Kıymetli hocam İskender Öksüz bir yazı yazdı, “Vaaz Verenler ve Soru Soranlar”; soruları olmayan bir toplum olduğumuza dikkat çekti. Bu konuda epeydir sohbet ederiz ve “Ignoramus” devrimini ondan öğrendim. Zihin dünyamda bu meseleye kafa yorarken ben de geçenlerde fark ettim ki, erişimime açık olan Türk müellifli makale ve tezlerin hemen hepsi ya derleme, ya karşılaştırma yahut benzer içeriklerden ibaretti. Çok az makalede gereksiz formalitelerle uğraşmayıp soru soran ve akademi-içi kaygıları gözetmeden hakikati bulmak adına çaba sarf ederek kalem oynatan akademisyen görüyordum.
Bunu Türk akademisyenlerin daha akılsız yahut donuk zekalı olmalarına bağlamıyorum. Hayır, akademinin mevcut yapısına bağlıyorum. Akademiye girmek ve varlığınızı sürdürmek doğru sorular sormanıza bağlı değilse, doğal seleksiyon bu özellikle uğraşmaz. Bu özelliği geliştirmek için bir neden yoktur – ancak belli formaliteleri yerine getirdikten sonra makamını ve geçimini garantiye almış bir akademisyen, içinde enerji kaldıysa, soru sormaya ve ufuk açıcı cevaplar bulmaya başlayabilir. Daha önceleri bu arayışa giren genç akademisyenlerin çoğu hocalarının duvarlarına toslayacaktır.
Çocukken böyle değildik oysa – çocuklar doğaları gereği sürekli soru sorarlar. İlk sorularını, hatta, muhtemelen burunları ve elleriyle sorarlar: Dokunduğum annem midir? Bu onun kokusu mudur? Çocuk beyni sürekli soru sormaya programlanmıştır; çocuklar soru sorarlar, hayal kurarlar ve teyit ararlar. Bu hayal yetenekleri, mesela, muhtemelen evrimde avantaj kazandırıyordur: Bu sayede tecrübe etmelerine gerek kalmadan önceki nesillerin tecrübelerini edinmeleri mümkün olur. Hayallerindeki senaryoyu “büyükler”e sorduklarında aldıkları cevaplar bir tecrübe aktarımı içerir; aynı zamanda çocuğun beynini düzenli olarak formatlar. Bu cevaplara göre çocuk ya tecrübelerle pekiştirilmiş bir pragmatizm ve isabetlilikle sormaya ve artık “hipotez” olabilecek “rasyonel hayaller” kurmaya devam eder, yahut tatmin olur ve bırakır.
Pekala neden sorusuz bir milletiz? Öksüz’le bu meseleyi konuştuğumuzda “sağı, solu yok, her yerde bu hakim” demişti, yazıda da bunu vurguluyor zaten. Ben “sorunumuz Türk olmak” dediğimde ise kızdı, şaka yollu dahi olsa Türklere hakaret ettirmiyor. Fakat bu hususta ısrarcıyım: Soru soramamamızın sebebi Türklüğümüzdür. Ülkeye hakim olan kültürdür; üstelik bu kültürün alt şubeleri büyük oranda erimiş, yok olmuş halde. Elit yok, şehirli yok, ilginç ve “müspet” alt-kültür grupları yok denecek kadar az. 100 yıl önce soru soran okumuşumuz daha fazlaydı, git gide azalmasının sebebi bir vasatta tektipleşen kültürümüzdür.
Çocuk meselesini özellikle açtım – Türklerin çocuk yetiştirme tarzlarının çok kusurlu olduğunu düşünüyorum. Stanley Coopersmith öz-saygı (self-esteem) üzerine meşhur tezlerini ortaya atarken evvela bunun çocuklardaki temellerine eğilmiş. 4 önemli kategoride dört soruya verilen cevapların sağlıklı bir öz-saygıya sahip çocuk gelişimi için işaretçi olduğunu söylemiş:
Önem: Birisi için önemli miyim?
Yeterlik: Bir işte iyi miyim?
Güç: Dünyamı etkileyebilir miyim?
Erdem: İyi bir insan mıyım?
Çocukların çocukluk ve ergenlik çağlarında bu soruya verdikleri cevaplar bileşke olarak sonraki dönemlerinde öz-saygı sahibi olup olmayacaklarını belirliyor. Türkiye’de “beyaz” aileler çocuklarının bu soruya “evet” cevabı vermesi için ellerinden geleni yaparlar ancak cevabın gerçekten evet olmasını umursamazlar. Yani çocuk ailesinin gözünde dünyanın merkezidir, her işte iyidir, her istediği yerine getirilir ve dünyalar tatlısıdır. Fakat çocuk o fanustan çıkar çıkmaz bunların yanlışlandığını görür: Herhangi biridir, matematiği zannettiğinden zayıftır, hemen her meselede yalnız “maruz kalır” ve bununla baş etmek için yaptığı ahlaksızlıkları maskelese de içten içe haset dolu bir insan haline geldiğini kendisi bilir. Bu yüzden yetişkin olduklarında öz-saygıları yoktur, zira bu soruların cevabının doğruluğunu neye göre ölçecekleri onlara öğretilmemiştir, yalnızca “önemlisin, iyisin, hoşsun” demek yeterli görülmüştür.
Üstelik bu iş ailelerde de bitmez, Jock Wong, Child-raising Values and Practices: Looking from the Inside başlıklı makalesinde ailelerin yanında bizzat dilin ve sonra kültürün de etkili olduğuna isabetle dikkat çekiyor. Öyle ya, sözgelimi aile çocuğa aksi istikamette bir eğitim de verse, mesela dildeki deyimler onu etkileyecektir: Elle gelen düğün bayram ise, çocuk kalabalığa karışarak anonimliğin rahatlığına sığınmayı tercih edecektir. El etek öpmekten dudak aşınmıyorsa, çocuğa dik durmayı öğretseniz de dalkavuk olmayı seçebilir. Yalan söylemek, ahlaksızlık, yolsuzluk vs. bütün çocukluğu ve gençliği boyunca televizyondan izlediği siyasilerin ancak ödüllendirilmesiyle sonuçlanıyorsa, bu hakim kültür çocuğu buna itecektir.
Bütün dinler soru sorma meselesinde sorunludurlar; vaktiyle sorulmuş soruların cevaplarını aktarmayı tercih ederler; yeni sorular dinler için sevimsizdir. Tanrının gözü, kulağı yahut istiva etmesi gibi Kuran’da geçen kavramları sorarsanız, mesela, Maliki gibi mezhep imamları sizi azarlayıp kovarlar. “İdrak-i meali bu küçük akla gerekmez / Zira bu terazi bu kadar sıkleti çekmez” ifadesi bütün dinlerin yaklaşımının özüdür. Fakat dinlerin kültürü etkileyen özellikleri, en azından din-dışı alanlarda soru sormak için gereken cesaret miktarını da belirler: Tanrının oğlunun “senin için” kurban edildiğini düşünüyorsan kendini biraz daha özel ve önemli hissedersin, cesaret etmen daha kolaydır. Tanrının bir başkasının yüzü suyu hürmetine seni yarattığını düşünüyorsan, bu çok daha zorlaşır.
Beyaz ailelerden uzaklaşıp kırsal-geleneksel ailelere geldiğimizde tablo daha da vahim, bunu da eklemek gerekiyor. Bu ailelerin çocukları önemli hissetmiyorlar, sürekli aşağılanıyorlar, sürekli sınırlanıyorlar ve erdem namına “büyüğe saygı ve itaat” dışında hiçbir eğitimden geçmiyorlar. Şu halde manzara bu: Bir yanda el bebek gül bebek yetişirken ölçünün ne olduğuna dair bilgilenmemiş, bu yüzden öz-saygısını sürekli konfor alanında kalarak koruyabilen yahut koruyamadığı için silikleşen, durgunlaşan çocuklar, diğer yanda ezilmiş, birey kimliği oluşmamış bir “ünite”den ibaret çocuklar. Bunlardan ilki için soruların cevapları konfor alanındadır, kendisindedir. Cevap aramaya ihtiyaç duymaz. Diğeri içinse “soru sorma!” emri izini bırakmıştır, kadim cevaplar anne-babasından gördüğü üzere yeterlidir, yeni sorular sormak “icat çıkarmak”tır, “eski köye yeni adet”tir. Kadim ne ola ki? “Kadim odur ki, evvelini bilir kimse olmaya.”
Şu halde Türkiye’ye bakınca soru sormayı engelleyen yığınla unsur görüyorum. Çocuklarımızı kötü yetiştiriyoruz; soru sorma kurumlarımız olan siyaset ve akademi dahi, soru sormayı, cevap aramayı değil, kadim cevaplarla yetinmeyi özendiriyor, seçiyor, ödüllendiriyor. Kültürümüz bu yönde – elini çözen Kurtkayalar yahut aklına zafer payını getirmeden memleket yoluna kurban olanlar, soru soran, cevap arayan, kuşkucu, meydan okuyucu ve rekabetçi bir ortam yaratamıyorlar. Elbette soru sormamak bazen haslettir, bazen cevaba rağmen hareket etmek de – fakat bunları erdemli kılan da arkasında soru olmasıdır. Cephede şehit olan gencin kudsiyeti, kaçınca canını kurtaracağını bilmesine rağmen orada durmayı seçmesindedir; orada durmaya programlı bir robot olsaydı şehit falan olmazdı.
Hülasa, tespitlerimiz kadar nedeni aramak ve çözüm sunmak da önemli: Evet, soru sormuyoruz. Fakat buna sebep olan nedir? Bir anda mı oldu? Bir süredir mi? Yoksa köklü meselelerimizden biri mi? Ben bu sonuncusu olduğunu düşünüyor ve çözümü Atatürk’ün “yeni sosyete” ifadesinde arıyorum.
M. Bahadırhan Dinçaslan