Tuzlayan tuzladıkça yiyor. Mutlu yaşayan yaşamından zevk alan egolarını tatmin eden devlet mi, yoksa kader çizici insan mı? Biz kim veya neyin yazdığı senaryoda oyuncuyuz? Umarım yapay zeka beklenenden çok daha hızlı bir şekilde kader çizici duruma sahip olur. Eminim insan denen mahluktan çok daha adaletli ve merhametli olacaktır. Tanrı zaten hiç olmadı ki ondan etki tepki görelim. İnsan kendi kendisinin kurdu derlar ya, ehh sonunda kendi soyunu da tüketir. Bencillikte nirvana olan kader yazıcı yavşaklarda nasibini bundan alacaktır.
Radikal kötülüğü engellemenin tek yolu karşı Radikalizmdir. Her şey zıddı ile var olur, bu bir doğa kanunudur. Tespitlerinize katılıyorum. Günümüzün en büyük sorunu, suç işleyenlerin cezasız kalması sorunudur. Devlet suç işleyenle birlik olduğunda yapılacak tek şey, karşı radikalizm oluyor. Başka yolu da yok.