Bizde tuhaf bir gelenek var, “inanmış adam” olmak bizde iltifattır. Birinin inanmış olması, onun meziyeti olarak görülür. Hatta bir adamın fikirlerine eleştiri getirdiğinizde, sevenleri yahut sempatizanları “ama inanmış adamdı” diyerek savunurlar.
İntihar komandolarının hepsi inanmıştır. Bir büyükelçiyi kaçırıp, sıkışınca göz kırpmadan infaz eden manyaklar, inanmış komünistlerdi. Milyonlarca insanı açlıktan kırıp geçiren Stalin, gayet inanmış bir komünistti; kaleminden çıkanları okursanız hiç de “iktidara geleyim de zevk için eziyet edeyim” diyen bir adam manzarası görmezsiniz, inanmış bir komünist görürsünüz. FETÖcüler inanmış adamlardı, askerlerimizi yakan IŞİDciler inanmış adamlardı, onları huri beklediğine inanıyorlardı.
Demek, inanmış adam olmak tek başına iyi bir meziyet olarak gösterilemez; hatta diyebiliriz ki insanları en menfur cinayetleri işlemeye, en akıl almaz işkenceleri uygulamaya, muhatabını insan olarak görmemeyi başarıp, kan kokusundan, iç organdan çıkan buğudan tiksinmeden hunharca kasaplık etmeye sevk edebilen yegane güç inanmış olmaktır. Ancak inanmış adamlar bunu başarabilirler; nefret ettiğim onca insan var, vaktiyle Atsız’ın Önkuzu cinayetinde işaret ettiği gibi, bir sinir anında silahımı çekip katil olabilirim, evet. Fakat sonrasında her şeye rağmen pişman olur, kendimi katil ettiğim için üzülürüm. Fakat kimsenin ciğerlerine hava basıp işkence edemem. Çünkü aklımın gerisinde bir yerde muhatabımın, nefret objemin dahi insan olduğuna dair bir ses sürekli konuşur durur, ancak güçlü bir inanç o sesi bastırabilir. Ancak o, ağlayan, yalvaran, çığlık atan bir insana eziyet etmeye devam ettirebilir. Kendinin üstün olduğuna inanç, karşındakinin insan olmadığına inanç, bir yüce değer uğruna bazı canların feda edilebilir olduğuna dair inanç (…), bir şekilde ancak inancın gücü, insanı hakikatten koparır ve hem kendinin, hem karşısındakinin insan olduğunu unutturur.
Öyleyse, bir insanın ölüm orucuna yatabilmesi, davasına bu kadar inanmış olması bizim için referans değildir. DHKP-C üyelerinin trajik ölümleri, ancak salt inancın tehlikelerine dair birer vesikadır. Diğer yandan, mesele “devletimiz oley!” holiganlarının anlayamayacağı kadar derin bir soruna işaret ediyor: Devletin moral üstünlüğü yitirmesi. İnanmış militanlar, bu süreci hızlandıracak eylemler yapıyorlar, terörist militanlara karşı olduklarını beyan edenlerinse bu derin soruna aldırış ettiği yok.
Devleti, devletli yaşamı, kurumları, kanunları teröristten üstün kılan özellikler vardır, mesela herkese işliyor olmaları. Ayrıcalık gözetmemeleri. Ülkede, açıkça biliyoruz ki, bir kız çocuğunun ölümü şüpheliyse ve dahli olanlar AKP’liyse, her türlü dosya kararır. Netameli bir konuya dair görüş bildiren adam, sırf görüş bildirdiği için terörist, dış güçlerin maşası, ajan vs. ilan edilir. Bir yabancı ülkenin başkanıyla yapılan görüşmeden sonra terörist addedilen bir adam hemen, üstelik bağımsız olması gereken yargının siyasetten anında talimat aldığını ispat edecek şekilde salınıyorsa, o ülkede hukuktan, adaletten söz etmek mümkün değildir. Hukuk diye bir şey yok demektir.
Öyleyse, “adil yargılanmak istiyorum” gibi bir ifadeyle ortaya çıkan ve bunun için ölüm orucu uygulayacağını beyan eden militanın karşısında çaresizsindir. Bütün dünyada bu olay, Türkiye’deki kokuşmuşluğun bir belgesi, hürriyet mücadelesi için kendini feda eden bir post-modern “şehit”in portresi olarak algılanır. Bunun böyle olup olmadığı konumuz değil; oluşacak intiba budur.
Bizler teröristlerle farklı takım tuttuğumuz için savaşmıyoruz. Teröristlerin post-modern feodal yapıları, hakim oldukları yerde ve insanlarda bir zulüm ağı yaratıyor, üstelik kendi çıkarları için yaptıkları bütün eylemlerde, bırak Türkiye Cumhuriyeti yasalarını, insanoğlunun bütün evrensel kabul görmüş haklarını ve şerefini çiğniyorlar diye savaşıyoruz. Yani haklılığımızı biz devlet olduğumuz, onlar devlet olmadığı için devşirmiyoruz; haklılığımızı anayasal düzenden, evrensel değerlere uygun yapılmış (olması gereken) yasalara bağlı yaşadığımız için alıyoruz.
Bu iş, Süleyman Soylu hayranlarının “vur reis teröriste, gebersin it” sığlığının kontrolüne geçti. Mesela, hukuk felsefesinde temel bir kaide vardır: Cezalar çeşitli ve orantılı değilse, suçluyu ağır suça teşvik edersin. Hırsızlığın da, tecavüzün de cezası ölümse, eve giren hırsız bir de tecavüz eder, nasılsa ölecektir. O yüzden, mesela terör propagandası yapana 5 yıl verirsin de, örgüt üyesine 10 yıl, eylem yapan üyeye 15 yıl, cinayet işleyen üyeye ağırlaştırılmış müebbet verirsin. Bunu yapmazsan, bütün mensupları cinayet işlemeye sevk edersin, hiçbir örgütün hayal edemeyeceği kadar adanmış militanlar elde edersin. Yani bu iş, “terörü destekleyen herkese ölüm!” tweetleri atanların anlayabileceği, çözebileceği bir iş değil. Ama karmaşık bir iş de değil; zaten asırların tecrübesinden süzülüp gelen hukuk bunu görmüş, farklı yaptırımlar uygulamış.
AKP’nin kendi iktidarını sürdürebilmek için adaleti, hukuku, yargının bağımsızlığını, şeffaflığını büsbütün rafa kaldırması, devletin anlamını yitirmesi demek. Bu, aynı zamanda, aklıselim bir Türk milliyetçisi olan bendenizin, mesela, vicdan sahibi olduğum için, DHKP-C propagandasına tam karşı çıkamamam anlamına geliyor. Çünkü “adil yargılanmak istiyorum” diye bir iddia var ve ben çıkıp göğsümü gere gere “yargımız adildir, şeffaftır” diyemiyorum. Gireceğim her tartışmadan yenik çıkacağım; “eehh, gebersin köpek” diyecek tıynette bir adam da değilim. Ne yapacağım?
Kurumlara ve değerlere duyulan güven ve aidiyet büsbütün yitirilmek üzere. Örgütler de bundan faydalanıyor. Aynı dertten mustarip insanların git gide, derece derece örgütlerin propagandasına ikna olmaya başlaması kaçınılmaz. Oğlunu AKP ilçe başkanının yeğeni trafik tartışmasında dövdüyse ve başına bir iş gelmediyse, neden bunlardan intikam alacağını söyleyen adamlara destek vermeyesin? Bir iftira sonucu hapis yattıysan, derdini anlatana kadar yıllar geçtiyse, maddi manevi zarara uğradıysan, “adil yargılanmak istiyorum” diyen ve bu isteğini ölüm orucunun neticesiyle sansürün ötesine geçip duyurabilen “inanmış örgüt militanı”na sempati beslemez misin?
Tweet atanlar gözaltına alınıyorsa, herkesin çevresinde fikirleri yüzünden saldırıya yahut hukuki yaptırıma uğrayan en az bir kişi varsa, insanlar neden “devletimiz, milletimiz, ülkemiz” demeye devam etsinler? İnsanları bir arada tutan bağlar, bizzat o bağların ilmeğini örenler tarafından baltalanıyorsa, ortak değerler bir azınlığa hizmet eder hale geliyorsa, milletin ve bayrağın anlamı kalır mı?
Hele, yarın devran dönerse? AKP’nin saçma, yanlış ve hatta ürkütücü politikaları, “as gitsin reis, döv gitsin reis” gevşekliği ve popülistliği yüzünden, yarın FETÖcüler hürriyet kahramanları olarak geri gelirlerse? PKK’lılar, dün çözüm süreci sayesinde kazandıkları meşruiyeti iyice pekiştirirler, Türkiye’deki yığınla insan hakları ihlalini delil olarak gösterip, mesnetsiz iddialarına, ıslak düşlerine dünya kamuoyunu ve hatta bizleri ikna ederlerse? Bütün bu süreçten sonra, bir kriz yahut çöküş nedeniyle halk galeyana gelir, bambaşka ve mevcut popülizmin tam zıddı bir intikam popülizmine sahip iktidar imkanlara kavuşur da, savcı Kiraz’ın katillerinin heykellerini, “onurlu avukatlar” yaftasıyla adliyelerimize dikerse?
Ben bundan korkuyorum. Ölüp giden inanmış militana üzülmüyorum, zaten herkesi favori terör örgütünün öldürmesi taraftarıyım ve örgüt emriyle kendini öldüren militan bu dileğimi yerine getirmiş oluyor. Ama ben, bu örgütlerle savunduğum saf arasında bir fark olsun, sırf hasbelkader Alevi değilim diye başka saf tutmuş olmayayım, haklı ve doğru olduğu için devlet yanında durmuş olayım ve derdimi bir Alevi’ye anlatabileyim istiyorum. AKP’nin devleti, hukuku, yargısı, dünyası buna izin vermiyor. Devletin dibinde bir dinamit var ve AKP’nin popülist cüssesinin yarattığı sıklet kabaran dalgayı çok uzun süre bastıramaz. Evrensel ve kör kalması gereken kurum ve değerleri kendilerine hizmet eder hale getirdiler, hallerinden de memnunlar, ancak bilmiyorlar ki, bu yolla kendilerini teröristlere eşitliyorlar.
İnancın kötülüğünden bahsettim, ama her zaman kötü değildir, göstermek istediğim, ölüm orucuyla “inanmış olduğunu” ispatlayanların bu inanç gösterileri üzerinden onları aklamak, kahraman göstermek isteyenlerin mantıksızlığıydı. Ancak inancın şu yönü de var: Değerlere de inanılır. İnsanlara inanacak değer bırakmıyorlar. Güvenecek kurum bırakmıyorlar. Hani, şeriatçılarda bazı kurallar vardır ya, mesela rejim şeriat rejimi değilse bazı günahlar caiz olur, bazı farzlar da hükümsüz sayılır. Bunun gibi, adalete güven yoksa, adaletin ayrıcalıklı olanlara hizmet ettiği aşikar ise, gözünü “reis sevdası” ve “düşman nefreti” bürümemiş bencileyin sıradan vatandaşlar gözünde, ölen kadın “büsbütün haksız” değil, karşısına rahatça çıkılabilecek bir “düşman” değil.
Haklı olabilmemiz için, devletin devlet gibi olmasını sağlamak lazım, fakat mücadele ettiğimiz canavar devleti hizmetkarın yapınca sağladığın nimetleri öyle bir gösterdi ki, korkum, muhaliflerin de gözlerini karartıp, aynısını isteyecekleri bir günün gelmesi. Ümit ediyorum ki, neden haklı, neden üstün, neden güzel olduğumuzu; nasıl haklı, nasıl üstün, nasıl güzel olacağımızı tez elden hatırlarız.
Yoksa bu çirkinliği kullananlar, en temel değerlerin dibine dinamit lokumlarını yerleştirdiler bile. Tekil vakalar sayıp geçiyoruz, ama biriktiğinde bambaşka bir çığ olup bildiğimiz her şeyi dümdüz edebilir.
M. Bahadırhan Dinçaslan