Şahsi hayatımda ümidin yeri yoktur; Dehhani’den “İnceldise hecr ile karınca gibi belin / Firkat nice bir ola Süleyman ire umma” dizelerini okuduğumda liseye gidiyordum. Aşağı yukarı aynı dönemde fantastik edebiyata da merak sarmıştım ve epey kötü bir roman serisinin içinde inci gibi parlayan Raistlin Majere karakteriyle tanışmıştım. “Ümit hakikatin reddidir, dolap beygiri dönmeye devam etsin diye başına bağlanan havuçtur” diyordu, “ne yani, ümit etmeyelim mi?” diyen arkadaşına da şahane bir cevap veriyodu: “Hayır, havucu atalım, dolaptan çıkalım ve açık gözlerle yolumuza devam edelim.” Evet, ummaktan, ümit etmektense bilmeyi, uğraşmayı ve kazanmayı tercih ederim. Fakat yaşım ilerledikçe anlıyorum ki bu da ümittir: Böyle yaparak başaracağıma, çözeceğime, üstesinden geleceğime dair bir ümidim var. Bunu “bilmek” imkansız, ortada bir vaat yahut formül yok, böyle yaparsan şöyle olur kanununu ancak fizikte, matematikte görebiliriz; öyleyse en katı realist yolu seçen dahi ümidi o yönde olduğu için seçiyordur.
Ümidin insan üzerindeki tesiri de epey ilginçtir. Bazen “ümitsiz” görünen manzaralar en büyük kıyamları tetikler: Savaş sanatına dair yazan hemen her müellif, muhayyel komutanı bir hususta uyarır: Düşmanını asla dört yönden çevirme, bir ciheti, istediğin ve işine gelen bir ciheti açık bırak. O yönde uyanacak ümit, düşmanın savaşma azmini kıracaktır, zira askerler o yöne kaçıp canlarını kurtarmak isteyeceklerdir. Dört yönden çevrilirlerse, nasılsa öleceğiz diyerek sonuna kadar direnmeye devam ederler. İlginç değil mi; üstelik ümit kırmayı bir seküler günah addeden ve ümit savunuculuğu yapacağı aşikar olan bir yazıda, ümitsiz vaziyetlerin direnci arttırabileceğini anlatan bir örnek veriyorum. Bugüne dek ben de öyle düşünürdüm – ta ki bu meselede ümidin oynadığı rolü anlamamı sağlayan bir makaleye denk gelene kadar.
Curt Richter, vaktiyle Walter Cannon’un bir makalesini okumuş ve meselenin üzerine gitmeye karar vermiş. Cannon, sair iptidai toplulukta “büyücü”nün büyü yaptığı insanların korkuyla ve şoka girerek aniden öldüklerini saptamış ve kendince tahminler yürütmüş: Onlar büyünün gerçek olduğunu düşünen bir zihin sistematiği içinde olduklarından, bu psikolojik olgu doğrudan biyolojilerini etkilemiştir diye düşünmüş, bir de geleceğin bilim adamlarına çağrı yapmış: Bu tür bir vakaya denk gelirseniz, ölmeden önce kalp ritmini vs. araştırarak fizyolojik değişimleri tespit edin.
Richter bu “inanışın kuvveti nedeniyle ölmek” meselesinin peşine düşünce, farelerle deney yapmaya başlamış. Tek tek su dolu bir kaba attığı farelerin yüzme sürelerini ölçmüş ve bir düzensizlik, tutarsızlık fark etmiş. Bazı fareler uzun süre yüzmeye devam ederken, bazıları kısa sürede pes edip boğuluyorlarmış; üstelik daha vahşi, daha sağlıklı fareler çoğu zaman daha önce pes ediyorlarmış. Tek tek parametreleri değiştirmiş; su sıcaklığından tutsaklık süresine, hatta farelerin bıyıklarının tıraşlanmasına varana dek, sonuca etki edebileceğini düşündüğü her değişkeni kontrol etmiş. Bütün bunların etkili olduğunu ama asıl neden olmadığını tespit etmiş, ta ki aklına bir fikir gelene dek: Ümit.
Fareleri suya atmadan önce salmış, tekrar yakalamış; bunu birkaç defa tekrarlamış. Suya attıktan sonra da yeniden çıkarmış, kurutmuş, dinlendirmiş, yeniden suya atmış. Bu sayede farelerin “kurtulabilecekleri”ni öğrenmelerini sağlamış. Sonuç ilginç: Vaziyetin büsbütün “ümitsiz” olmadığını, kurtulma şanslarının olduğunu “öğrenen” fareler altmış saat boyunca yüzmeye devam etmişler! Daha önce iki dakikada pes edip boğulan fareler altmış saat boyunca durmaksızın yüzebilmişler ve Richter bu devasa farkın nedeninin ümit olduğunu şahane bir şekilde tespit etmiş. Üstelik Cannon’un beklentisinin aksine yükselen bir kalp ritmi ve metabolizma sebebiyle şoka girerek ölmediklerini, yavaşlayan bir kalp ve metabolizmayla bir nevi “solarak” öldüklerini tespit etmiş: Vücut ani heyecandan kalp aritmisi yaşamıyormuş, durumun ümitsiz olduğunu tespit edince mücadeleyi bırakıyor ve kendisini yavaşlatıyormuş.
Bunun nedeni nedir? Fareler ve insanlar, bütün hayvanlarda olduğu gibi, savaş ya da kaç dürtüsüyle yaşarlar, insanınkinin biraz daha “sofistike” olması bunu değiştirmez. Kaçmak ya da savaşmak muhtemel senaryolardan biriyse bunu denerler. Fakat ikisi de imkansızsa, o zaman pes ederler, zira ortada ümit yoktur, denenecek yol yoktur.
Dört tarafından çevrilmiş bir ordu için ihtimal düşük olsa da “savaşmak” hala bir seçenektir, o yüzden durum büsbütün ümitsiz değildir. Hele o askerlerin kolektif hafızasında daha önce bu tür kuşatmaları yarmış kahramanların hikayeleri varsa, çok daha kolay ve etkili bir şekilde ikna olup savaşmaya devam edebilirler. Bir yanın açık bırakıldığı senaryoda ise ümit çok daha belirgindir: Kaçma seçeneğinde yaşamı devam ettirecek bir ümit vardır.
Çevremde yahut sosyal medya gibi platformlarda ümidini yitirerek ümit kırmaya başlayan çok sayıda sabık muhalif görüyorum. Kendimi ayrı tutmayayım, zaman zaman ben de “bizden adam olmaz!” serzenişlerinde bulunurum, ama yeis ve öfkeyle anlık çöküşlerde böyle laflar ediyorum, devamını getirmiyorum. Devamını getirenler çoğalıyor; bu yolun yegane neticesi “ümidin olmadığı” fikrine kanaat getirmek ve pes etmektir. Pes ettiğimizde içinde debelendiğimiz su yok olmayacak, yalnızca biz öleceğiz, biz yok olacağız. Ümidini yitirenin, bu veçhile, hiç değilse kendi halinde ölmesini bekliyoruz, başkaları da ölsün diye onların ümidini baltalamamak lazım. Zira bizler kavanozun içine atılmış deney fareleriyle aynı düzeneğin içinde de değiliz, yalnızca karanın ufukta görünmediği bir yerde suyun içine atıldık ve hangi cihetin en kısa yoldan karaya ulaşmamızı sağlayacağını bilmiyoruz. Deneyenler var, yanlış yöne yüzenler, evet, hayal kırıklığıyla ölecekler, ama doğru yöne yüzenler kurtulacak – onlarla birlikte soyumuz da.
Üstelik şimdilerde muhalefetin çok ciddi bir moral kaynağı var: Belediyelerin kazanılmış olması. Bir defa kazanım elde edebildik, yani bir defa ümit etmeye değer bir ihtimalin bulunduğunu öğrendik. Bu kadar güçlenmişken, yirmi yıldır süren istibdadın karanlığına yenilip pes etmek doğru değil, bir kulaç daha atmak için artık dündekine nazaran daha fazla nedenimiz var, teşvikimiz var.
Bu manzarada yanlış yöne yüzmüş ve hayal kırıklığıyla ölecek olan bir adam olmayı, olduğum yerde kulaç atmayı reddedip ümitsizliğe yenilerek ölmeye tercih ederim. Çünkü hem yakın dönem hafızamızda hala denenecek yollar olduğuna dair deliller var, hem tarihimizde. Üstelik iktidarın elinde kalan yegane koz da bu: Ümit kırmak. Topal ördek etmek, mesela. Zira artık proaktif hiçbir eylem yapamıyor, kendini genişletemiyor, yalnızca muhatabının zayıf kalması senaryosuna bağlı bir hayatta kalma stratejisi var.
Ümit, işte bu yüzden “en sonra terkolunan şeydir.” Fantastik edebiyata dönelim, Tolkien’in ölümsüz külliyatında Aragorn’un annesi, oğlunun lakabı olan “Ümit”e gönderme yaparak “Ümidi Dunedain’e verdim ben, kendime hiç saklamadım.” diyerek ölüyordu. Dunedain kazandı, ancak kendisine ümit saklamayan Gilraen, oğlunun zafer kazandığını göremeden acı ve keder içinde bu dünyadan soldu, gitti.
M. Bahadırhan Dinçaslan