Şu sıralar kafamda dönüp duran ve Karakoç’un meşhur “yutkundu, eğdi başını” şiirindeki boğaz düğümlenmesini yaşatan iki sahne var. İlki, yaşça benden büyük biriyle yaşadığım bir sahne. Ofisimizi taşıyorduk, bir dostumuz “işten atıldı, paraya ihtiyacı var” diye bir usta önerdi. Taşındığımız dönem yaz mevsimiydi, akşam olmasına rağmen çok sıcaktı ve o sıcakta kaç kattan eşya indirdi, kaç kat yukarı taşıdı, neredeyse tek başına kaldırıp kaldırıp attı. Tadilat gerekiyordu o yaptı, bazı marangozluk işlerimiz vardı halletti. Hem çalışkan, hem becerikli bir adam.
İkinci gelişinde beni aşağı kattaki depomuza çekti. “Başkanım” dedi, “çok zor durumdayım. Bana iş bul.” Bıyıklı, takım elbiseli ve “patron” rolünde birini görünce, bir de gelen gidenden siyasi çevresi olduğunu anlayınca… Bir ümit diye kendinden on yaş küçük birine “başkanım” diyordu. Bu çok ağırıma gitti, ama bitmedi. Birkaç gün sonra eşiyle birlikte geldi. Çocuklarının durumundan, çektiği sıkıntılardan bahsetti. Büyük bir saygı gösterisiyle benden iş istedi. Ağlamaklı oldum: Bir baba, yaşça kendinden bu kadar küçük bir insana bu kadar tazimde bulunmamalıydı. Vakarını böyle yitirmemeliydi. Suçlu olan o değildi elbette, çocukları aç kalan bir baba her şeyi yapar, her yolu dener, her yılana sarılır. Ama onu o hale getirenlerden nefret ettim.
İkinci sahneyi yaşıtımla yaşadım. Benden yalnızca bir yaş küçük. Ziyarete geleceğini söyledi, randevu verdim. Geldi, takım elbisesi, çikolatası, çiçeğiyle. “Öyle yapma” dememe rağmen bana “siz” diye hitap etmekte ısrarcı oldu. Sonunda ağzından baklayı çıkardı: “Reis, bana iş bul.” Bu sahne de çok ağırıma gitti. Gayet iyi eğitimli, pırıl pırıl bir Avşar delikanlısı, tertemiz bir Türk milliyetçisi 30 yaşına gelip o kadar uzun süre işsiz kalmıştı ki, işte “emmoğlu” deyip sarılacağı hemşerisine böyle tazimde bulunuyordu. Suç onun değildi, biraz “siyasi çevresi” olduğunu bildiği hemşerisine bir umut sarılıyordu işte, genel beklenti o yönde olduğu için de ihtimam gösterisinde bulunuyordu, ola ki yapmadı diye gıcıklanıp da yardım etmezsem diye…
Bu iki sahne üzerinde çok düşünüyorum. Biri ekmek yediğim iş yerinde emeği olan, ötekisi hem hemşerim, hem ülküdaşım olan iki insan, onları suçlamıyorum. Ama onlara bunu reva gören mevcut halimize kinleniyorum. Lüzumsuz tazim, Doğu toplumlarında adet olduğu üzere şatafatlı ve suni bir ihtimam gösterisi… Bu, vakar ve izzet sahibi olan insanın akşam başını yastığa koyduğunda ağlamasına bile sebebiyet verir. Kimileri, evet, buna alışmıştır, dalkavukluktan geçinirler. Ama bu ikisi… Gözlerinden belliydi, öyle insanlar değillerdi ama çaresizlikten, AKP iktidarında bu “şart” hale geldiği için şartı yerine getirmek zorunda kalıyorlardı. Memnun da değillerdi.
Geçenlerde videosunu içimiz sızlayarak izlediğimiz, açım diyerek borç isteyen adamın videosunda da aynı şeye takmıştım. İzzet-i nefsi incinen, vakarı zedelenen insanlar yaratıyoruz. Biat edeni, yalayanı, şakşakçılık yapanı, dalkavuğu semirtiyoruz. Bir umut diyerek gururunu bastırıyor insanlar bunları görünce. Düzenli bir gelir elde etmek için yalvarmak yahut karşısındakine reverans yapmak zorunda olduğunu düşünüyor. Güç duruma düşmesinden daha acı olanı bu, adama gösterdiğimiz yol.
Bir baba, üstelik gayet çalışkan, elinden iş gelen ve miskinlik etmeyen bir baba, neden buna şartlandı? Neden böyle düşündü?
Onu suçlamıyorum, ama ortalama insan tipimiz böyle olunca elimize ne geçecek? Vakar insanı insan yapan, birey yapan, vatandaş yapan şeydir; elimizde vatandaş kalmayacak, omurgası kırılmış, gözünün feri sönmüş, ehilleşmiş yığınlar, marabalar; kof bir güruh kalacak.
Peki kalınca ne olacak? Evrimde bir r/K seleksiyon teorisi vardır. Buna göre bazı hayvanlar r değerini, yani populasyonun büyüme hızını, bazıları da K değerini, yani çevrenin sürdürülebilirlik kapasitesini önceler. Birinci grup böcekler, kemirgenler gibi hayvanlardır, ikinci grup insanlar, balinalar. Birinci grup çok fazla yavru üretir ama hemen hiç bakım yapmazlar, doğan yavruların çok azı dahi hayatta kalsa türün devamı –üstelik nüfus artışıyla- mümkün olacaktır çünkü. İkinci grup ise yavruya daha fazla yatırım yapar, ona söz gelimi avlanmayı öğretir, uzun yıllar birlikte yaşar ve az sayıdaki yavrusunu çok daha az kayıpla etkin bir şekilde yetiştirmeyi amaçlar.
İnsan toplulukları da biraz böyledir. Kimi toplumlarda insanın değeri yoktur, basit bir işçi arıdan ibarettir. Çokça insan üretilir ancak bakım yapılmaz, kayıp olunca da esef duyulmaz. Bazı toplumlarda ise insana yatırım yapılır, saygın ve kıymetli bir varlık olarak ele alınır.
Şimdilerde Türkiye’ye hakim olan İslamcılık, son sığınak olarak gördüğü milliyetçilik kisvesiyle hareket ediyor. Bütün referans ve tespitleri hala din merkezli ve kaynaklı olduğu için bu taklidin milliyetçilik olmadığını kesin olarak söyleyebiliriz, ancak kalabalık onlarda ve milliyetçiliği onlar temsil etmiş oluyorlar. Pekala bu “milliyetçi”ler ne yapıyorlar? Biat eden, hizaya geçen, düzenli bir gelir sahibi olmak için tarikat şeyhine, cemaat liderine, ilçe başkanına, hatırlı abiye, çevresi geniş dayıya yağ çeken bir topluluk yaratıyorlar. Bu, az evvelki teorideki böceklere benzer bir insan topluluğu yaratır: Saygınlığı, kıymeti, vakarı olmayan bir topluluk; kesinlikle toplum değil. Milletine böcek muamelesi yapandan milliyetçi olur mu? Olmaz, fakat bir defa bu hale gelmiş bir “millet”in gençleri, mesela, sağa sola çok kolay “paralı asker” olarak yollanır, elalemin tarlasında karın tokluğuna ırgat olarak çalıştırılır ve maruz kalanlar “hayatta kalmış olmak” sebebiyle sürekli şükrederken maruz bırakanlar da “sayemizde!!”, “biz olmasak!!” diye nutuklar atarlar.
Türk gençlerinin, hülasa, böcekleşmesini isteyen bir iktidar altında ve ortam içinde yaşamasından tedirginim. Eğer geçim kaygısı baskın gelir de “uyum sağlamaya” başlarlarsa, yukarıdaki iki örnekte olduğu gibi önceleri can sıkan sahneler yaşayacağız. Fakat bir süre sonra bunun ne kadar can sıkıcı olduğunu düşünecek kimse kalmayacak bile. Örnek verdiğim iki insanın henüz kişiliği sağlam, yalnızca mecbur oldukları için öyle yapıyorlar. Kişilikleri sağlamken bir şeyler düzelmezse, ya usanıp gidecekler, ya AKP’li böceklere benzeyecekler.
İkinci gelişinde beni aşağı kattaki depomuza çekti. “Başkanım” dedi, “çok zor durumdayım. Bana iş bul.” Bıyıklı, takım elbiseli ve “patron” rolünde birini görünce, bir de gelen gidenden siyasi çevresi olduğunu anlayınca… Bir ümit diye kendinden on yaş küçük birine “başkanım” diyordu. Bu çok ağırıma gitti, ama bitmedi. Birkaç gün sonra eşiyle birlikte geldi. Çocuklarının durumundan, çektiği sıkıntılardan bahsetti. Büyük bir saygı gösterisiyle benden iş istedi. Ağlamaklı oldum: Bir baba, yaşça kendinden bu kadar küçük bir insana bu kadar tazimde bulunmamalıydı. Vakarını böyle yitirmemeliydi. Suçlu olan o değildi elbette, çocukları aç kalan bir baba her şeyi yapar, her yolu dener, her yılana sarılır. Ama onu o hale getirenlerden nefret ettim.
İkinci sahneyi yaşıtımla yaşadım. Benden yalnızca bir yaş küçük. Ziyarete geleceğini söyledi, randevu verdim. Geldi, takım elbisesi, çikolatası, çiçeğiyle. “Öyle yapma” dememe rağmen bana “siz” diye hitap etmekte ısrarcı oldu. Sonunda ağzından baklayı çıkardı: “Reis, bana iş bul.” Bu sahne de çok ağırıma gitti. Gayet iyi eğitimli, pırıl pırıl bir Avşar delikanlısı, tertemiz bir Türk milliyetçisi 30 yaşına gelip o kadar uzun süre işsiz kalmıştı ki, işte “emmoğlu” deyip sarılacağı hemşerisine böyle tazimde bulunuyordu. Suç onun değildi, biraz “siyasi çevresi” olduğunu bildiği hemşerisine bir umut sarılıyordu işte, genel beklenti o yönde olduğu için de ihtimam gösterisinde bulunuyordu, ola ki yapmadı diye gıcıklanıp da yardım etmezsem diye…
Bu iki sahne üzerinde çok düşünüyorum. Biri ekmek yediğim iş yerinde emeği olan, ötekisi hem hemşerim, hem ülküdaşım olan iki insan, onları suçlamıyorum. Ama onlara bunu reva gören mevcut halimize kinleniyorum. Lüzumsuz tazim, Doğu toplumlarında adet olduğu üzere şatafatlı ve suni bir ihtimam gösterisi… Bu, vakar ve izzet sahibi olan insanın akşam başını yastığa koyduğunda ağlamasına bile sebebiyet verir. Kimileri, evet, buna alışmıştır, dalkavukluktan geçinirler. Ama bu ikisi… Gözlerinden belliydi, öyle insanlar değillerdi ama çaresizlikten, AKP iktidarında bu “şart” hale geldiği için şartı yerine getirmek zorunda kalıyorlardı. Memnun da değillerdi.
Geçenlerde videosunu içimiz sızlayarak izlediğimiz, açım diyerek borç isteyen adamın videosunda da aynı şeye takmıştım. İzzet-i nefsi incinen, vakarı zedelenen insanlar yaratıyoruz. Biat edeni, yalayanı, şakşakçılık yapanı, dalkavuğu semirtiyoruz. Bir umut diyerek gururunu bastırıyor insanlar bunları görünce. Düzenli bir gelir elde etmek için yalvarmak yahut karşısındakine reverans yapmak zorunda olduğunu düşünüyor. Güç duruma düşmesinden daha acı olanı bu, adama gösterdiğimiz yol.
Bir baba, üstelik gayet çalışkan, elinden iş gelen ve miskinlik etmeyen bir baba, neden buna şartlandı? Neden böyle düşündü?
Onu suçlamıyorum, ama ortalama insan tipimiz böyle olunca elimize ne geçecek? Vakar insanı insan yapan, birey yapan, vatandaş yapan şeydir; elimizde vatandaş kalmayacak, omurgası kırılmış, gözünün feri sönmüş, ehilleşmiş yığınlar, marabalar; kof bir güruh kalacak.
Peki kalınca ne olacak? Evrimde bir r/K seleksiyon teorisi vardır. Buna göre bazı hayvanlar r değerini, yani populasyonun büyüme hızını, bazıları da K değerini, yani çevrenin sürdürülebilirlik kapasitesini önceler. Birinci grup böcekler, kemirgenler gibi hayvanlardır, ikinci grup insanlar, balinalar. Birinci grup çok fazla yavru üretir ama hemen hiç bakım yapmazlar, doğan yavruların çok azı dahi hayatta kalsa türün devamı –üstelik nüfus artışıyla- mümkün olacaktır çünkü. İkinci grup ise yavruya daha fazla yatırım yapar, ona söz gelimi avlanmayı öğretir, uzun yıllar birlikte yaşar ve az sayıdaki yavrusunu çok daha az kayıpla etkin bir şekilde yetiştirmeyi amaçlar.
İnsan toplulukları da biraz böyledir. Kimi toplumlarda insanın değeri yoktur, basit bir işçi arıdan ibarettir. Çokça insan üretilir ancak bakım yapılmaz, kayıp olunca da esef duyulmaz. Bazı toplumlarda ise insana yatırım yapılır, saygın ve kıymetli bir varlık olarak ele alınır.
Şimdilerde Türkiye’ye hakim olan İslamcılık, son sığınak olarak gördüğü milliyetçilik kisvesiyle hareket ediyor. Bütün referans ve tespitleri hala din merkezli ve kaynaklı olduğu için bu taklidin milliyetçilik olmadığını kesin olarak söyleyebiliriz, ancak kalabalık onlarda ve milliyetçiliği onlar temsil etmiş oluyorlar. Pekala bu “milliyetçi”ler ne yapıyorlar? Biat eden, hizaya geçen, düzenli bir gelir sahibi olmak için tarikat şeyhine, cemaat liderine, ilçe başkanına, hatırlı abiye, çevresi geniş dayıya yağ çeken bir topluluk yaratıyorlar. Bu, az evvelki teorideki böceklere benzer bir insan topluluğu yaratır: Saygınlığı, kıymeti, vakarı olmayan bir topluluk; kesinlikle toplum değil. Milletine böcek muamelesi yapandan milliyetçi olur mu? Olmaz, fakat bir defa bu hale gelmiş bir “millet”in gençleri, mesela, sağa sola çok kolay “paralı asker” olarak yollanır, elalemin tarlasında karın tokluğuna ırgat olarak çalıştırılır ve maruz kalanlar “hayatta kalmış olmak” sebebiyle sürekli şükrederken maruz bırakanlar da “sayemizde!!”, “biz olmasak!!” diye nutuklar atarlar.
Türk gençlerinin, hülasa, böcekleşmesini isteyen bir iktidar altında ve ortam içinde yaşamasından tedirginim. Eğer geçim kaygısı baskın gelir de “uyum sağlamaya” başlarlarsa, yukarıdaki iki örnekte olduğu gibi önceleri can sıkan sahneler yaşayacağız. Fakat bir süre sonra bunun ne kadar can sıkıcı olduğunu düşünecek kimse kalmayacak bile. Örnek verdiğim iki insanın henüz kişiliği sağlam, yalnızca mecbur oldukları için öyle yapıyorlar. Kişilikleri sağlamken bir şeyler düzelmezse, ya usanıp gidecekler, ya AKP’li böceklere benzeyecekler.