Millet ve milliyetçilik kavramını ele alanlar farklı zaviyelerden bakarak birbirinden belirgin biçimde ayrışan tanımlar yaparlar. Kimileri milletin ezeli ve ebedi bir kavram olduğunu öne sürer, kimileri modern bir kavram olduğunu; bazıları ise milleti teşkil eden bileşenlerin evrimini takip ederek bunun bir süreç olduğunu kabul eder. Her birine örnekler vermek mümkün, fakat Türk milliyetçiliği özelinde primordialist sayabileceğimiz klasik milliyetçiliğimizin de, “ulusalcı” addedilen ve milleti modern bir kavram olarak kabul edip “ulus” olarak adlandıran kesimin de bir tıkanma yaşadığını söylemek gerekiyor.
İngilizlerin İngiliz olmasının, Almanların Alman olmasının bir sebebi varsa, bu kimlikleri “yaratan” toplumların 19. asır civarında bir icatla bir anda İngiliz yahut Alman olduklarını düşünmek abes. Arkasında uzun bir evrim zinciri vardır ve bu zincir, evet, devletin, dinin, hatta yazı dili geleneklerinin sürekli tesiri altındadır. Fakat bu veçhile millet kavramının modern olduğunu iddia etmek, evlilik müessesesinin modern olduğunu kabul etmek gibi. Evet, bugün evlilik devlet tarafından bir özel sözleşme olarak ele alınır ve devletin varlığının evlilik müessesesi üzerindeki tesiri neredeyse küllidir. Fakat evlilik devletin “çiftler arasında bağlayıcılığı olan bir akit icat edip bunu hukuka bağlayalım” demesiyle ortaya çıkmadı; bugün yaygın kabul edilen teoriye göre “mülkiyet”in doğmasıyla, belki ondan önceki dönemde “yavru” bakımının yoğun emek ve organizasyon gerektirmesiyle doğdu. Tarih boyunca farklı evlilik usulleri ve anlayışları gelişti, nihayet modern dönemde devletler bunu tarihi tecrübe ışığında tanımladılar.
Millet, şu haliyle, dilin ve etno-sembollerin yarattığı bir kimliktir. Tarih sürecinde tanımı değişebilir, kapsayıcılığı daralıp genişleyebilir. Terminolojinin değişmesi dahi bunu etkileyebilir; yazı dilinin idarecileri olan aydınlar sınıfı bir kelimeyi bir anlamda kullanmaya başlarlarsa içeriği ve aktardığı mesaj pekala değişebilir. Dün “millet” denince dini bir zümre anlaşılırdı, bugün “millet” deyince biraz zorlasanız “ümmet karşıtı” bir duruş iması yakalamak bile mümkün. Bütün bu değişimlerin zaman çizelgesindeki bir kesitine odaklanıp tanımı onun üzerinden yapmak, bir kesiti milletin ezeli ve ebedi formu saymak yahut bir kesiti milletin tanımı sayıp öncesini ve sonrasını görmezden gelmek mutlaka yanıltacaktır.
Şu halde milletin “neden”ine de inmek gerekiyor. Milliyetçiliğe dair hemen her yazımda alıntıladığım Dunbar sayısı, insanın organizasyon yeteneğine dair güzel işaretler barındırıyor: 150 kişiyi aşan bir topluluk, “organik” yöntemlerle örgütlenemiyor. 150 kişiyi aştığınızda, bir mutasavver kimlik yaratmak ve tek tek birbirleriyle görüşüp organik ilişki kuramayan insanları, bu ilişkiyi kendi zihinlerinde kurdurmak zorunda kalıyorsunuz? Bu ne demek? Kimlik sair motiflerle tanımlanıyor ve bu motifleri “bilenler”, aynı motiften bahseden birilerini kendi zihninde tasavvur ediyor, bir karşılaşma söz konusu olduğunda ise muhatap bu motiflere referans vererek aynı kimliği paylaştığını ispatlıyor. Hem milletin, hem dinin doğuşu böyledir; avcı toplayıcı dönemden sonraki serüvenimizin -ve genetik kodlarımızdaki elverişliliğin- getirdiği kalabalık sosyal yaşam, böyle “sosyal uzantı”ları, yani dini, milleti, hiyerarşiyi, en iptidai haliyle kurumları zorunlu kılıyor. Ahiren bu süreç, anayasanın, hukukun, sağlık ve sosyal güvenlik sisteminin mümkün olduğu bir sistem yaratıyor: Bütün bu sistemleri en verimli ve etkili bir şekilde mümkün kılan kimlik, millet kimliğidir. Dil, düşünce tarzını dahi şekillendiren bir tür yazılım ve bu yazılımı, yahut işletim sistemini paylaşan bireyler çok daha verimli işbirliği yapabiliyorlar; bu “kimlik” motifiyle birleşince insanoğlunun en faydalı organizasyonu ortaya çıkıyor: Millet.
Demek milletin doğuşu evrimimizin bir sonucudur ve varlığını sürdürmesinin nedeni faydalı oluşudur. Tarih bunun tekrar tekrar ispatlarıyla dolu: Orhun’da Çin Kağanı’na yağı olan Türk budundan, Almanlar kapıya dayanınca işçi sınıfını bir kenara bırakıp dini ve milli motiflerle propaganda yapan Sovyetlere varıncaya dek. Tarihin ilginç vakalarından biri olarak, alışıldık “milli din”lerden biri, Yahudilik bir anda İseviliğe dönüşüp “transandantal tanrılı ve evrensel” dinler çağının temelini atınca (ki benzeri Asya’da Budizm olarak karşımıza çıkıyor. Milli mitolojilerin evrensel mitolojilere dönüşmesi süreci ayrıca üzerine kafa yormaya değer bir mesele.) “ümmet” fikrinin de hiçbir zaman yeterince faydalı ve sürdürülebilir olmadığını görmeye başlıyoruz. Din birliği milletlerin ve kültürlerin etkileşimini hızlandıran ve kolaylaştıran bir katalizör görevi görüyor, ancak hiçbir zaman milleti ortadan kaldırıp verimli bir organizasyon aracına dönüşemiyor.
Bugüne gelecek olursak, “neden milliyetçiyiz?” sorusuna verilen cevapların milletin en temel ve en faydalı işlevini ıskaladığını düşünüyorum. “Çünkü biz üstünüz” yahut “çünkü biz farklıyız” cevaplarında kusurlar var; evvela herhangi bir milletin kategorik ve külli olarak diğerine üstünlüğünden bahsetmek abes. Zira bu tür tespitler sınanabilirlik gerektirir: Falanca millet üstünse, millet azalarından “aşağı” hiçbir örnek çıkmamalı ve bu üstünlük kendisini sürdürebilmeli, tarihin bir kavşağında arıza vermemeli. Farklılık ise tuhaf: Farklı olmak korunmaya değer bir özellik midir? Tamam, farklısın, fakat senden farklı düşünce ve uygulamaları olan bir milletin azaları bundan sana nazaran daha çok fayda görüyorlarsa, o farklılığı ithal etmek ve sırf farklı olmak adına “kendini muhafaza”da diretmemek daha doğru değil mi?
Hayır, milliyetçiysek bunun nedeni üstün oluşumuz yahut farklı oluşumuz olamaz. Başka bir neden olmalı yahut milliyetçiliği bırakmalıyız. Millet insanoğlunun zihin evriminin başlangıcına dek uzanan ve bizzat zihin “donanımı”mıza kayıtlı yönelimlerimizden beslenen tarihiyle hemen herkesi “kendinden olanı beğenme/tutma, olmayanı beğenmeme/önceliksizleştirme”ye ittiği için, insanlar pekala bir neden düşünmeden de milliyetçi olabilir yahut milliyetçi davranabilirler. Fakat bu tür bir yönelimin ötesine geçen, kendisini bir ideoloji yahut fikir olarak tarif eden milliyetçiliğin bu soruya net cevapları olmalı ve bu cevap milletin doğuşunda gizli: Millet faydalıdır. Toplumun uyumunu ve organizasyon kabiliyetini arttırır, medeniyeti mümkün kılar, insan topluluklarının, bireylerin tek tek yahut küçük grupların dayanışmayla üstesinden gelemeyeceği “büyük” işlerin altından kalkmasını sağlar. Türk milliyetçiliğinin bugününde yaşanan tartışmaların odağında, millet ve milliyetçilik tanımlarındaki korkunç sübjektivite var, zikredilen neden bu sübjektiviteyi ortadan kaldıracak ve milliyetçiliği rasyonel bir zemine oturtacak bir zemindir. Üstelik, Gökalp’tan Arsal’a Türk milliyetçiliğinin sabık büyüklerinin eserlerinde bu tespitlere sık sık rastlarız, ilginç olan bunların unutulması ve milliyetçi söylemin rakibi alt etmekten başka bir amacı olmayan retoriğe yenilmesidir. Soğuk savaş döneminde komünist fikrin yayılmasına karşı direniş gösteren milliyetçiler kitleleri sevk ve idare için onların bilinçaltına ve iptidai yönelimlerine hitap ettiler; başarılı da oldular. Fakat bu başarı, canavarla mücadele edenin canavarlaşmasıyla sonuçlandı, millet ve milliyetçilik tanımlarımız ve gerekçelerimizi hala kitleleri hızlıca sevk etme ihtiyacından doğan yersiz ve duygusal söylemlerin etkisi altında.
Bireylerin arayışı, sürdürülebilir faydadır. Bu ne demek? Hume’un dediği gibi parmağımın kesilmesindense dünyanın yanmasını istemem rasyoneldir. Fakat Hume’a ek yapacak olursak, bu rasyonalite anlık ve tekil bir rasyonalite, ÖSS sorularındaki rasyonalite gibi: Bir tarih sorusuna cevap verirken bütün bilgilerinizle değil, sorunun evrenine göre cevap verirsiniz. Parmağım kesildiğinde onun sarılmasını sağlayacak bir sosyal güvenlik sistemi, halimi hatırımı soracak arkadaşlar, parmağım kesildi diye beni ıskartaya çıkarmayacak bir toplum istemek daha rasyoneldir. Ancak bu istek zaman zaman hazzı erteleme becerisi ister; bireyin kazanımları ve yapması gereken fedakarlıkları arasındaki dengeyi bulan, işte, bizim nazarımızda millettir. Yalnız fedakarlıktan ibaret bir yaşam birey için tercih edilir değildir, yalnız kazanımdan ibaret bir yaşamı ise tek bir insan inşa edemez.
Öyle ya, milletin tohumu olan etno-semboller belki de ilk olarak maymunsu atalarımızda ortaya çıktı: Mezarlarda bulunan iskeletler, kalçası yahut kaval kemiği kırılmış ama yine de yaşatılmış bireyler gösteriyor. Yahut, insan avlamak üzerine uzmanlaşan kedigillerin soyu, insanlar yitirdikleri kabile mensubunun intikamını mutlaka aldıkları için tükendi. Kırık kalçalı insanın bakımını üstlenen diğer insanlar küçük fedakarlıklar yaptılar, fakat karşılığı onların da başlarına bir iş gelirse bakım görmeleri oldu. Üstelik bu bakım fenomeni muhtemelen medeniyetimizin en önemli atılımlarından biriydi: Bu sayede ihtiyarları yaşattık ve “Yaşlı Bilge”nin çocuklara tecrübelerini aktarmasının yolunu açtık. Bugün dahi alet kullanan maymunlarda yaşlı maymunların görevi küçük maymunlara alet kullanmayı öğretmektir. Bilgi birikimini hızlandıran ve etkisini arttıran bu fenomen, milletin yapı taşlarından biri oldu. Yahut, kabile mensubunu avlayan yırtıcının inini basan genç erkekler, evet risk aldılar. Hatta birkaçı bu uğurda öldü – ancak sonunda bu yırtıcıların soyu tükendi ve o genç erkeklerin genlerinin devamı güvence altına alındı, bugün AKP’liler dışında hiçbir yırtıcıdan korkmadan yaşayabiliyoruz. O gençler o riski almasalar tamamı ölecekti, grup içinde dağıtılmış bir riski alarak bu tehlikeyi bertaraf ettiler.
Azar Gat, anayasal düzeni sağlamak için kanunlar yetmez, millet olmak lazımdır diyor. Hülasa, ihtiyacımız olan millet olmaktır, üstelik bu milleti genişletmektir. Aynı etno-sembolleri paylaştığımız geniş bir coğrafya var, bu coğrafya millet olma halinden sakıt oldu – Türk Dünyasından bahsediyorum. Bu dünyanın yeniden ortak bir kimlikte buluşması, millet olma halinin faydasını arttıracaktır. Daha geniş bir coğrafya, daha geniş bir yetenek havuzu ve daha çeşitli imkanlar. Bunu kim istemez?
Ermenistan’ı hem bir asır öncesinin, hem bugünün belgelerinde açıkça “Turan” fikrine karşı bir kama gibi bağrımıza soktuklarını beyan edenler istemez. Onların bu istemeyişinin kök nedeni de millet oluşlarıdır; kendi infak ettikleri nimetleri paylaşmak istemezler. Demek milletler çatışmacı olabilir, olmalıdır da. Ancak dayanışmacı da olabilir: Milletlerarası dayanışma sayesinde bugün birçok tarihi değer korunuyor, ticaret güvence altına alınıyor, tehditler bertaraf ediliyor. Elbette kusursuz bir sistem değil, fakat salt çatışmacı bakışın gereksizliğini göstermek için örnek veriyorum. Dünya milletler halinde örgütlenecek ve bu örgütlülük çatışmalar, işbirlikleri ve dönüşümlerle kendisine denge noktaları arayacak; üstelik bu denge asla nihai olmayacak, her yeni manzarada yeni arayışlar ve tanımlar gelmeye devam edecek.
Pekala bunun ötesinde milliyetçi ekonomi, milliyetçi sosyoloji yahut milliyetçi fizik olur mu? El cevap – olmaz; İskender Öksüz’ün sehl-i mümteni bir usulde tarif ettiği gibi Türk milliyetçiliğinin yöntemi bilimsel yöntemdir; bilimin tespitleri neyse odur. Bu tespitler değişebilir, yenilenebilir, fakat bu bilimin meselesidir, milliyetçiliğe has bir mesele değildir. Bilimin tabiatı gereği tespit yapamayacağı alanlarda da, bilimsel tespitler üzerine inşa edilmiş akıl yürütmeler yapılır ki buna ideoloji denir; bu ideolojinin mümkün mertebe objektif ve rasyonel olmasını temin için, milliyetçilerin (ve millet azalarının) özgür ve objektif bir düşünce sistematiği edinmeleri gerekir ki isabetli tespitler yapabilsinler; yahut isabetli tespitler yapamadıklarında doğru tespit yapanlar onların yerini alabilsinler. Bu yüzden milliyetçiliğin “taktik” meseleleri de vardır: Demokrasiyi “kamuya karşı sorumluluk” ve “seçilenin kolay gönderilebilmesi” işlevleri nedeniyle inşa bunlardan biridir. Ki, demokrasi ancak millet varsa mümkündür, yoksa zümrelerin yahut çatışan kimliklerin kendi faydaları için çoğunluklarını kullanmalarının önüne geçilemez. Bir diğer taktik meselemiz, seküler düşünceyi yaygınlaştırma ve yerleştirme olmalıdır; zira dini düşünce tarzı insanların zihinlerine duvar örer ve meseleleri “dünyanın işleyişine göre” değerlendirmelerini engeller.
Bütün ideolojiler, fikirler, kurumlar, sosyal uzantılar nihayetinde tek bir amaca hizmet eder: Bireyin menfaatini temin. Bu veçhile milliyetçilik birtakım soyut olguların, kimliklerin, ikonların birey aleyhine yüceltilmesini amaçlayamaz: Devletimiz daha büyük olsun diye millet azalarını köleleştiremeyiz, bayrağımız falanca yerde de dalgalansın diye insanımızın haklarına tecavüz edemeyiz. Devletimizin büyük olması yahut falanca yerde -mesela Kıbrıs’ta- dalgalanması son tahlilde bize faydalı olacaksa, bunlar için evvelden zikredilen fedakarlıklar yapılabilir, ancak retoriğin sihirli söylemlerinin aslolanı perdelemesine izin verilmemeli.
Böyle bir nutuk atmanın hayalini kurmuştum hep. Mütevazı salonlarda daha evvel akıl danışma toplantılarını yaptığımız faaliyetlerin devamını getirecektik. Bir yol arayacak, bir yol çizecektik; çok detaya girmeden ben de böyle bir nutuk atacak, bu yolun nerede olması gerektiğine dair kendi fikirlerimi beyan edecektim. Olmadı – olacağı da yok. Hayatımın en dibinden bu nutuk taslağıyla sizlere veda ediyor, bunu benden daha iyi yapacak olanlara kendimce aldığım notları emanet ediyorum.
M. Bahadırhan Dinçaslan