İnsanoğlu sosyal bir hayvan. Bu söz klişedir, bambaşka bağlamlarda söyler dururuz fakat ne anlama geldiğini de bu yüzden unuturuz. İnsanoğlu sosyal bir hayvandır tespiti, hayvan vurgusuyla önemli: Bu sosyallik tespitinin insana has nosyonlardan beslenerek değil, insanı alelade bir hayvan olarak ele aldığımızda -bile- karşımıza sosyallik yöneliminin çıktığını işaret eder. İnsan, hakikaten, sosyal bir yaşam için hormonlar, dürtüler hatta fizyolojik özellikler geliştirmiştir.
Bir insan grubunun et ihtiyacını aylarca karşılayabilecek dev bir hayvanı avlamanın en iyi yolu işbirliğidir. Yaptığımız aletleri diğer insanlarla birlikte kullanıp ava çıktığımızda, en gösterişli aslan sürülerinin bile avlamaya cesaret edemeyeceği büyüklükteki hayvanları avlayabiliyorduk. Bir teoriye göre, modern insanın kaş kemeri bu yüzden yok oldu. Birçok insanımsı türünde kaşların altında kemikten bir kemer var – bu insanlar kaşlarını bizim gibi oynatamıyorlardı. Fakat bizler oynatabiliyoruz. Çünkü oynatabilme yeteneği bize avantaj kazandırdı. Çünkü sessiz ama koordinasyonlu olmamız gereken av sürecinde, kaş göz oynatarak sözsüz iletişim kurabiliyorduk. Bugün kulağa çok basit hatta absürt gelebilir fakat ses çıkarmadan avla ilgili direktif verebilmeyi sağlayan el kol ve kaş hareketlerimiz av verimimizi artırdı – sosyalliğimizin en büyük getirilerinden biri budur.
Pekala av bittiğinde birileri hak ettiğinden fazlasını talep ederse? Birileri, bölüştüğümüz etlerin durduğu mağaradan et çalarsa? Birileri avın riskli anlarından itinayla kaçınıp, bölüşme anında eşit pay talep ederse? Sosyalliğimizin bir getirisi de budur: Adalet ihtiyacı.
İnsan dışındaki avcı sürü hayvanlarında bölüşüm sosyal mekanizmaların daha az tesiri altındadır. Av başarıya ulaştıktan sonra sürüdeki doğal hiyerarşi kimin neyi ne zaman yiyeceğini belirler. Fakat insan “sürü”lerinde bu bölüşüm o kadar doğal gerçekleşmez; bizim uzmanlaşmalarımız ve sosyal hayatlarımız çok daha girifttir. Sosyalliğimiz yalnız av odaklı da değildir; avdan sonra da en az av kadar hareketli ve çok katmanlı bir sosyal yaşam devam eder; uzmanlıklar vardır, görev dağılımları vardır. Üstelik yalan vardır, retorik vardır, propaganda vardır, batıl inanç vardır. Bu yüzden avın bölüşümü, insanı diğer sosyal hayvanlardan ayırır: Yalnız avın başarısına değil, avdan sonrasına da çözümler yaratmak zorundayızdır.
Bürokrasinin Maliyeti
Yalnız avcı-toplayıcı olduğumuz dönemde kalsaydık, av sonrası paylaşım belki de bu kadar çetrefilli bir soruna; hukuk, adalet, eşitlik gibi dev konseptlerin doğumuna sebep olmayacaktı. Fakat tarım yapmaya başladık – ister göçebe hayvan tarımı olsun ister yerleşik toprak tarımı, hiçbir sosyal hayvan sürüsünün karşılaşmadığı yeni problemleri tarımla hayatımıza soktuk. Hem gıdamızı-enerjimizi temin etmek hem bölüşmek hem bu iki süreçle ilgili ortaya çıkacak aksaklıkları gidermek, problemleri çözmek ve uzlaşmayı sürdürmek için bize artık bürokrasi gerekiyordu.
Joseph Tainter, toplumların çöküşünü bu bürokrasinin verimliliğine bağlıyor. Öyle ya, çöküşleri dış sebeplere bağlıyoruz. Bazen iklim değişikliği, bazen doğal felaket, bazen işgal, bazen hastalık, bazen nüfus artışı… Fakat dikkatle bakınca bunların hiçbirinin mutlak bir çöküş sebebi olmadığını görüyoruz: Bazı toplumlar aynı felaketi tecrübe etseler de çökmüyorlar. Tainter diyor ki, bu faktörlerin hiçbirisi çöküşü tetiklemez. Çöküş, sorunları çözsün diye kurulan ve beslenen bürokrasinin, ona yapılan yatırımdan daha fazla fayda sağlamadığı durumlarda gerçekleşir: Batı Roma çöktüğünde, bu Batı Roma hakimiyeti altında yaşayanlar için felaket değil, rahatlamaydı.
Her bir ünitenin artık bir süperorganizmanın parçasıymışçasına kendi başına hayatta kalma kabiliyetini neredeyse sıfırladığı, her parçanın diğerine bağlı ve bağımlı olduğu yeni sosyal düzenimizde bürokrasi (otoriteyle ilgili her türlü kurum ve konsepti bu sözcüğe sığdırıyorum) bir tür sinir sistemi gibi: Çok fazla enerji tüketiyor ve kümelendiği zirve (devlet) yanında organizmanın en uç noktalarında bile uzantıları var. Bu, düzgün çalıştığı sürece aynı sinir sistemi gibi oldukça faydalı ve hayati; hatta organizmanın kimlik ve kişiliği de burada ifade olunuyor (beyin ölümümüz gerçekleştiğinde bedenimiz yaşamaya devam etse de artık kişiliğimizin ortadan kalkmış olması gibi) ve üniteler yalnız istiklallerini değil, şuurlarını da terk ederek bu sinir sistemini vekil kılmış haldeler.
Pekala bu sistem sorunlu çalışmaya başlarsa? Vücudun enerji bütçesinin büyük bir kısmını kullandığı halde görevini yerine getirmezse? İnsan vücudu analojimizde bunun sonucu ölümdür: Sinir sisteminin görevlerini yerine getirmesini engelleyen bir hastalık baş gösterdiğinde tedavi zor, tedavinin yokluğu halindeyse ölüm kaçınılmazdır. Cemiyetlerde nasıldır peki? Tainter, buna çöküş diyor işte; insanlar çoğu zaman yok olmuyorlar. Ancak medeniyet/devlet/millet/toplum çökmüş oluyor. Aynı insanlar aynı bölgede yaşamaya devam etseler bile artık adları değişiyor, sistemleri değişiyor, en önemlisi: yöneticileri değişiyor.
Doğal Hukuk
Juliane Brauer ve arkadaşlarının maymun cinsleri üzerinde yaptığı deneyler, adalet fikrine dair ilginç bir tespit barındırıyor: İki denek maymundan birine daha fazla ya da daha güzel bir yiyecek verip diğerine daha az yahut daha lezzetsiz bir yiyecek verdiğinizde, bağlam maymunların tepkisini belirliyor. Şayet bu ödüller durduk yere verildiyse, mesela, maymunlarda şikayet yahut tepki gözlemlenmiyor. Ancak aynı görevi yapması söylenmiş iki maymun farklı ödüller alıyorlar ve bunu görüyorlarsa, daha fazla tepki gösteriyorlar.
Adalet hissinden başlayarak birçok hukuki konseptin hiç değilse ilkel ve nüve haliyle insanın biyolojisine işli olduğunu iddia etmek mümkün. Bu hakikatin bilimsel dönemden önce gözlemlenmesi sonucunda bir “doğal hukuk” anlayışı türemiş; uzunca bir süre bu doğal hukuk “tanrıların dilediği, doğamıza işlenmiş hukuk” olarak görüldü ve anlaşıldı. Hukuku savunanlar hep bu zaviyeden baktılar – bu bakışta bir “fatalizm” de var diyebiliriz zira mesela yaşam hakkı gibi konseptlerin varlığını bu bakışa borçluysak da “doğal” bazı eşitsizlikler de tanrıların dileği olarak gayet hukuki ve adil kabul edilebiliyordu.
Buna bir tür reaksiyon olarak doğan yeni fenomene de “pozitif hukuk” diyoruz, özetle ve indirgeyerek tarif edecek olursak meşruluk ve tutarlılık odaklı, bir “yetkili” otoritenin usullere uygun ilan ettiği hukuk kuralları dairesinde kalan ve hukuk kaidelerinin ahlaki boyutuyla ilgisini en azda tutan anlayış. Bugün hemen bütün modern devletlerin hukuku pozitif hukuk anlayışı üzerine bina edilmiştir. Yeni bir yasanın yahut yeni bir olayın hukuki tahlilini, elde var olan diğer yasalardan çıkarımlar yaparak gerçekleştirebiliriz – bir mahkeme kararı hem aklımıza hem vicdanımıza sığmasa bile, mezkur dairede kaideleri çiğnemiyorsa hukukidir.
Ancak hukuki olan ile adil olan her zaman aynı değil; maymunlar örneğimize dönersek, maymunların tartışmasız ve gayet yetkili, epey de etkili efendileri olarak birtakım kurallar ilan ettiğimizde ve “aynı görevi yerine getirseler de koyu renkli maymunlara tombul taneli üzümler, açık renkli maymunlara havuç vereceğiz” dediğimizde, maymunların deneylerdeki tepkisi değişmeyecektir. Aynı görevi yerine getirdiği halde havuç verilen maymun bunun adaletsiz olduğunu düşünmeye devam edecektir.
Maymunların dilimizden anladığını ve insandan farksız akli melekelerle donatıldığını kabul edelim. Bu adaletsizlik hissiyle mevcut yasalara itiraz doğacaktır. Bu itiraz elbette yasanın mağdurlarından gelir – sair gerekçelerle avantajlı maymunlar arasında yüce gönüllü destekçiler çıkacaksa da onlar için böyle bir kavganın önceliği yoktur. Havuç yemeye mahkum edilen maymunlar diğerlerini ikna edip demokratik bir süreçle hukuki olanın aynı zamanda adil olan haline gelmesini sağlamak için mücadele ederlerken bazı maymunların ömrü bunun gerçekleştiğini görmeye yetmeyebilir. Ömrü boyunca adil olmayan bir hukuki düzen içinde yaşamış bu maymunların, peki, hukuka riayet etmesini bekleyebilir miyiz?
İkinci tür bir doğal hukuku böyle tarif edelim: Her bireyin içindeki adalet nosyonu, hissi. İdeal dünyada maksat, pozitif hukukun, onu inşa eden bireylerin içindeki adalet pusulasının ibresine yakınsamasını temin etmek olmalı. Fakat uygulamalarda görüyoruz ki vaziyet hiç de öyle değil.
Korkunun Krallığı
Mezkur maymunlar, maruz kaldıkları uygulamanın adil olmadığını hissetseler de hukuka riayet etmeye muhtemelen devam edeceklerdir, zira insan efendileri onlardan çok daha güçlü ve hatta erişilmezdir. Havuç ve üzümleri tarımla üretecek kadar ileride, istediklerine bahşedecek kadar kudretlidirler. Bu asimetri, maymunu hukuki olana itaat ve riayet etmeye zorlar. Fakat bu adı üstünde zorakidir; hukukun arkasındaki gücün zayıflamaya başladığını hissettiklerinde bu tablo hemen değişebilir.
Kafesin dışındaki insanlar güçlüdür, fakat şempanze kafesinin içine giren bakıcı da insandır ve insanlığın genel bağlamından koptuğunda, o kafesin içinde şempanze ile teke tek ele alındığında şempanzeden çok daha güçsüzdür. Şempanze kafes güvenliğinin laçkalaştığını hissettiğinde bakıcısını öldürebilir. Kafesten kaçabilir. Hatta yan kafese geçip, durmadan avantaj sağladığını gördüğü diğer maymunu öldürebilir. Bu eylemleri gerçekleştirdiğinde asla hukuki bir iş yapmış olmaz. Fakat son derece adil bir iş yapmıştır.
Hem Türkiye’de hem dünyada mevcut durumu böyle görüyorum. Hukuk sistemleri adil değil ancak güçlü. Otorite hiç olmadığı kadar etkili ve kapsamlı, hukuku artık tamamıyla kendi çıkarlarına hizmet ettiriyor. Adalet duygusu zedelenen insanlar, demokratik süreçlerle çözüm yolları da tıkandıkça, lokal üstünlük sağladıkları anda hukuku rafa kaldırıyorlar. Suç oranları artıyor, özellikle dijital dünya her türlü pisliğin, günahın, korkunç işlerin alanı olmuş halde. Zira adalet duygusu zedelenen ve hukuki olanla adil olan arasındaki makası görenler, artık adaletten de hukuktan da vazgeçiyorlar. Ellerindeki tek ölçü, zedelenen adalet hislerinden doğan intikam ölçüsü – yığınlar için artık kısasta hayat vardır.
Sırf bir muktedire sırtını yasladı ve karşısındaki insan tehdit arz edebilecek donanımlardan yoksun diye, bir insanın hürriyetinden birkaç ay yahut yılı çalabilecek tıynette savcılar varsa, “madem öyle, ben de her türlü yüksek değer, çerçeve ve rehberliği rafa kaldırdım, orman kanunlarına uyuyorum” diyen insanlara ne kadar kızabiliriz? Üstelik bu cüretkar itirafı yapmak zorundayım: Son zamanlarda kanımı donduran, vicdanımı en ağır şekilde yaralayan olay, bir genç kızın başını keserek İstanbul surlarından annesinin önüne atan caninin “gösterisi” olmuştu. Fakat o cani dahi benim gözümde, bir atasözü paylaştı diye gencecik bir delikanlıyı kodese tıkan savcı ve hakimden daha masumdur. Çünkü bu savcı ve hakimler çok daha organize bir kötülüğü temsil ettikleri gibi, bu tür canilerin doğmasını da temin ediyorlar: Hukuki ve adil olan arasındaki makas açıldıkça her türlü vahşet masumlaşıyor, daha doğrusu sıradanlaşıyor.
Bu yüzden bu doğal çatışma alanının maruz kalmak ve sabretmek zorunda olduğumuz bir çatışma olduğunu düşünüyorum – ta ki iki pusulanın ibresi de yeniden aynı yönü göstermeye başlasın. Otoritenin pes etmesi, dönüşmesi, düzelmesi için bir nedeni yok, ona tehdit oluşturmak için çok küçüğüz, çok zayıfız. Fakat yarattığı düzenin mağduru olması, ürettiği zehri tatması gerekiyor. Bunun için kafesine giren bakıcıya saldıran maymunun tarafını tutmam gerektiğini hissediyorum. Detayını açıklarsam hukuka uymayacaktır – tutuklanabilirim. Fakat maymundan çok daha zeki olan Homo Sapiens’in ne kastettiğimi anladığını düşünüyorum.
Quis custodiet ipsos custodes? Aegrescit medendo.
Bahadırhan Dinçaslan
Yazı dizisinde önceki bölüm: Küçük İnsanı Savunmak: Radikal Olmamak Mümkün mü?
Yumuşak hegomanya geçerliliğini gün geçtikçe kaybediyor. Geçmişe özlem her geçen gün artarken yarına dair karamsarlık her yanımızı sarıyor. İnsana ölümü gösterip sıtmaya razı edilmesi dönemleri bitmektedir. Doğal seleksiyon insan doğasına atıfta bulunuyor. Yaşamak için çarpışmanın kaçınılmaz olduğunu suratına haykırdığı zamanlardayız. Hem cinsinin yumuşak hegomanya beylikleri küresel bir yıkımı getirdiğini iyice anlamaya başladık. Kafamıza vura vura bu sürecin içinden çıkılmaz bir yok oluş hazırladığı ortadadır. Yumuşak hegomanya dünyada kocaman bir yığın oluşmasına sebep oldu. Yığınlar canlı cenaze misali gömülecek zaman beklerken mesih, mehdi ve kahraman bekleyerek bundan kurtulamaz. İnsanın evrimi devam ediyor. Her ne olacaksa kendi tecrüblerini hatırlayarak ve bu düzelemde hareket ederek adaleti tesis edebilir. Yığınları kütlelere evrimleyecek olanda insanın ta kendisidir. Ondan sonrası zaten kütlelerin isyanı adalete, hakkaniyete, sevgiye ve insanca yaşamaya dair...