Yıllar önce, ben diyeyim bin, sen de bin bir yıl önce bir Uygur ozanı şöyle diyordu:
“Barayın tiser
Baç amrakım
Baru yime umaz men
Bagırsakım”
Yani “Gideyim desem / Güzel sevgilim / Gidemiyorum da / şefkatli(sevgili)m” Ondan yaklaşık bin yıl sonra, bir Karaçay Ozanı, Özdenlanı Sapar da şöyle diyordu:
"Men a ni ketelmay
Ne mında turalmay
Aşırıp barama
Zamannı tersge"
Yani "Ben ne gidebiliyorum / Ne burada durabiliyorum / Çevirip duruyorum / Zamanı tersine."
At üstünde istediği yere giden bir milletin edebiyatında, isteyip de gidememek motifinin yıllar ve coğrafyalara yayılan bir şekilde belirgin olması çok ilginç. Evet, bazı motifler, temalar, hatta söz sanatları, kalıplar bir dilin coğrafyasında kendini tekrar eder. Türk Dünyası’nı birleştirenlerden biri, mesela, halk şarkılarındaki bir kalıptır: O dedi yok yok!
Uygurlara uygulanan zulüm sebebiyle, maalesef, acıklı bir şekilde Heyit'in/Ötkür’ün “O dedi yok yok” versiyonu en meşhuru oldu. Güney Azerbaycan'da "Dedim kaşın Zülfikar mı", Iğdır yöresinde "Mene gelsin gadan - o dedi yok yok", Erzurum'da "Dedim Emrah nendir - dedi kulumdur" en bilinenleri. (Ben dahi bu kalıbın cazibesine dayanamamış, yazmıştım.)
Binlerce kilometre ötedeki Urumçi’de, Kaşgar’da söylenen türkülerle Iğdır’da, Tebriz’de söylenen türküler birbirine böyle benzer. Hatta “uzaklaşmış” lehçelerde dahi ortaklıklar gözümüze çarpar. Pir Sultan'dan bildiğimiz, "Ben x olsam, sen y olsan, ne dersin?" biçimindeki, Alevi kültüründe farklı versiyonlarına rastladığımız tema, taaa Karaçaylarda bile var.
Pir şöyle diyor:
“Sen bir sulu sepken olsan
Kanadım kırmaya gelsen
Ben bir deli poyraz olsam
Tepsem dağıtsam ne dersin
Sen bir deli poyraz olsan
Tepip dağıtmaya gelsen
Ben bir ulu hasta olsam
Yoluna yatsam ne dersin”
Karaçay versiyonundan bir kesit:
Kara agaçda kiyikni
Sen terk barsan ceterse
Emen terek men bolub
Cerge barsam ne eterse?
Emen terek sen bolub
Cerge bathan sen bolsan
Çiti balta men bolub
Kesib alsam ne eterse?
(Kara ağaçta geyiği
Hızlı varsan yakalarsın
Ben meşe ağacı olsam
Yere varsam ne edersin?
Sen meşe ağacı olup
Yere batsan
Keskin balta ben olsam
Kesip alsam ne edersin?)
Dünyamızı birleştiren, yani, türkülerimizdir. Kültürün bütün katmanlarının altında, kendini sürekli tekrar eden, DNA’mızın en eski ve en baskın sarmalı gibi. Redif ve kafiye anlayışımızın emareleri, kanaatimce ilk olarak Yenisey’deki mezar taşlarında görülür:
Qadashima ekenime adırıldım yita
Qara budunuma adırıldım yita
Kardeşlerimden, akrabalarımdan ayrıldım, halkımdan ayrıldım diyerek ölenin ağzından ağıt yakan bu dizede, redifi ve kusurlu da olsa kafiyeyi görürüz. Türk kültürünün en temel, en yaygın, en derin öğesi ağıttır, bu yüzden ağıtları incelediğinizde, şiirimizin sonraki formundaki bütün inceliklerin epey kalın bir halde ağıtlarda mayalandığını görürsünüz.
Mesela Alp Er Tunga sagusu. Bu metin, yalnızca eski bir örnek olduğu için kıymetli değil, popülerliğini eskiliğine borçlu değil. Bütün ağıt formlarımızın müziği, formu, içeriği ve stili onda kemale ermiştir. (Bir de parantez açalım. Yenisey’de gördüğümüz “esiz” ifadesi, “yazık!” gibi bir ünlem; heyhat gibi. Issız acun kaldı mı ifadesi, bence, dünyanın ıssız, sahipsiz kalması anlamına gelmiyor. “Yazık, dünya kaldı mı?” anlamına geliyor. Eski harflerle yazımı da bunu destekleyecektir, Türkolog arkadaşlar bu görüşü bir irdelesinler derim. Vaktiyle Ercilasun Hoca’ya ifade ettiğimde makul bulmuştu.) Beğenimiz, en azından ana hatlarıyla asırlar öncesinden şekilleniyor: Belli seslerin bize hoş gelmesi, ama bir Kongolu’ya hoş gelmemesi bundandır. Cem Karaca’ya bizim hayran oluşumuz, ancak Türk olmayan biri için “kötü sesli” bir yorumcudan ibaret olmasını düşünün. (Bir parantez daha. Cem Karaca, uzun hava, rubato anahtar sözcükleriyle bir inceleme yazmak gerekir. Özellikle Ahmed Arif’ten bestelediği Ay Karanlık bu bağlamda değerlendirilmeli.)
Fakat tabii geleneksel kodlar şiirin yegane belirleyicisi değildir. Her şair mucittir; Mehmet Kemal’den Attila İlhan’ın alıntıladığı gibi, “şairler ümmeti az peygamberlerdir”. Emerson daha ileri gidiyor: Şairler özgürleştiren tanrılardır. Hem, “iyi şiir”in bir formülü olsa, bu formülü elde edecek herkes iyi şiir yazar, şair olurdu. Demek şiirde, genel haliyle sanatta bir müphemlik vardır, bazen öyle eserleri beğeniriz ki, kendimiz bile şaşırırız. Bu yüzden en iyinin anahtarını ortaya koymak, yahut en iyileri seçmek biraz boş iş; ama “iyi şiir” ve “kötü şiir” her zaman vardı, var olmaya devam edecek.
O halde hangi şiirin iyi, hangi şiirin kötü olduğunu nasıl tayin edeceğiz? Beğeniyle kayıtlı bir iş sanat; beğeniye hitap eden, en başta üretenin beğenisine göre şekillenmiş, sonra izleyenin, duyanın, maruz kalanın beğenisinin kıstasından geçmiş. Çok sevdiğim şiarın dediği gibi: Sanat, şahsi ve muhteremdir. Latinlerin bir sözü var: Ars est celare artem. Sanat, sanatı gizlemektir diyor. Bunu nasıl yorumlamalı? Sanat, “ben sanatım” diye bağırmamalı, mütevazı mı olmalı? Yoksa sanat eseri, “bu sanat eseridir” demeye ihtiyaç bırakmayacak kadar aşikar şekilde kendini gösterdiğinden, gizlenmiş mi sayılır? Yahut sanat, ancak dikkatli “tüketici”nin yakalayacağı sırları, “sıradan”ın ötesinde tekniklerle “her zamanki”nin ardına sakladığı için mi sanattır? Yani gündelik dili değil, şiir dilini kullandığı için. Gündelik renkleri değil, ressamın zihnindeki sahne için özel seçilmiş renkleri kullandığı, bir heykele hiçbir gerçek insanın gösteremeyeceği bir azamet yükleyebildiği, hiçbir gerçek insanın erişemeyeceği hakikatlik mertebesine erişmiş roman karakterleri yaratabildiği için. Bu bir saklayıştır, avamdan saklayış, sıradandan saklayış. En eğitimsiz insanın dinlediği en basit, en “lalettayin” türkü dahi böyledir: Seni sevdiğimi herkese anlattım demez de, “ben seni sevdiğimi dünyalara bildirdim” der. Ancak kulak veren, o dizeyi söyleyenin duygularını anlamak için niyetlenen adam etkilenir bu türküden. Bu haliyle sanat gündelikten, sıradandan saklanmıştır, en basit sanat için dahi, en eğitimsiz “hedef kitle”nin, az da olsa efor sarf etmesi gerekir.
Öyleyse şiiri tarif etmek lazım; bu tarifin yalnızca bana ve benim zevkimi paylaşanlara has olduğunu akıldan çıkarmayarak. Şiir evvela süzülmüştür. Bizde ispirto denir ya, fermente içkiden alkolü damıtmak suretiyle elde edilen saflaşmış, şeffaf alkol. Ruh demek bu; şiir konu ettiği hususu süzer. Sıkıp ruhunu çıkarır, ruhunu sunar. Öyle mayasıyla, kalıntısıyla birlikte sunmaz; onun için başka sanat dalları vardır. En uzun şiirde bile böyledir bu; binlerce mısralık destanlarda dahi, her beyit, her dize süzülmüştür, gereksiz tasvir yoktur, hikayeleştirirken şiirin süzme olma şartına uygun bir şekilde tesis edilir.
Sonra, şiirde mutlaka ses vardır, bu ne demek? Sesin güzel, yahut çirkin, yahut korkunç, yahut destansı (…) hallerini belli bir kasıtla, tesadüfi olmadan kullanman lazım. Uyandırmak istediğin hissi yalnızca anlamla değil, seslerle de vermen lazım, bir ritim yakalaman, müzik yaratman, yahut seslerin uyandırdığı duygulardan faydalanman lazım. Öyle olmasa her atasözüne tek mısralık şiir dememiz gerekirdi, değil mi? Neticede onlar da süzülmüştür. Hem de ne elekten! Öyleyse şiir, anlamı süzen seslerin sanatıdır diyebilir miyiz? Müziğin zaten ezeli ve ebedi kardeşidir, müzik seslere ağırlık verirken, şiir nihayetinde anlama ağırlık verir; ama evet, diyebiliriz. Bu çerçeveye oturmuyorsa ben elimdeki metne şiir demem, ama şu günlerde, özellikle Türkiye’de şiir diye benim çerçevemin büsbütün dışındakilere deniyor.
Şiirde form en çok bu ses cihetiyle ilişkili. Sesi mutlaka yakalaman gerekiyor, kulağa hoş, acı, öfkeli, destansı, hatta çirkin, iğrenç gelmesi gerekiyor – hangi hissi arzuluyorsan o hissi okuyucunun içinde kullandığın kelimelerin anlamı kadar, sesleri marifetiyle yaratmalısın. Nef’i’nin;
Evc-i hevâda sıyt-ı çekâçâk-ı tiğden
Âvâz-ı ra'd ü saika reh-güm-künân olur
Beytiyle şahane şekilde uyguladığı bir onomatopoeiadan bahsetmiyorum, bu da kastettiğime dahildir ama mesele çok daha geniş: “Seni ‘yaşıyoruz çok şükür’ der gibi seviyorum” demek başka, “seviyorum seni / ‘yaşıyoruz çok şükür’ der gibi” demek başkaysa, bunun en önemli nedeni sestir. Seni seviyorum, seviyorum seni, seni severim ve severim seni; bunların hepsi ilk anda aynı manaya gelir, fakat her birinin yarattığı his ve belirttiği anlam farklıdır. Üstelik bu defa seslerin özellikleri (i’nin ince, ü’nün hüzünlü algılanması gibi) de değil, dilin alışkanlıkları ve özellikleri, formun anlama etkisi ön plandadır.
Öyleyse şiir, evet, formu ve sesiyle sanatlaşır; anlamı ve duygusu bunu takip eder. Form, mutlaka alışıldık ölçülerin kullanımını şart koşmaz – ancak serbest ölçülü şiirde, “şiir formu”nu yakalamak daha zorludur. Bin yılların test ettiği fonetik algıya uygunluk, her dilde o dile has şekilde gelenekleşir; eski İskandinavlarda kelime başı kafiye “şiirsellik” yaratır, Türklerde hece sayılarının uyumu, Araplarda hecelerin uzunluk-kısalık özellikleri, Yunanlarda hecelerdeki vurgu. Bunları kullanmadan şiir sesi yaratmayı planlayan şairin işi güçtür, çok azı bunu başarabilir ve başaranlar genelde enfes işler çıkarmış olurlar - dünyadan Attila İlhan gibi pek az çığlık geçmiştir. Başaramayanlar da duygu yüklü, samimi sözlerini şiir diye pazarlarlar, Bloom’un “samimiyet şiir yazmaya yetmez” tespitini artık paylaşan yoktur, piyasayı ve hatta akademiyi bu yeteneksizler sürüsü ele geçirmiştir bir defa; binlerce genç de bunları taklit ederek, hatta zaman zaman form özelliklerine de riayet ederek duygu dolu laflar ederek şiir yazdıklarını sanırlar.
Bütün sanat dalları için geçerli ama herhalde en çok şiir için geçerlidir: Şiir, yukarıdaki paragraflarda belirttiğimiz gibi halk şiiri – kolektif zihnin şiiri dahi olsa, incelikli ve efor gerektiren bir “şey” olmalı. Anlamak için birikim lazımdır, zevk lazımdır; bu birikim ve zevkin edinilmesi için de efor. Hem anlam göndermelerinin anlaşılması için, hem şairin yeteneğini konuşturduğu form ve ses oyunlarının hakkının teslimi için. Yalnızca “imge” düşlemek yeterli değildir, herkes imge düşleyebilir, fakat pek azımız alelade sahneleri bile imgeye dönüştürüp şiirle “anlatabilir”. Sıra dışı imgeler düşlemeye çalışmak, bunlarla bezeli metinler yaratmak için uğraşmak şair olmamanın göstergesidir. Tabii kimi şairlerin imgeleri sıra dışıdır, fakat kastettiğim zorakilik, sunilik.
Kendimce bir şiir seçkisi yapıp paylaşmak, o şiirlere dair yorum yaparak “iyi şiir”e dair görüşlerimi derlemek amacıyla yola çıkmıştım. Fakat olmadı; yine de yazının sonuna on beş adet “iyi şiir” koyuyorum. Bunlar benim için “en iyi on beş şiir” değil, en sevdiğim on beş şiir de. Yalnızca, farklı özellikleriyle, sırf şiir zevki için değil, şiirden anlamayı öğrenmek için okunması gerektiğini düşündüğüm, ilk aklıma gelen on beş şiir. Dimağını bu şiirlerle zenginleştiren, bunlar üzerinde çalışan birisi, iyi “şiir okuru” olur; şairlik emareleri gösteriyorsa da, iyi şair.
Attila İlhan – Ah
Yahya Kemal – Vuslat
Faruk Nafiz Çamlıbel – Onlar
Necati Bey – Döne Döne
Nedim – Haddeden geçmiş nezaket
Ahmed Arif – Ay Karanlık
Ramiz Rövşen – Güzgü
Hakan İlhan Kurt – Osman Batur Betiği
Cahit Sıtkı Tarancı – Madem ki Vakit Akşam
Nazım Hikmet Ran – Cemil Ölürken
Vehbi Kızılgün – 10 Kasım 1952
Aşık Reyhani – Bahar Gelsin Şu Dağlara Gideyim
Şehriyar – Getme Tersa Balası
Abdurrahim Karakoç – Beklemek
Namık Kemal – Hürriyet Kasidesi
M. Bahadırhan Dinçaslan