İflah olmaz bir demokrasi savunucusuyum. Hiç değilse prensipte: Birisi “ben monarşi taraftarıyım”, “ben oligarşi taraftarıyım” falan lafları edince, kan beynime sıçrıyor. Benim söz hakkımı elimden alacağını beyan etmiş oluyor çünkü o anda. Her türlü şiddet eylemi, bence, böyle bir anda meşrudur, karşınıza geçip “ben diktatörlük taraftarıyım” diyen adamı dövebilirsiniz. Çünkü size “senin söz ve oy hakkın diye bir şey yok” demiş oluyor. Hele bir de “ben meritokrasi taraftarıyım” diye gezen tipler vardır, onlara da deli muamelesi yapabilirsiniz. Zira meritokrasi gibi kavramlar, sonunda -rasi var diye bir rejim ismi olmazlar. Bir rejimin özelliğini gösterirler; Cengiz’in monarşisi gayet meritokratikti, Türkiye’deki demokrasi ise, özellikle liyakatsizi bulup tepesine çıkarmakla, anti-meritokratik. Fakat “merit” sahibini hangi yöntemle seçeceğiniz meçhuldür ve zaten insanoğlu devleti icat ettiğinden beri süregelen tartışmalar bu yöndedir.
Fakat demokratik uygulamaların usulünde ve demokrasi fikrinin esasında benim de aklımı kemiren meseleler yok mu? Yığınla var. Herhalde bendenizi hemen diğer yönetim biçimlerinin savunuculuğuna soyunanlardan ayıran, mükemmel rejimi aramayışımdır. İnsanın mükemmel olmadığına çok önceden kani oldum; kurduğu herhangi bir yönetim sistemi de, o an için mükemmel olsa bile (ki bu dahi imkansız gibi) geleceğin yeni sorunları ve çıkmazlarında işe yaramak şöyle dursun, nefret uyandıran bir dönem olarak hatırlanacak hale gelebilir.
İnsanoğlu, artan sosyal becerilerinin yaşlı bireylere “şefkat” duygusu uyandırması, bunun avlanamayan sürü mensuplarına “bakım” yapmayı getirmesi ve başka işi olmayan bu “yaşlı bilge”nin gelecek nesillere tecrübelerini aktarmaya başlamasından beri, sosyal müesseselerini teşkil etmiştir ve devlet kurmuştur diyebiliriz. Dunbar sayısı olarak bildiğimiz 150 kişilik gruplar ölçeğine kadar bu sosyallik bugün tanıdığımız müesseselere benzemeyen, doğrudan ilişkiler ve tabii hiyerarşiler yoluyla sağlanır. Ama bir defa bu sayıyı aştığınızda din gibi, millet fikri gibi sosyal olgular tesis etmeniz gerekir ki; 150 kişiyi aşan klanlardaki “akrabalık atfı” bu yüzdendir. Klan mensubu herkes birbirini akraba sayar, organik akrabalıktan farklı olarak, mutasavver bir akrabalık vardır. O zamandan bu zamana “büyük” toplulukları yönetebilmek için rejim sisteminin mekanizmalarını belirlediğimiz gibi, organik olmayan bağları tesis edebilecek soyut ağlar yaratır dururuz; Roma’daki imparator kültü gibi. Dünya, çok uzunca bir süredir, dinle yaşıt olup ondan çok daha etkili olduğunu ispatlamış “millet” olgusunun kurduğu ağlarla harcı karılan cemiyetler halinde örgütleniyor. Bu milletin içeriği sosyalistlerin ve hatta milliyetçilerin düşündüğü, arzu ettiği gibi olmayabilir, ama her zaman var ve zayıflamak şöyle dursun, iletişim araçları güçlendikçe, aynı dili konuşanlar arasında yeni ve anlık bağlar kurmak mümkün oldukça pekişiyor, gelişiyor.
Millet rejimin dayandığı temele dönüştükçe, elbette, demokratik rejimlerin yükselişi kaçınılmaz olmuştu. Fakat, kendisinden önceki rejim türlerinin çıkmazları ve kusurları bir yana, demokrasinin de kendine has çıkmazlar ve sorunlarla geldiğini gördük. (Elbette rejim türleri tarihsel bir doğru halinde birbirlerini takip etmezler ancak, çağların baskın rejim türleri vardır ve demokrasi son çağın baskın rejimidir. Yeni bir devlet kurulacak olsa, mesela, bu referandumla meşruiyet kazanır, bildiğim kadarıyla son 50 yılda yeni kurulan devletlerin hepsi böyle oldu; hiçbirinde bir adam krallığını ilan ederek devlet kurmuş değil.) Demokrasinin sorunlarına geçmeden evvel, ilki demokrasi karşıtı, ikincisi demokrasi taraftarı, çok sevdiğim iki alıntının çevirisini vereceğim. İlki C. Northcote Parkinson’a ait, The Evolution of Political Thought kitabından. İkincisi Perikles’in efsanevi nutkundan:
Tarihte “haklı ya da haksız, her zaman benim ülkem!” diye bağıran vatanseverler olmuştur. Halkın iradesinin kutsal olduğunu ilan etmeye hevesli yazarlar olmuştur. Derler ki, hükumetin görevi en doğru kararı vermek değildir: Hükumet halkın dilediğini yapmalıdır. Çoğunluğun yanılabileceği ileri sürülürse, insanların hata yaparak öğrendiğini söylerler. Bu bakış açısının artık kabul edilebilir olmadığından şüphe etmek için, lakin, iki sebep öne sürülebilir. İlk olarak, modern dünyada insanların iradesinin okulların, basının, filmlerin ve radyonun yarattığı kitle telkininin sonucu olduğunu gördük. İkinci olarak, intihar anlamına gelecek bazı hatalar yalnızca bir kere yapılır. Bir halk, cehalet sebebiyle olması müstesna, kıtlık, hastalık ya da savaş yoluyla kendi yok oluşu yönünde irade gösteremez. Cehaletin de hiçbir tarafı kutsal olamaz. Yine de, zeki ve zinde bir halkın bile üzerinde yaşadıkları toprağın verimliliğini yok etmesi oldukça kolaydır. Tarih boyunca bu defalarca yaşandı. Bir halkın, dini saiklerle, en ölümcül salgınlardan onları koruyacak temizlik tedbirlerine karşı çıkması da kolaydır. Bu da her gün yaşanıyor. Bir halkın silahlı kuvvetlerini ihmal etmesi, bütün muhtemel müttefiklerle dalaşıp çok daha güçlü bir ülkeye savaş açması, bu nedenle topyekûn felaket ve yok oluşa maruz kalması kolaydır. Her an yaşanabilir. Bu süreçlerden hiçbiri, kesinlikle, son seçimlerde çoğunluğun ne oy verdiğinin istatistikleriyle makul gösterilemez. Hiçbir araştırma yapmamış olsak da biliyoruz ki, başlarına geleni istemiş olamazlar. Nihai test, hayatta kalma testidir. Yok oluşa giden bir yol demokratik olabilir ama, hiçbir şekilde doğru olamaz.
Cyril Northcote Parkinson
Hukukumuz komşu devletlerin yasalarını kopyalamıyor; aksine bizler mukallit olmanın ötesinde taklitçilere yol gösteren bir örnek teşkil ediyoruz. Yönetim anlayışımız çoğu azın üzerinde tutuyor, bu yüzden adına demokrasi deniyor. Yasalarımız kişisel farklılıklarından bağımsız bir şekilde herkese eşit muamele yapan bir adalet öngörüyor; eğer kamuoyundaki itibarı, cemiyet yaşantısındaki ilerleyişi makama gelmesine engel değilse, sınıf kökenini liyakati değerlendirirken hesaba katmıyoruz; ve fakirlik de kimsenin yolunu kesmiyor, eğer vatandaş devlete hizmet etmeye kabiliyetli ise, içinde bulunduğu şartların elverişsizliği ona engel olmuyor. Yönetim sistemimizde faydalandığımız hürriyet gündelik hayatımıza da yansıyor. Gündelik yaşantımızda birbirimizi gözetleyip jurnallemek şöyle dursun, komşumuzun keyfine göre hareket etmesine sinirlenmiyoruz bile, yahut bir zarar vermese de kesinlikle rahatsız edecek olan suçlayıcı bakışlarla bakmıyoruz. Fakat şahsi ilişkilerimizdeki bütün bu serbestiyet ve rahatlık bizi kanunsuz vatandaşlar yapmıyor. Bu tehlikeye karşı temel koruyucumuz yargıçlara ve yasalara uyma öğretisidir, özellikle mazlumun korunmasına dair; yazılı tüzükata geçmiş olsun ya da uymadığınız zaman toplum tarafından ayıplanacağınız sözlü kurallar olsun.
Perikles
Parkinson’la Perikles’i kavga ettirecek olursak, Parkinson demokrasinin her vatandaşa eşit fırsat verdiği fikrine, John Stuart Mill’i tahlil ederken karşı çıkıyor: Altı gazetesi olan bir adamla, basit bir işçi, evet birer oy sahibidir ama eşit midirler? Bu ikisini eşitlemek için, Parkinson diyor ki, ya herkese birer gazete vermeliyiz ya da oylara katsayı koymalıyız.
Yine Parkinson’un dikkat çektiği bir diğer husus da, liyakat. Kitleler cehaletten yahut güçlü bir demagogun etkisine kapılarak saçma sapan kararlar verebilirler. Evet, kararlarının nihai neticesinden memnun olmayabilirler, fakat o neticeyi doğuracak kararlar kitle tarafından verilir, bunu nasıl engelleyeceğiz?
Hume’un ölümsüz tespitine gelip duruyoruz: Parmağımın kesilmesindense dünyanın geri kalanının yok olmasını tercih etmem gayet rasyoneldir. İnsan, evet sosyal bir canlıdır, dolayısıyla iç güdülerinde hem bencillik vardır, hem de grubun topyekun faydası kendi genlerine de uzun vadede faydalı olacağından, diğerkamlık yapma istidadı da mevcuttur. Ancak bu güdüler, doğru ve “rasyonel” kararlar almayı garanti etmez; zira, yine Parkinson’a dönelim, aşağı yukarı 500.000 yıllık evrimimizin yalnızca 5000 senesinde yazı vardır. Aşağı yukarı 10.000 senesinde tarım vardır. Yani bütün içgüdülerimiz, “medeniyet”ten öncesinde evrimleşmiş; kendi yarattığımız dünyaya ve olgulara uyum sağlayamayacak kadar vahşi genleri olan insanlarız. Bunun nedeni sözlü ve yazılı iletişimin evrilmesidir; bu sayede kuşaklar arasında yalnızca gen aktarımıyla mümkün olan “kalıcı bilgi birikmesi”ni, başka ortamları kullanarak yaptık ve bilginin kalıcı olarak birikme hızı arttı. Bu sayede on binlerce yıl doğru dürüst gelişme gösterememiş insanoğlu, evrim sürecinin yüzde birlik bir diliminde taş yontmaktan komşu gezegenlere araç gönderme mertebesine çok hızlı gelebildi. Fakat bilgimiz, evrene dair farkındalığımız ve tespitlerimiz artarken, davranışlarımızı belirleyen güdülerimiz, temayüllerimiz, genetik yatkınlıklarımız aynı hızda değişmiyor. Küçük avcı-toplayıcı gruplara göre evrilmiş özelliklerimiz, beklenmedik bir netice olarak birkaç milyar insanın bir arada yaşayabildiği büyük devletleri kuran melekeler olduklarını ispatladılar; fakat doğayı yenme gücü o küçük topluluğun hayal gücünün ötesinde olan bu devletler dahi, insanoğluna sürekli bir mutluluk getiremedi.
Getirmeli mi sorusu da elbette ciddiye alınmalı. Yahut, sürekli bir mutluluk mümkün mü? Ben mümkün olmadığını zannediyorum, evren kaotiktir; insanoğlu da öyle. Dolayısıyla “bir keşif yapacağız, bir ideoloji tesis edeceğiz ve yeryüzü cenneti kurulacak” vaadini saçma bulurum. Her merhalede yeni sorunlarla karşılaşacağız, yeni beklentilerimiz olacak, mutluluğu da, bu beklentilerin karşılanmadığı kara günlerle yarattığı kontrast belirleyecek. Emeksiz, çilesiz, azimsiz bir hayat insanoğluna mutluluk getirmez, en koyu mümin dahi, hiçbir çabanın, hırsın, çilenin olmadığı bir cennet fikrini, içten içe cehennemden daha korkutucu bulur.
Fakat sorunumuz nihai mutluluğa erişememek değil. Büyüyen teşkilatlarımızın, doğayı yenme gücümüzün, dünkü “vahşi” günlerimizde bile görülmemiş derecede kötülük yaratabilmesi. Bir dönem, insanları yurtlarından koparıp, gemilere ölü balık istifler gibi istifleyip, binlerce kilometre götürdükten sonra ölesiye tarlalarda çalıştırdık; bu ancak medeniyetle mümkün olmuştu. Soyumuzun bizden yürüdüğüne ama annenin ailesinin asla hak iddia edemeyeceğine emin olmak için haremler kurup, genç kızları ailelerinden kaçırıp seks kölemiz yaptık, onlarla ilgilensin diye küçük oğlanları yakalayıp cinsel organlarını kestik, hayatta kalanları bu genç kadınların başına nöbetçi diktik. Tarihte iki tür yamyamlık vardır; yendiğin düşmanı yemek ve ölünün gücünü elde etmek yahut onunla bütünleşmek için uygulanan ritüalistik yamyamlık. Her iki örnekte dahi, medeni insanın tahayyül edip uygulayabildiği acımasızlık asla görülmez. Yamyamların hakikati, bizim tesis ettiğimiz medeniyetten çok daha saygındır. Bugün dahi, ciğeri beş para etmeyen bir adam sırf iktidar partisinin taşra ilçe başkanının yeğeni olduğu için, kendisinden akılca yahut fiziken çok daha güçlü bir adamı ezebilir ve bunun bedelini hiç ödemeyebilir. Zeki olanın avda tuzak kurma becerisiyle, yahut güçlü olanın yaban hayvanına karşı kampı koruma yeteneğiyle çiftleşme hakkını elde edip küçük kabilenin gözdesi olduğu “ilkel” dönemlerimiz çok daha tercih edilebilir bir manzara gösteriyor. Ancak medeniyet bir AKP’linin üzerine vazife olmayan işlere burnunu sokmasını mümkün kılabilirdi ve kıldı.
Bugün irili ufaklı birçok trajik manzara yaşıyoruz, hiç görülmemiş sömürü usul ve alanları yaratıyoruz. Sorunumuz buradadır; bunların hepsi rejim sorunudur. Zira rejim, hukuku ve onun uygulamasını belirler, topluma şekil verir. Nasıl bir düzen tesis etmeliyiz ki, serbest piyasa ve hür teşebbüsün bütün nimetlerinden faydalanalım ama 19. Yüzyıl İngiltere’sindeki manzaraları yeniden yaşamayalım? Nasıl bir seçim sistemimiz olsun ki, salak adamlar birtakım psikolojik kaşıntılara hitap edip, çoğunluk gücünü arkalarına alıp ülkeyi bir felakete sürüklemesinler? Nasıl denge unsurları koyalım ki, demokrasi “halk ne isterse o iyidir, meşrudur” anlamına gelmesin, çoğunluk azınlığı linç etmeye kalktığında ona karşı set olsun ve bu da demokrasinin rüknünden sayılsın, algılansın?
Bu soruların ilk olarak analiz etmesi gereken alan, herhalde kanun yapımıdır. Öyle ya, Perikles’in de nutkunda sık sık değindiği gibi, demokrasi yasanın rejimidir. Diğer rejimlerde de yasa vardır, ancak demokraside yalnızca yasa vardır. Öyleyse yasa yapım süreci nasıl olmalı?
Bazı olguların demokratik olması imkansızdır. Mesela şirketlerde ancak hisse sahipleri arasında bir demokrasi mümkün olabilir. Çalışanların şirket yönetimine katılması, şirketin verimsizliğiyle sonuçlanır. Yahut orduda askerler komutanın emirlerini oylamaya sunamazlar. Hukukun da bir yönü gayet anti-demokratiktir: Toplumun geri kalanı bir adamın asılmasını istiyor diye o adam asılamaz. Yahut toplumun baskın çoğunluğunun birtakım değerleri var diye, o değerleri benimsemeyen adam vatandaşlıktan çıkarılamaz. Halkın bir bölümünün benimsediği dini, milli vs. değerleri benimsememek ve bunu ilan etmek, mesela, suç olmamalı. Bunun kavgasını vermek de. Yalnızca, benimsemeyenlere karşı bir şiddet çağrısı suç olabilir; ülkemizde tam tersini görürüz. Sünni Müslüman değerlerini benimsememek suçtur ancak bu değerleri benimsemeyenlere şiddet çağrısı yapmak, onlara hakaretler etmek suç değildir. En başta, dini eleştiren bir kitap yazsanız kitabınız yasaklanabilir, ama bütün diğer dinleri ve dinsizliği hakaretlerle, lanetlerle değerlendiren Kuran yasaklanmaz. Hukuk öyle tesis edilmelidir ki, geçmiş uygulamaların neticelerinden ders çıkaran bir hukuk felsefesinin önerileri, demokraside yegane meşruiyet kaynağı bu olduğu için, halk oyuna sunulmalıdır. Halktan yasayı yapmasını isterseniz, yalnızca şimdisini düşünecek, bu yasaların uzun vadeli sonuçlarını gündemine almadan saçma sapan tercihler yapacaktır. Ancak farklı coğrafyaların farklı yasalarının döneminde ve sonrasında nasıl etkiler yarattığını fark eden, inceleyen ve bütün ihtimalleri, olası suiistimalleri hesaplayan bir bağımsız varlık, yasa yapımını doğrudan üstlenebilir.
Bunun yanında, Amerika’nın yetiştirdiği en büyük zekalardan olan Thomas Jefferson, James Madison’a mektubunda çok güzel bir tesit yapıyor:
Bir jenerasyonun diğerini bağlayıcı işler yapmaya hakkı olup olmadığı sorusu, suyun iki yakasında da hiç sorulmamış gibi görünüyor. Yine de bu tür neticelere dair bir soru yalnızca karara bağlanmayı hak etmez, aynı zamanda bütün hükumetlerin en temel prensipleri arasında yer almalıdır. Cemiyetin temel prensiplerine dair dalmış bulunduğumuz derin düşünce serüveni, zihnime bu soruyu getirdi ve hiçbir yükümlülüğün bu şekilde transfer edilmemesi gerektiği bence kanıtlanabilir. Fikrimi izahtan vareste gördüğüm şu temel üzerine kuruyorum ki, “dünyadan yararlanma hakkı yaşayanlardadır” ve ölülerin dünya üzerinde ne gücü, ne hakkı vardır. Herhangi bir bireyin işgal ettiği kısım üzerinde, bireyin varlığının sonlanmasıyla sahipliği de sona erer ve cemiyete geri döner. Eğer cemiyet bireysel toprak mülkünün tahsisine dair kurallar koymadıysa, toprak ilk yerleşenin eline geçer. Bunlar da genellikle merhumun eşi ve çocuklarıdır. Eğer mal tahsisi kuralları varsa, bu kurallar toprağı karısı ve çocuklarına, bunların bir kısmına yahut merhumun yasak varislerine verebilir. Mesela bu şekilde malı alacaklısına teslim edebilir. Fakat çocuk, varis yahut alacaklı bu malı doğal bir hakka dayanarak değil, mensubu ve kanunlarına tabi oldukları cemiyetin kanunlarına göre alırlar. O zaman kimse, doğal bir hakka dayanarak işgal ettiği toprağı yahut varislerini, aldığı borçları ödemeye zorlayamaz. Çünkü böyle yapabilseydi, kendi yaşam süresi boyunca toprağının kullanım hakkını gelecek birkaç nesli kapsayacak şekilde temlik edebilirdi, o zaman da toprak bir ölüye ait olurdu, bu da prensibimizin tam tersi anlamına gelirdi.
…
Aynı temeller üzerinde, bir cemiyetin kalıcı bir anayasa, hatta yasa oluşturamayacağı da kanıtlanabilir. Dünya her zaman üzerinde yaşayan nesle aittir. Kullanım hakları devam ettiği sürece onu ve ondan doğanları dilediklerince yönetirler. Kendi zatlarının da efendileridir dolayısıyla ne yapmak isterlerse onu yaparlar. Ama kişiler ve mülkler, devletlerin nesnelerini oluştururlar. Kendilerinden önce gelenlerin anayasaları ve kanunları, onlara varlık verenlerin doğal süreci sonlandığında sona ermiştir. Bütün anayasalar ve bütün kanunlar, öyleyse, 19 yılın sonunda geçerliliğini doğal olarak yitirirler. Daha uzun süre uygulanırlarsa, bu bir zor kullanımıdır, hak değil.
Thomas Jefferson
Evet, kanunun geçmişi sürekli gözetmesini, geçmiş tecrübeleri ve olumlu olumsuz sonuçları gündeme alması gerekir dedik, Jefferson bambaşka bir taraftan bakıyor: Kanun güncel olmalıdır, uzun süreli kanunlar iyi değildir. Oldukça ikna edici bir bakış getiriyor, kanunları yapan neslin kanunlarının uzun süre devam etmesi, ölülerin yaşayanlar üzerinde vesayet sahibi olması anlamına gelir. Öyleyse yasa kutsal olmamalı, yasaları eleştirmek sorun sayılmamalı.
Öte yandan Jefferson ve diğer Amerikan kurucu babaları, yasa yapım sürecinin zorlaştırılması taraftarıdırlar. Toplumda bir konuda infial uyanabilir, hem seçmenler, hem temsilciler, bir yasanın çıkması için çok hevesli olabilirler. Ancak infialin gözü kör etmemesi için, yasa yapım süreci zorlaştırılırsa, birkaç yıla yayılırsa, heyecan sönecek, insanlar daha aklıselim düşünerek hareket edeceklerdir. Ayrıca, yasaların zor yapılması iktidara gelen her hükumetin kısa vadeli planlarla memleketin uzun vadeli akıbetini ateşe atmasını engeller. Takribi 5 yıl iktidarda kalmayı planlayan bir hükumet, asgari ücreti iki katına çıkarıp, binlerce gereksiz memuru işe alabilir, bu sayede ikinci 5 yılı garanti altına alır. Büyük ölçekli zararların etkisinin ortaya çıkması zamana yayıldığı için bu dönemde küpünü doldurup, bedeli ödemeyi gelecek nesillerin omuzlarına bırakabilir.
Şu halde yasa yapım bahsinde çıkaracağımız sonuç, yasaların anlık değişmemesi, ancak kemikleşmemesi de gerektiğidir. Rejimin yasa yapım kuralları, yasanın bir-iki yılda ancak çıkarılabilmesini temin etmelidir, bu sayede günübirlik kaygılarla peşkeş yasalarını çıkarmak engellenir. Fakat yasaların çok uzun süre yürürlükte kalması da mahzurludur, belli zaman döngülerinde mevcut yasaların hepsinin gözden geçirilmesi gerektiğine dair bir kural, ölülerin yaşayanlar üzerindeki vesayetini kıracaktır.
Vesayetten bahsetmişken, demokrasinin dengeler rejimi olduğunu da söylemek lazım. Yani demokrasi en doğruyu, en iyiyi seçeceğini vaat eden bir rejim değildir, yalnızca kötü tercihin daha kolay ve hızlı şekilde gönderilebilmesini temin eder. Fakat bu temin mekanizmasının işlemesi, denge unsurlarına ihtiyaç duyar. Bu unsurlardan ilki, yumuşak olanı, halkın memnuniyetsizliğidir. Uzun süre kötü yönetilen halk, nihayet tercihlerini değiştirecek, başka tercihler yapacaktır. Fakat iktidar bu kadar basit bir mesele değil: Kolluk kuvvetlerinden yasamaya her türlü gücü elinde bulunduran, geniş bir taban desteği olan bir iktidarın karşısına, halkın memnuniyetsizliğiyle çıkılmaz. Zira bir eşiği aşan iktidar, tercih değiştirmeyi engelleyebilir, sandık sonuçlarını değiştirebilir, kimse çıkıp aksini ispatlayamaz, buna karşı koyamaz. Öyleyse, iktidarın karşısında “sert güç”ler olmalı: Ordu vesayeti, kategorik olarak kötü bir şey değildir, mesela. İktidarın tesir edemeyeceği ve sert gücü olan bir mihraktan korkması, başlı başına bir denge unsurudur. Bu denge unsuru, farklı ülkelerde farklı biçimlerde gerçekleşebilir; büyük ve devlet ihalelerine bağımlı olmayan şirketlerin bulunduğu ülkelerde, mesela, bu şirketler bir denge unsurudur. (Vatandaşın Amerika’daki gibi silahlı olması? Belki.) Fakat hem ordu, hem şirketler, aynı zamanda yozlaşma unsuru da olabilirler; şeffaflığı bozucu işlerin yapılmasını, sahip oldukları güç ve nüfuz sayesinde temin edebilirler. Bu da bizi demokrasinin belki de en büyük sırrına, “aktörlerin çokluğu” meselesine getiriyor.
Kağıt üzerinde ne kadar kusursuz olursa olsun, bir yönetim biçiminde yolsuzluk yapmak her zaman mümkündür. Demokrasi, idealist bir şekilde falanca kural yahut kurumun bunu engelleyeceğine inanma rejimi değildir. Aksine, basit bir çatışma ortamında, belki bir oyun teorisi denkleminde, bunu imkansızlaştırmaya çalışma rejimidir. Bir ülkede aktörler ne kadar çoksa, şeffaflık o kadar belirgin ve kalıcı olur. İktidar tek partide değil de, bir koalisyondaysa, mesela, yönetici zümrenin gizli kapaklı ittifaklarla ortak çıkar aleyhine, oligarşi lehine bir yolsuzluk operasyonu yapması zorlaşır. Muhalefet güçlüyse, yönetimle ilgili güçler (yalnızca erkler ayrılığı değil) farklı kurumlara, iktidarın anlık müdahalesi zor olacak şekilde (uzun süren yasa yapımı, atama kriterleri vs) verildiyse, taraflar “çok iyi birer insan oldukları” için değil, çıkar çatışmalarından ötürü birbirlerini sürekli denetlerler. Aynı şekilde, bir ülkede ne kadar çok büyük sermaye grubu, ne kadar farklı medya kuruluşu varsa, şeffaflık o kadar artacaktır. Sivri bir iddia olarak şunu diyebiliriz ki, demokrasinin sözgelimi monarşiden kategorik farkı, insanı kötü kabul etmesidir. İnsanın karşısına insanı çıkararak, vahşi güdülerimizin çatışmadan dolayı ortak asgari çıkarda birleşmesini sağlamaya çalışmasıdır; monarşinin yegane iddiası ise, iyi bir monarka tesadüf eseri denk gelirsek, iyi bir yönetim göreceğimizdir. Tesadüf endeksli bir sistem yerine, karamsar realist ve kaotik bir rejimin denge unsurlarını yerinde tesise çalışmak daha verimli bir yatırım gibi görünüyor.
Aktörlerin çokluğu mevzusunda medyadan bahsettik, Eric Hoffer’ın muhteşem tespitini anmadan geçmek olmaz: Bir yönetim, ehliyetinin sınırlarını aştığı halde iktidarda kalabiliyorsa, o yerde ya aydın sınıf yoktur, ya da iktidardakiler ile söz ustaları arasında sıkı bir anlaşma vardır. Tabii bu iş yalnızca aydın meselesi değil, medya meselesidir. İnsanın ne düşüneceğini, çevreden aldığı mesajlar, gözlemlediği veriler belirler. Bu mesajların, verilerin yönetimini elinde bulunduran, toplumu topyekun Spinoza’nın taşına dönüştürür: “Fırlatılan bir taşa sorsak şüphesiz kendi isteğiyle hareket ettiğini söylerdi.” Medya demokrasinin en önemli gücüdür; onu elinde bulunduran, nihai meşruiyet kaynağını da elinde bulundurur. Parkinson’dan alıntıladığımız gibi, altı gazetesi olan adam, tek oy hakkı sahibi olmakla bir işçiyle aynı gibi görünebilir ancak çok daha fazla oyu yönlendirme gücü vardır. Şu halde bir medya patronunun aynı zamanda inşaat işlerinin olması ve inşaat işlerinin o ülkede devlet tarafından ihale edilmesi ciddi bir tehdittir. Demokrasinin düzgün işlemesi için iki şeye karşı olmak gerekiyor gibi duruyor: Devletin ihale dağıtması, öncelikli olarak karşı çıkmamız gereken bir uygulama. Devletin, sağlık ve eğitim ile, öz kaynaklarla yapılan temel-büyük çaplı altyapı projeleri haricinde ekonomik etkinliğinin olması, devlet aygıtını elinde bulunduranlar-iş adamları-iş adamlarının medya organları arasında bir örtülü çıkar birliği yaratacağından, tehlikelidir. Bunun yanında, medya kuruluşlarının hisse sahiplerinin medya dışında hiçbir alanda faaliyet gösterememelerini temin, radikal ancak faydalı bir kural olabilir. Pekala bunlara da reklam verenin kuracağı bir üstünlük olacağını söyleyebiliriz, ancak aktörlerin çeşitli olduğu, devletin küçük olduğu bir ülkede bu tür avantajlar, karşı tarafın avantajları ile törpülenebilecektir.
Diğer yandan, sosyal medya, evet, bireyin medya kuruluşunun ve geniş kitlelere hitap edecek bir medya kuruluşu tesisi için ya ciddi bir sermaye birikimi, ya iktidar gücü gerekeceği gerçeğinin yarattığı sarmaldan kurtulmasını bir nebze sağlamıştır diyebiliriz. Ancak geleneksel medyada avantajı olanın, sosyal medyada da avantajı vardır. Burada da, hem aktörün çeşitliği hem de internet erişiminin evrenselliği kriterlerini aramak gerekiyor. Blockchain teknolojisiyle beslenen, bir merkezi ve sahibi olmayan yeni bir “sosyal medya ağı”nın doğacağını düşünüyorum, böyle bir ağ, bireyin “şirket ve iktidar”a karşı daha güçlü olmasını sağlayabilecektir. Bunun için de, tabii, evrensel internet erişimi gerekiyor, bunun nasıl sağlanacağına dair projeler varsa da, henüz emekleme safhasında.
Parkinson’un mezkur kitabındaki analizlerden en dikkat çekici olanı, “bir rejimin karnesini neye göre veririz” sorusuydu. Çok uzun sürmesi mi? Refahı arttırması mı? Yahut objektif bir kriter koyamayız da, “vaatlerini gerçekleştirmesi” mi diyebiliriz? Bu soruya net bir cevabım yok, ama Türk milliyetçisinin “rejim ne içindir?” sorusunu sorması gerekiyor. İdeolojisinin temeline milleti koyanın, herhalde, millet mensuplarının menfaatini düşünmesi gerekir. Öyleyse rejim, millete ve milleti teşkil eden ferde faydalı olmalıdır. Bu faydalar yalnızca maddi açıdan ele alınamaz; dünyanın ücra bir köşesinde bir başka halkı sömürerek, öldürerek kendi ülkesine maddi fayda sağlayan bir sistem, mesela, savunulabilir mi? Savunulursa, daha iyiye giden, daha güçlenen bir başka milletin gelip senin ülkende aynını sana yapması karşısında hangi etik ve ideolojik temellerde karşı durabilirsin? Temel gereksinimleri devlet tarafından karşılanan ama özgür düşünmesi, seyahat etmesi, rejime karşı çıkması engellenen bir insan, mesela, rejimden fayda sağlıyor diyebilir miyiz?
Bizim milliyetçiliğimiz de dahil olmak üzere, milliyetçi akımlardaki totaliter, kolektivist, insanı baskılayıp devleti, soyut kavramları ilahlaştıran yönelimden tiksindiğimi ifade edebilirim. Üstelik ben, milliyetçiliğin “muhafaza etme” işlevini değil, “inşa etme” işlevini önemsediğim için milliyetçiyim: Milliyetçilik, basitçe etno-sembollerle inşa edilmiş bir dil kullanmak demektir ve bu dil, milletin “arzu edilen” yöne doğru gitmesini sağlar; bir tür mobilizasyon aracıdır. Arzu edilen yönün ne olduğunu tek başına milliyetçilik veremez; felsefe, entelektüel tartışma, bilimsel çalışmalar bunun için vardır ve ideolojik gözlüklerle yapıldığında doğru yolu tespit şöyle dursun, hemen her zaman yok oluşa sürüklerler.
Şu halde, Türk milliyetçiliğinin kategorik, en genel haliyle “prensip mücadelesi”, yahut bunlardan en başta geleni, Türkiye ve Türk Dünyası’nda “işleyen bir demokrasi” tesisi olmalıdır. Demokrasinin nasıl işleyebileceğine; nasıl “kemikleşmeden”, kurumadan, gelecek yüzyılların sorunlarına anlık reaksiyon verecek bir dinamizmi yakalayabileceğine, çoğunluğun diktatörlüğünün demokrasinin yegane getirisi haline gelmesinin nasıl engelleneceğine kafa yormak, birinci meselemizdir. Bütün taktik hamleler, bütün diğer detay meseleler, kavgalar, nihayetinde bu ülkede “tatmin edici bir demokrasi” tesisi ve bu da, Türk’ün “her nokta-i nazardan insan olması” stratejik hedefi doğrultusundadır.
AKP’nin çoğunluk diktatörlüğü, Türk milliyetçilerini, zaten pek de sıcak bakmadıkları demokrasiden soğutuyor. Demokrasi, özellikle genç nesillerin gözünde, beş para etmez adamların “ezan dinmeyecek!!!” diyerek bakan olması anlamına geliyor. Buna verecekleri tepkiyle yönelecekleri fikirler, akımlar, yalnızca yıkıcı bir öfkenin iktidarına taşıyacaktır; canavarla mücadele eden, böyle böyle canavarlaşacaktır. Muhalif Türk milliyetçilerinin demokrasi üzerine kafa yorup, Parkinson’un çıkmazlarından, Perikles’in aydınlığına bir çıkış yolu araması gerekiyor. Bunları birer koçbaşı olarak kullanıp kurulu düzeni etnik ajandalarının lehine yıkmak isteyenler nedeniyle, liberal ve adem-i merkeziyetçi değerlere alerji geliştirdik; fakat nihayetinde, verdiğimiz mücadelenin sosyal liberal bir ortamı tesis için olduğunun farkına varmazsak, Neyzen’in kehaneti gerçek olacak: “Türkü yine o türkü, sazlarda tel değişti / Yumruk yine o yumruk, varsa bir el değişti.”
M. Bahadırhan Dinçaslan