Bir süre evvel fark ettim ki, 7 yaşımda ezberlediğim şiir hala aklımda, 11-12 yaşlarımda ezberlediğim metinler de öyle. 10’lu yaşların sonu, 20’li yaşların başında yatılı okumaktan ve sair nedenlerden kişisel bilgisayarımın olmadığı ve durmadan kitap okuduğum dönemde okuduğum her şey, neredeyse sayfa numarasına varana dek aklımda. On yılı aşkın süre önce dinlediğim bir türkünün kaydını arıyordum, türkünün sözlerini bir çırpıda yazıverdim; sevdiğim şarkılara eşlik etmeden dinleyemediğim için dil bilmediğim halde Almanca, Latince, hatta Oksitanca şarkı sözlerini ezbere biliyorum. Fakat epey bir süredir hemen hiçbir şeyi ezberleyemiyorum; zihnimi yokladığımda yalnızca anahtar kelimeler çıkıyor.
İstanbul’a, üç yıl yatılı okuduğum Nevşehir’den gitmiştim. Evvelini de Kayseri’de geçirmiş bir genç olarak, bir caddeden ibaret şehirden kalkıp İstanbul’a gidiyordum… Şöyle düşününce, İstanbul’a alışmam, yolları, semtleri öğrenmem 6 ayımı almıştır en fazla. (Hiç yaşamadığım ve işimin düşmediği Anadolu yakası hariç) Gidiş gelişim yılda bir ikiye düştü, fakat şimdi dahi İstanbul’u ziyaret ettiğimde gideceğim yeri çok rahat bulabiliyorum. Fakat Ankara’ya taşınalı beş yıl oldu, hala şehri öğrenmiş değilim, her gün kullandığım güzergahın dışına çıkınca mutlaka telefondan navigasyonu açmam gerekiyor.
Evet, zihnimin dijital aletlere ve internete entegre olduğunu böyle fark ettim. Kişisel bilgisayarım olduğunda ve hem iş hem merak icabı sürekli bilgisayarla vakit geçirmeye başladığımda, zihnim bir süre sonra şunu fark etti: Ezberlemek zorunda değilsin. Anahtar sözcükleri ezberle, basit bir Google araması aradığın metni hemen getirsin. Okuduğum ve faydalı bulduğum metnin aramada onun çıkmasını sağlayacak kısımlarını hafızaya aldığımı, gerisini “yerden kazanmak için” istesem de ezberleyemediğimi fark ettim. Şehir de öyle; İstanbul’da şahsi aracım yoktu. Ankara’da oldu, olur olmaz rutin güzergahın dışına çıkmaya başladığımda navigasyon kullandım ve sonuç bu: İstanbul’dan kat kat küçük bir şehrin haritasını yıllardır yaşamama rağmen zihnimde oturtamıyorum.
Gece avlanan canlılar için gözün “ana hatları” algılaması daha önemlidir; alacakaranlıkta renkleri ve dokuyu net algılayacak bir göze yatırım yapmak gereksizdir, israftır. Av hayvanları için hareketi algılamak hayatidir ancak derinlik çok önemli değildir: Hareket gördüğünde kaçma dürtüsünün tetiklenmesi yeterlidir. İnsanoğlu da böyle, içinde yaşadığımız dünya zihnimizi şekillendiriyor. İzafi yönlerin olmadığı, günlük konuşmada sürekli objektif yönlerin, yani kuzey-güney-doğu-batının kullanıldığı Aborjin kültüründe, mesela, insanlar bir binaya girdiklerinde dahi nerenin kuzey, nerenin doğu olduğunu biliyorlar. Yaşamı internet ve bilgisayarla iç içe geçmiş insanın da beyni böyle şekilleniyor: Beynimiz artık Google algoritmasıyla çalışıyor ve birçok işi taşerona veriyor: Navigasyon aletine verdiğimiz yön hissi ve yön bulma işlevi gibi. (Uzun yıllar pilotluk yapmış dayıma navigasyon cihazının “kuzeydoğu yönünde ilerleyin” demesi üzerine aletle kavga etmesini ve “kuzeydoğuyu bilsem ben zaten giderim” deyişini gülümseyerek hatırlıyorum.)
Öğrenme biçimimizde köklü bir değişiklik olan “anahtar sözcükle öğrenme” meselesinin yalnızca bana mı has olduğunu, yoksa yaygın bir olgu mu olduğunu araştırınca literatürde epey bir çalışmayla karşılaştım. İlk tespit muazzam: Uzun vadeli hafızayı neredeyse büsbütün Google’a devretmiş durumdayız. Bu gençler için geçerli; eh gidişat yaşlıların ölmesi ve gençlerin yaşlanması yönünde olduğu için, çok kısa bir süre sonra dünyanın büyük bir kısmı için geçerli olacak. Her “anı”yı Instagram gibi mecralarda paylaştığımızdan, paylaşmayı tercih etmediğimiz anıları unutmaya daha yatkın olabilir miyiz sorusu aklıma ilk gelen sorulardan. İnternetin “yerlisi” olmayan yaş grubunda olan kesimlerin, mesela, interneti kitap yahut gazete okur gibi kullandıklarını, fakat internetin yerlisi olan yaş gruplarının yalnızca internet ortamına has beyin etkinlikleri gösterdiklerini görüyoruz. İnternette gördüğü her bilgiyi gerçek zanneden 60 yaş üstü insanlarla dalga geçiyoruz; ancak aslında onlar okuduklarını daha ciddiye alıyorlar. İnternetin yerlilerinde “odaklanma” sorunu var; aynı anda çok fazla etkileşime, bildirime ve mesaja maruz kaldıklarından, hepsine maruz kalma ancak hiçbirine odaklanmama onlarda yaygın bir davranış; daha yaşlı olanlarsa eski alışkanlıklarını internete taşıdıklarından gelen bildirimlere aynı anda değil, sırayla ve odaklanarak tepki veriyorlar. Üstelik internet çağı gençlerinin sosyal medyada geliştirdiği bu “multi-tasking” yeteneği, sosyal medya dışındaki ortamlarda işlevsiz kalıyor.
Arkadaşlarımızın adlarını hatırlarız, fakat Twitter yahut Instagram kullanıcı adlarını hatırlıyor muyuz? Üstelik onlar da sık sık bu adları değiştirirken! Önceki paragrafta sözgelimi Instagram’da paylaştığımız bir anıyı hatırlamaya daha meyyal olabilir miyiz diye sormuştum; zira hafızamızı internete ve sosyal medyaya devrediyoruz ve “önemli” bulduğumuzu beynimizde değil, orada depoluyoruz. Bazı araştırmalar tam tersini söylüyor, bir sanat eserini izleyenlerle, fotoğrafını çekenler arasında o eseri hatırlamaya ilişkin belirgin bir fark var. Eseri izleyenler, eserin görüntüsüyle ilgili sorulara daha net cevaplar veriyorlar, fotoğrafını çekenlerde (eserin bir parçasına “zoom” yaparak çekenler hariç) cevaplar daha az isabetli.
Sosyal medya, tabii, dile de etki ediyor ve bu etki yalnızca ARO, LOL, WTF, BSG, AMK gibi kısaltmaların yahut sosyal medyada yan anlam kazanmış “troll” gibi sözcüklerin kelime haznesine ve yazı diline girmesiyle sınırlı değil. Doğrudan gramer etkileniyor; Türkiye’deki “…yoklaması” kalıbını düşünün. Cümle öğeleri kullanımdan düşüyor, eskiden mesajı “kodlayan” gramer öğelerinin yerini, herkesin bildiği ve anlamı üzerine uzlaştığı “mem”ler alıyor: “yoklaması” ifadesi tek başına anlamsız bir sözcükten ibaret, ancak sosyal medya kullanıcıları için anlamlı. Bu elbette geleneksel haliyle dilde de vardır, ancak sosyal medyada bu tür kullanıma günlük dilden çok daha sık rastlanıyor – bir sanat yahut istisna değil, iletişimin kendisi. Çok uzun bir süredir karakter kısıtlamasıyla karşı karşıyayız: Eskiden standart SMS ücretinin alınacağı karakter sayısı belliydi ve insanlar sesli harfleri kullanmadan mesaj atma yolunu seçmişlerdi. Bugün Twitter karakter sayısı sınırlaması yapan tek büyük platform, ancak bir başka sınırlama da iletişimin anlığı ile ilgili: Artık birbirimize uzun mesajlar yazmıyor, karşılıklı sohbeti simüle edebilmek için kısa, emojilerle desteklenmiş ve hemen cevap bekleyen mesajlar yazıyoruz. Bu elbette imlayı ve kelime haznesini etkilediği kadar grameri de etkiliyor: Literatürdeki araştırmalar genelde imla ve kelime haznesine odaklanmış durumda, fakat bir deney yapılsa yoğun sosyal medya kullanımının bazı gramer fonksiyonlarından vazgeçme, bazılarını alışıldık işlevlerinin dışında kullanma alışkanlığı getirdiği ortaya çıkar diye düşünüyorum. “Ay ben şok” ifadesi yalnızca “şımarık yuppie kız taklidi yapan” insanların kullandığı bir ifade olarak kalmıyor, beyin bir defa dili böyle kullanmaya alışınca gündelik hayatta da böyle konuşmaya başlıyor. Dil düşünce tarzını ve kalitesini etkilediğine göre, düşünmeyi beceremeyen nesiller yaratıyoruz demektir: İnternet, içine doğanların değil, ona sonradan intibak edenlerin daha verimli kullandığı bir düzlem.
Bu meselenin neticelerine dair bir kanaate varmak için erken; ancak uzun vadeli hafızanın zayıflaması, odaklanmanın çok bildirimli bir mecrada beyin tarafından kasten bastırılması ve içeriğin önemsizleşmesi, bana gelecek nesilleri bir öğrenme güçlüğü bekliyor diye düşündürdü. Makineyi kullanırken makinenin algoritmasına göre (kendimle ilgili verdiğim örnekte, anahtar kelimelerle) düşünmek kulağa pek zararlı gelmiyor olabilir, ancak öğrenme büsbütün makinenin işleyişine göre sınırlanır ve buna göre şekillenirse, kısa vadeli hafızasıyla anlık tepkiler veren ve dürtüleriyle güdülen bir güruha dönüşmemiz işten değildir. Şu halde lise çağına dek çocukları sosyal medya ve “internet araştırması”ndan uzak tutup, eski usulde “öğrenme” melekeleri gelişene dek bağnazlık etmek şimdilik en makul yol gibi; zira internet öncesi dönemde öğrenme sistematiği edinenlerin interneti “yeterince tanıdıktan sonra” çok daha verimli bir öğrenme süreci sağladıklarını görüyoruz. Zira zeka ile hafıza arasında mutlak bir ilişki var ve tembelleşen hafıza, keskin bir zekayı doğuracak gibi görünmüyor.
Yoksa, trrrrummm, trak tiki tak – sonumuz makinalaşmak.
M. Bahadırhan Dinçaslan