Geçtiğimiz günlerde sosyal medyada bir tartışmaya denk geldim: Türk aile yapısı iyi midir, kötü müdür? Bir yandan Türk aile yapısını eleştirenler ve daha da öteye gidip aile kavramının kötü/gereksiz olduğunu öne sürenler, diğer yanda onları kötü ailelerde yetişmiş olmak ve kendi tecrübelerini bütün Türkiye’ye teşmil etmekle itham edenler…
Şöyle bir düşününce, zihnimde bazı sahneler belirdi. Bunların ilki, yatılı okuduğumuz bir okulda veli toplantısı sahnesi. Birkaç sarkık bıyıklı baba okulun bulunduğu şehre gelmişlerdi, geldiklerinde kızlarının etek boyu bir anda uzayıvermişti. “Solcu” addettiğimiz ve hatta bu yüzden sevmediğimiz babaların kızlarıysa aynı etek boyuyla karşılamışlardı velilerini. Kızları bir şeyle itham etmiyorum; bu onların geliştirdiği başa çıkma yöntemi. Ancak üzülmüştüm, benim kızım benim yanımda başka, ben yokken başka olsun istemezdim. Babanın kurduğu aşırı baskı, kızı böyle bir başa çıkma yöntemine itmişti. Daha az baskı olduğundaysa, daha dürüst ve sağlıklı bir iletişim mümkün oluyordu.
İkinci sahne, geçenlerde basına yansıyan bir dayak vakası. Liseli bir kız çocuğu, yaşıtı erkek arkadaşından epey uysal bir şekilde dayak yiyordu. Zira muhtemelen babasından ve belki ağabeyinden de dayak yiyordu, erkekten dayak yemek onun zihninde normaldi. Ailesinden “kimse seni dövemez, kimse sana dokunamaz” fikrini almış olsaydı, bu sahnenin yaşanma ihtimali düşecekti.
Üçüncü sahne, yine bir haberden. Genç bir kızın fotoğrafları çekiliyor ve ailesine söyleyemediği için istismara uğruyor, sonu trajediyle bitiyor. Kendimi kızın babasının yerine koydum: Kızını bu kadar korkutmasaydı, kızı hata yapmış olsa da onunla paylaşabilseydi, sonunda istismara uğramayacak ve trajik bir neticeyle hayatı sonlanmayacaktı.
Evet, şahitliklerim doğrultusunda söyleyebilirim ki Türk ailesi çok sıkıntılıdır. Özellikle kız çocuklarımız için: Oğlanın da maruz kaldığı yanlışlık ve olumsuzluklar var, fakat kız çocuğu maruz kalmanın çok ötesinde bir mağduriyet yaşar. Kız çocuğunun birey olmasının önündeki duvarlar daha serttir. Aile, çocuklarını malı olarak görür; onlara yaşamla baş edebilecek yetilerle donatacağı yavrular olarak değil, ailenin –ve genellikle aile reisinin- malı olarak bakar ve aile içi eğitimde birincil hedef aile ve onun çevresindeki kültürün arzu ettiği itaatkarlıkta “mensup”lar yetiştirmektir. Tam olarak bu yüzden sürü hayvanı gibi davranırız; medeni cesaretimiz azdır, utangaç, çekingen oluruz, ancak kalabalıkla aynı doğrultuda hareket ettiğimizi düşündüğümüzde canavarlaşmamız da çok kolaydır.
Bir süredir yazılarımda Türk kültürünün çok sorunlu olduğunu yazar dururum. Bütün sınıflandırma ölçütlerine göre Türk kültürü cehennem gibidir: Yüksek bağlamlı, kolektifçi, belirsizlikten aşırı kaçınmacı, dişil, güç aralığı yüksek (…) bir kültürüz. Bu kültürün kuluçkası ailedir ve Türk ailesi henüz modern şehir yaşantısının gerektirdiği kültürel kodları geliştirememiştir. Zira hızlı ve yoğun gerçekleşen köyden kente göç sürecinde köylü nüfusuyla arasındaki makas, şehirlinin köylüye rol-modellik yapmasını engellemiştir. İstanbul ve İzmir hariç birçok şehrimizin de evvelden beri köy azmanı olduğu düşünülünce bu çarpıklık daha iyi anlaşılır. Son halde, elimizde biçimsel olarak şehre benzeyen ama içeriğinin ne idüğü meçhul yaşam alanlarında, oraya da ait olmayan, ait olduğu yerle rabıtasını da koparmış bir kültürle yaşayan yığınlar var.
Literatür bize farklı kültürlerin farklı çocuk yetiştirme tarzları olduğunu söylüyor. Sözgelimi Çinli bir ailede “münasip” bir çocuk yetiştirmek “başarılı” bir çocuk yetiştirmekten daha önemli – ABD’de ise tam tersi. Türkiye de böyle; çocuklar ailelerine çok “bağımlı” (bağlı değil, dikkat ediniz) ve bu bağımlılık yetişkin olunduğunda başka adreslerde tatmin arayışına yöneltiyor: Tarikate, cemaate, futbol takımına, arkadaş grubuna, sevgilisine, siyasi parti liderine bağımlı insanlar yaratıyoruz.
Aile bizim için toplumun bir bileşeni değil; toplumun zıttı yahut rakibi. Sosyal ilişkilerimizi ancak aileyi kafamızda biraz daha genişletip aile işlevlerini atfederek kurabiliyoruz: Klan dönemi kalıntısı olan bir gelenekte jenerik yaşlı erkeğe “amca”, jenerik yaşlı kadına “teyze” dememiz biraz bu yüzden. Dahil olduğumuz gruplar büyük aileler oluyor; o gruplara has başka bağ türleri, aidiyet şuurları ve işlevler olması gerektiğini fark edemiyoruz. Patronumuz babamız olmak zorunda kalıyor, kadın siyasetçiler ana-abla rolü kesiyor. “Arkadaşlık” ilişkisi bile kuramıyoruz, arkadaşlarımızla ailede kurduğumuz bağları kurmaya çalışıyor ve başarısız oldukça büyük şoklar yaşıyoruz. Evlilik ilişkilerimizde dahi karşı cinste ebeveynimizden birini arıyoruz: Erkekler onları paşa gibi hissettiren annelerini, kadınlar –ilk planda zayıf olmalarının müsebbibi olmasını akıllarına getirmeden- zayıflıklarına rağmen onları “dışarıdan koruyan” babalarını arıyorlar.
Bunun çözümü şüphesiz uzunca bir süredir savunduğum “kültür savaşı” yahut kültür dönüşümü hamlesidir. Türk kültürünün değişmesi gerekiyor, bu değişimi gerçekleştirmeye muktedir olanlar da, kültürün DNA’sı olan etno-sembolleri kullanan milliyetçilerdir. Bunun gerçekleşmesi için, herhalde, git gide şehirli davranış kodlarını benimsemeye başladığını gördüğümüz genç neslin aileler kurmasını bekleyeceğiz. Zira bizim nesil duruşunu çoğu zaman “aileye rağmen” kazandı: Dini görüşü, kıyafeti, siyasi tutumu, eğlence anlayışı yahut kariyer hedeflerini çoğu zaman ailesiyle çatışarak, bazen yukarıdaki genç kız örneğindeki gibi tuhaf ve maalesef sevimsiz kaçış/baş etme yöntemleri geliştirerek, bazen saklanarak oluşturdu. Oluşturamayanların sayısı da hayli fazla, ancak kendi şehrinin dışında üniversite okuma gerçeği bu hususta çok önemli bir rol oynadı: Fiziken bir arada olmayış bu çatışmanın altsoy lehine sonlanmasında etkili oldu.
Şu halde, bu nesil aile kurduğunda, sözgelimi, kız çocuğunun kıyafetine daha az müdahil olacak: Hem baba için kıyafetler normalleşmiş olacak, hem de anne gençliğinde o kıyafeti giymiş olacak. Eğer tam evlilik çağında eski güvenli ve erkeği kayıran zihniyete rücu eden erkekler çoğalmazlarsa, özellikle kız çocuklarının daha sağlıklı ortamlarda büyüyeceğini ve gelişeceğini düşünüyorum. Öyle ya da böyle tahsil ve meslek sahibi annelerse, hayattaki bütün eksiklik ve engellenmişliklerini erkek çocuklarını şımartmak suretiyle gidermeyecekler.
Bunun ötesinde, aile kurumu haddizatında en hayati müessesemizdir. Aile yapımızın bozuk olması, aile kavramına düşmanlıkla sonuçlanmamalı – aksine, doğru aileye dair perspektif geliştirmekle sonuçlanmalı. Ne yapmamamız gerektiğini biliyoruz – şansımız budur. Bu satırların yazarı aile bakımından çok şanslıydı; fakat akranlarımın yaşadığı talihsizliklere şahit oldum, mesela. Ailenin yaşaması gereken dönüşümlerin en önemlisi, onu yukarıda bahsettiğim “toplumun zıttı” konumundan kurtarmaktır. Aile, toplumun bileşenine dönüşmek zorundadır; bireyleri topluma “münasip olmak” zaviyesinden değil, “başarılı olmak” zaviyesinden hazırlayan bir yapıtaşına dönüşmelidir. Toplumun gerçekten bir “cemiyet” olabilmesi, büyük ve patriarkal bir aile, anonimleştiren bir cemaat olmaktan kurtulması için bu elzem. Bu ancak sağlıklı iletişim kurabilen ebeveynin çocuk büyüttüğü aileyle mümkün olur. Yeni ailelerde özellikle güç aralığı düşmeli, çocuk erken yaşlarda birey olduğunu kavramalı, kontrollü şekilde sorumluluk ve inisiyatif alabilmeli, aileyle ilişkisini model ve rehber işlevi üzerinden kurmalıdır; sahip ve çoban değil.
Yoksa, seni “yabancıya dövdürmeyen” ama karşılığında seni dövebilen “geleneksel aile” yarattığı kısır döngüyle çok Tayyip Erdoğanlar yaratacak.
M. Bahadırhan Dinçaslan