Blog yazmayı bırakıp tekmil servetimi ve hayatımı TamgaTürk’e vakfeyledikten beridir, eski dağınık malumatfuruş yazılarıma ara verdiğimi fark ettim. İçime sinmedi; bu tür yazıların okuru azdır, ama niteliklidir. E-posta atar, sorgular, en önemlisi de, öğretir. Bu yüzden sağa sola notlar olarak yazdığım birkaç etimoloji takibini birleştirip yazı olarak sunmak kararı aldım – takip edeceğimiz ilk sözcük: Mihrap
Mihrap
Etimolojisi açık olmayan bir sözcük. Fakat h-r-b köküyle alakalı. Türkçe h-r-b olarak yazdığımız iki kök var, biri harb, muharip gibi sözcüklerin kökü, diğeri harap, harabe gibi sözcüklerin. İkincisinde hırıltılı h var, mihrab hırıltısız h ile yazılıyor. Demek harp, muharebe gibi sözcüklerle bir ilişkisini arayacağız.
Bu kökten türemiş sözcüklerden sadece "harbi-harbe" ile bağlantısı olduğunu düşünebiliyorum. Harbi ya da harbe, basitçe sivri uçlu savaş aleti, mızrak demek. Sivri uçlu, delici alet anlamında, namlu temizleme aleti anlamında kullanılıyor bugünlerde.
Harbi sözcüğünü akılda tutup, mihrabın işlevi üzerinden gidelim. Mihrap sözcüğünün bildiğimiz şekli ve anlamıyla kullanılması Emeviler döneminden. İlk olarak camilerde kıbleyi gösteren işaretler asılmış, sonra o işaretler yerine duvarda girinti koyulmuş. Sürekli kıbleyi gösteren bir işlevi var mihrabın. Pusula gibi. Pusulanın ibresi böyle bir deyime can vermiş olamaz mı? Olamaz, zira Araplar pusulayı bilmiyorlardı; o dönemde böyle bir şey mümkün değil.
İşaretler genelde ok şeklinde olur, bugün bile okları kullanmıyor muyuz? (Bu ilginçtir. Ok ve yay hayatlarımızdan çıkalı asırlar oldu. Ama bir sembol olarak ok hala yaşıyor. Elle döndürme işareti yaptığımızda, yandaki sürücüye “camı aç” mesajı veriyoruz, halbuki hemen on on beş senedir bütün araçların camları otomatik açılıyor; bunun gibi.) Belki işaret öyle bir işaretti, mızrak başına benzediği için mihrap dediler? Olabilir. Yahut, çubuk dikip gölgesini gözlemek suretiyle yön tayin ediyorlardı, bu yüzden o diktikleri ucu sivri çubuktan hareketle mihrap adı kıble yönündeki girintinin adı oldu? Olabilir.
Şekil özelliğine gelelim. Mihrap, mif'al vezninde. Bu vezin fiil kökünden araç gereç yapar ekseriyetle. Fetih örneğin, "miftah" olur, miftah anahtar demek. Bu yönüyle mihrap sözcüğünün kesinlikle "delmeye yarayan alet" gibi bir anlamı var. Yahut "harb etmeye yarayan".
Ya da bir alıntı isimdir, başka bir dilden geçmiş, Arapçaya benzetilmiştir. Olabilir, Allah-u alem.
Bir kelime için bu kadar uğraştık, madem, edebiyattaki yerine de değinelim. Mihrabım diyerek şarkısı yahut "Kıblem sensin yüzüm sana dönerim / Mihrabımdır kaşlarının arası" gibi örneklerde mihrabın sevgili ile, yönelinen, dönülen ile özdeşleştirildiği malumdur. Kaşlar özellikle mihrabın kemerine benzetilir.
En güzel örneği Fuzuli'den sanırım:
Mihrâbda şekl-i ham-i ebrû-yi lâtifin
Vâcib bu cihetden kamuya secde-i mihrâb
Yani diyor ki, "Mihrapta o güzel kaşlarının kavisli şekli olduğu için herkese mihraba yönelip secde etmek tanrının emri olmuştur."
Kalak
TDK'da anlamı gelin tacı olarak verilmiş. Neden özellikle gelin tacı? Uç, en gibi bir anlamı var sanırım, çünkü diğer anlamı da şapka siperliği. Yine TDK'da bir diğer anlamı, burun ucu.
Gelin tacı diye ad verilince, insanın "çeyiz" anlamında "kalın" ile akrabalığı sorgulayası geliyor. Özellikle gelin tacı denmiş her yerde çünkü, taç değil. Ama makul hiçbir açıklama düşünemedim. Yine TDK'da bir diğer anlamı da tezek yığını olarak verilmiş, çık şimdi işin içinden.
Çıkılır tabii. "Şalvarı şaltak Osmanlı / Eyeri kaltak Osmanlı" yahut "Yüksek olur Arap atın kaltağı" diyoruz ya. Bu sözcükle, yani “kaltak” akraba olmalı; daha doğrusu bu sözcükteki "kal-" ile. Şapka siperi, burnun ucu ve gelin tacını ancak böyle birleştirebiliriz. Kaltak eyerin altına konulan "altlık". Herhalde alt, aşağı, alt uç gibi bir anlamı var "kalak"ın. Altı püsküllü yahut kumaş uzantılı taca kalak, şapkanın uzantısına, siperine kalak, yere yayılan, tabana yayılan tezek öbeğine kalak. Makul mü? Ben daha iyisini bulana kadar en iyisi bu.
Peki nerede kullanılıyor bu "kalak"? kalak şeklinde kullanımına hiçbir metinde rastlamadım. Kalaklı şeklinde kullanılıyor. Sanırım taç anlamıyla, çünkü kalaklı dediğinde ya fiziksel olarak başının büyüklüğünü anlatıyorsun, yahut soyut bir büyüklükten bahsediyorsun.
İkincisine örnek, bir Kayseri-Erkilet nüktesinden. Burada Vartanca denen bir tür creole vardır; Ermenice ve Türkçe karışımı, Arapça, Farsça ve çok az Rumca da barındırır. Erkiletli biri, Erkilet'e mahsus “Vartanca” kullanarak girdiği mekandaki, Vartanca bilmeyen haziruna hakaret etmek için, “Selamunaleyküm caş efendiler” diyor, yani eşek efendiler. Ama orada da bir Erkiletli var imiş, o da “Aleykümselam eşeğin kalaklısı” diyor. Yani taçlısı, önde gideni, bayrak tutanı, büyüğü. (İnternette “caşın kalağı” ifadesinin Vartancada “eşeğin penisi” anlamına geldiği de yazıyor.)
Diğer bir örnek daha ilginç. Nef'i bir kadın şaire şöyle diyor:
Şâir mi oldun behey ayı kulaklı
Sana bir şey gerek başı kalaklı
Burada "taç" anlamı, hatta kalça, kaltak ile ilişkilendirdiğimiz geniş, enli, yayılmış, uçlu anlamı kullanılıyor. Cinsiyetçilik yapan Nef'i, kadının ihtiyacının başı kalaklı bir şey olduğunu söylüyor, yani penis. Benim okurumun penisle (ve komünizmle) işi pek olmaz, o yüzden söyleyelim, bilmeyenler olabilir: Penisin başı enlicedir. Taç gibidir aynı zamanda.
Üstelik -ak eki genelde fiilden isim yapan bir ektir. Uçak, yürek gibi. Bunu düşününce, kal- fiil kökü "kaldırmak" ile akraba olur ki, bu iş iyice penise bağlar hacı ben burada kesiyorum.
Böyleyken böyle. Gelin başıyla atın altındaki eyeri akraba eder, aynı ifadeyle bir de penis tarif ederler. Sen de hiçbir şey diyemezsin, yutkunursun sadece.
Feriştah
Aslında dilimizde epey eski bir kelimedir. Tabii kesintisiz olarak kullanılmamış, yani ilk girdiği andan sonra kendisini koruyup, evrim geçirerek var olmaya devam etmemiş. İlk olarak "prişti" şeklinde girmiş Uygur Türkçesine, Aprınçur Tigin'in meşhur şiirinde:
Küçlüg priştiler küç birzün
Közi karam birle
Külüşügin oluralım
(Güçlü melekler güç versin, gözü karam ile gülüşerek oturalım)
Şimdi metnin orijinalini inceleme fırsatım yok ama her yerde "pirişti" şeklinde yazılmış. Halbuki kelimenin Orta Farsça ve daha eski hali hep "ferişta", "freştag" şeklinde. Daha sonradan Anadolu Türkçesine yeniden girdiğinde, Farsçadaki son hali olan ferişte, sonradan da "feriştahını sikerim" cümlesinde olduğu gibi farklı bir anlamıyla, "feriştah" haliyle girmiş.
Neden ilk girdiği dönemde prişti şeklinde yazılmış?
İmdi, sözcüğün Sanskritçe olma ihtimalini göz önüne alsak, Sanskrit sözlüğünde "angel" yahut "messenger" karşılığı arama yaptığımızda benzer bir sözcük bulamıyoruz. Modern Hinducada ferişta şeklinde yer alıyor, muhtemelen İran'dan alıntı.
Bizde pek işlenmeyen bir mesele vardır: Orta Asya Hıristiyanlığı. Özellikle Nesturi akımı kendisine Türkistan’da ciddi taraftar bulmuştu. Aprınçur'un şiiri 8 ya da 9. yüzyıla tarihleniyor. Nesturilik de 7. yüzyıldan itibaren yaygınlaşmıştı, Uygur taraflarına ise maniheizm hakimdi. Buradan iş çıkar mı? Nestorius suriyeliydi, Nesturi kilisesinin dili de Süryaniceydi. Süryanicede sözcük prestaga şeklinde yer alıyor, f yerine belirgin bir şekilde p kullanılan tek örnek bu.
Şimdi iki ihtimal var. Ya, Türkler bunu doğrudan Soğdca yahut başka İrani diller yoluyla İrani kaynaktan aldılar ama hançereleri f'ye izin vermedi, pirişti yaptılar.
Yahut sözcük İrani diller yoluyla değil, Süryanice yoluyla taa Uygur Eli'ne taşınmış diyeceğiz, baştaki p'yi böyle açıklayacağız. Mümkün müdür? Kımız sözcüğü muhtemelen böyle bir sözcük, Sami kökenli.
Bir de aklıma İngilizce pristine ile akraba olabileceği geldi, malum o da Hint-Avrupa dili. Pristine saf anlamına gelir, zorlasak meleklerin saf oluşuna, "angelic" manasına bağlayabilir miyiz dedim. Fakat görünüşe göre alakası yok, pristine ilk olarak "ilkel, önceki hale ait" anlamına geliyormuş, saflık anlamını da böyle kazanmış.
Gerekmek
Eski Türkçede "kergek (bol-)" şeklinde bir sözcük var. Kergek bolmak, "ölmek" anlamında kullanılıyor. Bir tür hüsn-ü tabir. Orhun'da sık sık karşınıza çıkar.
Şimdi bu sözcüğün bugünkü torunu, "gerek". Bir şeyin gerekmesi ifadesindeki gerek. Sözcüğün kökenine dair ihtilaflar var. Yaygın kanı, "kergek"in ilk anlamının "eksik olmak" olduğu yönünde. DLT'de "kergemek" var, bir şeyin yaraşması anlamında.
Bu yüzden, şimdi baktım, birçok araştırmacı "ölüm" ifadesinin "gerekmek, farz olmak" anlamıyla olduğunu söylemiş.
Fakat başta Ercilasun olmak üzere diğerleri karşı çıkıyor. "Kergek" bir kuş adı. Ölüm ve uçmak ilişkisi Eski Türk Dini'nde çok belirgin. Üstelik "kergek boldu" ifadesinin geçtiği yerler (Költigin özi ança kergek boldu) cümle yapısı itibariyle "farz oldu" olarak okunamaz.
Demek bu ifadenin "gerekmek" ile, yani "farz oldu" anlamıyla alakasını kurmak yanlış olur. Çünkü açıkça uçmak ile ilintili bir kavramda bir kuş adının kullanılıyor olması daha makul. Üstelik, ilerleyen yıllarda başka kuş adları da aynı şekilde kullanılıyor.
Pekala şöyle baksak: kergemek ilk etapta eksik olmak, sonraları yaraşmak, en son gerekmek ile hiç alakalı olmayan bir anlama geliyordu.
Nişanyan doğru bir şekilde gerekmek ile kez- kökünü ilişkilendiriyor. Eski Türkçede z-r ilişkisi malum. Buradan bakınca, şöyle bir teori ileri sürülebilir:
Kergek'teki ker-, kez- ile aynı köktür, didiklemek, oymak anlamında. Kergek de didikleyen bir kuştur. Adı bu yüzden kergektir.
Kuşların kutsal olduğu, ruhun "donu" olduğu türk dini, bu yüzden ölüm yerine kuşlu ifade kullanmış.
Ölüm, aynı zamanda eksilmek, aramızdan ayrılmak olduğu için, kergek kuşu olup uçmak anlamında kergek bolmak "eksilmek" anlamında kullanılır olmuş. Bu eksik oluş anlamı, diğer dillerde de görüldüğü üzere, eksiğin tamamlanmasına duyulan ihtiyacı, yani "gerekmek" sözcüğünü yaratmış. Tabii bu alanda kesin yargılara varmak imkansız gibidir, ancak bu yoruma bir pay vermek lazım bence.
Hülasa, mitolojinin dil ve düşünce üzerine yansımasında sık verdiğim malum "neden ay kararması değil de tutulması?" başlıklı örneğin sıktığını düşündüm. Yeni örnek ararken bu kergek ifadesine aklım gitti. Biraz kergeyince ortaya bu çıktı.
M. Bahadırhan Dinçaslan
Kergek, karga olabilir mi?