Sevgili kaari,
Belki fark etmişsindir, TamgaTürk’te bir Portreler kısmı var. Kah bilindik, kah tozlu sayfalarda unutulmuş, yad edeni kalmamış ama mutlaka Türklüğe hizmeti dokunmuş insanları işliyoruz. Politik yazılarıma alıştın belki, bir hedefi, işlevi olan, bir neticeye ulaşan yazılarıma; bu defa öyle değil. Bir aralık yazdığım hasbıhal yazıları nevinden bir yazı bu, aklıma bir adam düştü, onun unutulmuşluğu ve hatırsız kalışlığı üzerinden hiçbir neticeye varmadan mektupvari bir yazı kaleme almak istedim.
İsmi Hüseyin Musa Bay. Hüseyinzade Bay Musa, Hüseyin Musabayev şeklinde anıldığı da vaki. Zannediyorum soyadları Musa – Çin (ve aslında eski Türk) usulünce yazınca Musa’yı başa alıyorlar, Rus usulünde yazınca Musabayev yapıyorlar. Kardeşi Musa Bahaeddin Bay, oğlu Musa Sabit Bay.
Birinci Dünya Savaşı sonunda en önemli meselelerden birisi Türk harp esirleriydi. Hele Bolşevik darbesinden sonra işler iyice sarpa sarmıştı; Türk esirlerin iaşesi bozulan devlet düzeni sebebiyle temin edilemiyor, çoğu küçük kampta yerli halkın saldırılarına uğruyorlardı. Açlıktan ve hastalıktan ölüyorlar, muhatap dahi bulamıyorlardı: Bolşevik darbesinden az bir süre sonra Osmanlı da fiilen yıkılmıştı. İşte bu dönemde Türk esirlerine yardım edenler Kırım ve Kazan Tatarları başta olmak üzere Rus işgali altında yaşayan diğer Türklerdi: Bugün severek andığımız birçok büyüğümüzün ilk “milliyetçi eylem”leri, aslında bu esirlere yardım cemiyetleri kurmak olmuştu. Bu cemiyetler Kızılay gibi çalışıp esirlere iaşe sağlıyor, fırsat bulduğundaysa esirlerin Türkiye’ye yahut Türkiye’ye ulaşabilecekleri başka bir ülkeye kaçmalarını sağlıyorlardı.
En zorlu kamplarsa tahmin edebileceğin gibi Sibirya’daydı. Uralların doğusundaki kamplarda sefalet kol gezdiği gibi, Türkiye’ye kaçmak fiziken imkansız gibiydi. İşte bu esnada onlara uzanan bir el oldu, bu el çok sonraları menfur Gulca Katliamı’yla hatırlayacağımız Gulca şehrinde yaşayan Hüseyin Musa Bay’ın eliydi. Hüseyin Musa Bay, Doğu Türkistan’daki eğitimsizlikten mustaripti, örnek bir burjuva olarak zenginliğini milletinin kalkınmasına vakfediyor, mayalanan milli şuuru desteklemek için elinden geleni yapıyordu. Kendi imkanlarıyla, genellikle yörede yaşayan Kırgızların yardımıyla kaçan ve Afganistan üzerinden Türkiye’ye geçmeye çalışan Türk esirleri için Musa Bay’ın evi bir dinlenme tesisi vazifesi görüyordu. Daha 1916’da Adil Hikmet Bey’in yolu arkadaşlarıyla Doğu Türkistan’a kaçak olarak düştüğünde Musa Bay’ın evinde bir ay dinlendiklerini kaydediyor. Dönemin esirlerinin yazdıkları hemen bütün hatıratlarda, Musa Bay adından hürmetle bahsedilen bir adam. Bu esirlerin bazılarına fırsat buluncaya dek Doğu Türkistan’da kalma teklifi yapan Musa Bay, bu sayede özellikle subayların öğretmenlik yaparak bölge Türklüğünün yeniden şuurlanmasını sağlıyor, Türk Dünyası kardeşliğini pekiştirdiği gibi, subayların kaçış için para biriktirmesine de vesile oluyordu. Öyle ki, TBMM bu subayların öğretmenlik yaptığı süreyi “görevden sayma”yı ve ödenek çıkarmayı dahi gündeme almıştır.
Kendisinin adına ilk rastlayışım İsa Yusuf Alptekin’in hatıratındadır. Dönemin vefasını şöyle kaydediyor Alptekin:
Sabah Gazetesi’nin Başyazarı Hüseyin Cahit Yalçın’ı gördük. Yine gazetede bir yetkili olan Cemalettin Saraçoğlu’nu gördük. O, çekmecesini açtı. Birçok mektup çıkardı. “Sarıkamış’ta esir düşüp sonradan Sibirya’ya sürgün edilen Türkleri sizin İli vilayetindeki Hüseyin Musa Bay adındaki zengin bir adam kaçırıp bütün ihtiyacını karşılayarak Türkiye’ye göndermiş. Bu mektuplar o Türklerin attığı mektuplardır. Ben bunları yazarsam Hüseyin Musa Bay’a ve ailesine bir zarar gelebilir diye neşretmedim. Siz ne dersiniz?” diye sordu. Yanımda Sabit Musa Bay vardı. Gazeteye onunla birlikte gitmiştik. Şu zat onun oğlu dedim, Sabit Musa Bay’ı göstererek. Yazıp yazamayacağını ondan sordu. Oğlu “Biraz yazabilirsiniz” dedi. Sonradan gazetede biraz yazı çıktı.
Uzak diyarlara sürülen esir soydaşına sahip çıkan Türk ve o esirlerin memleketinde bu hikayeyi yazmaktan imtina etmesinin yegane sebebi soydaşını koruma kaygısı olan gazeteci… Şimdiyle karşılaştırınca nasıl yüksek bir seciye!
Aklıma -hep düştüğü gibi- bir Karaçay ağıdı düşüyor: Karaçaylar Türkistan içlerine sürüldüklerinde Kırgızlar ve Kazaklar onlara yardım etmişler. Ağıtta “Kırgız, Kazak konak kibik kördügüz / Kıyın künde bizge hörmet berdigiz” diyor. Sonunda da sürgünün bitiminde Kırgız, Kazak topraklarında kalan kabirleri onlara emanet ederek bitiriyor.
Türk tarihi böyle adamlarla doludur. Hele kıyıma uğradığımız dönemler… Sayısız adsız kahraman ya bir esiri kaçırmış, ya birini saklamış, ya bir sabotaj faaliyeti yürütmüş; mutlaka soydaşına destek olmuştur. Bugünlerde eski dağınık halin getirdiği "uzaktaki kardeşe hürmetkar tavır" yok, Türkçü olduğunu iddia eden gençler dahi “Turancılık” aleyhine konuşabiliyorlar. “Oralarda” da durum pek iç açıcı değil, zira Turan idealinin “çocukluğu” geride kaldı. Ömer Seyfettin’in ölümsüz satırları sık sık aklıma düşer: Ve kavmiyetimizden, hadsî Türklükten uzaklaştıkça daha müteaffin derinlerine yuvarlandığımız karanlık uçurumun, bu ahlâksızlık ve bozukluk, vefasızlık ve hodkâmlık, âdilik ve miskinlik cehenneminin dibinde meyus ve sartlaşmış kıvranırken saf ve nurdan mazi, kaybolmuş bir cennetin hakikatten uzak bir serabı hâlinde karşımda açılır... Beni müteselli ve mesut eder. Saatlerce Mıstık’ın hatırasıyla, bu muazzez ve necip matemin eskiyip unutuldukça daha ziyade kıymeti artan tatlı ve mahzun acısıyla mütelezziz olurum…
Benim Mıstık’ım da böyle adamlar ve böyle adamları öğrenmeme vesile olan “Türkeş çevresi”dir işte. Zaman dilimi olarak da çocukluğuma tekabül eder: Annemin elinden tutup gittiğim her etkinlikte, babamdan öykü olarak dinlediğim her olayda geçen isimleri bir bir aklıma kazır, ne idüklerini öğrenmeye çalışırdım. Sonuç da bu oldu: Türk Dünyası’na dair müthiş bir hassasiyet. Esir Türkler Davası’na adanmışlık… Hoş, bu küçük varlığımı büsbütün vakfetsem ne olur? Ne kadar faydam olur, bilmiyorum. Ama bu vakfedişin bana faydası vardır: Soykırımdan kurtulan ailemin bir cüzüne açılan kucak Türkiye’deydi. Bu kucağa bir tür borç ödemek, belki de.
Dedim ya, Turan ideali çocukluğunu geride bıraktı. Fakat büyüyüp pek adam olmuşa benzemiyor; hayırsız ve hayta bir delikanlılık sürüyor. Belki ilerleyen yıllarda tarihin ona vereceği acı dersler hizaya gelmesini sağlayacaktır – hepimizin ergenliği utanacağı işlerle doludur öyle ya. Dışarıdan Turan fikrine edilen düşmanlığı anlıyorum, fakat içeride düzeltmemiz gereken o kadar mesele var ki, bu ergenlik çağında en çok uğraşmamız gereken yine Turancılardır.
Hüseyin Musa Bay’a dönelim. Yukarıda alıntıladığım ağıda da dönelim aynı anda. Sevgili ev arkadaşım Ömer Faruk Engin’e dert yandığım bir akşamı hatırlıyorum. Bu ağıdı dinleyerek eve yürümüştüm – ne zaman dinlesem gözlerim dolar. Bırak Turancıları, Karaçayların bile bilmediği, kimsenin umursamadığı bir ağıt. Atanın ağıdını hatırlayan kimse kalmayınca ata gerçekten ölür derler, büyük tarihin bu küçük sayfasında yaşanan acıları umursuyor ve bu ağıdı dinliyor, ezberliyordum. Ancak kimselerle paylaşmadığım bir önemseyişti bu; tamam, kimsenin hayatının merkezine bunları koymasını bekleyemeyiz ama… Dünyada birçok facia bilinirken ben Ürkün’le ilgili yeni makale çıksın diye yıllarca bekliyordum, Finlandiya'ya giden Türk gemisini karşılayan Fin Tatarlarına dair bilgi bulmaya çalışıyordum, Karaçayların unutulmuş ağıtlarını gündeme getirmeye uğraşıyor ve birkaç kişiden akis alabiliyordum yalnızca. Bunları anlattım – Ömer de her zamanki bilgeliği ve yalınlığıyla -o, sancta simplicitas!- “Yapacak bir şey yok abi, biz umursayacağız.” demişti. Musa Bay da öyle, kesemizden vereceğimiz 100 lira bile nefsimize ağır gelirken yüzlerce esire kesesinden bakan adam; bugün adını birkaç tarihçi, torunları ve Doğu Türkistan davasının ihtiyarlarından başka kimse hatırlamıyor.
Biz de mi böyle olacağız? Bizim çilemiz de, fedakarlığımız da bunların çok gerisindedir şüphe yok. Fakat neticede biz de aynı dertle dertleniyor ve küçük hayatlarımızdan küçük fedakarlıklar yapıyoruz. Bu soru aklımıza geliyor elbette, gelmesi ayıp değil. İnsan “dûnun, esafilin” neşvesi arşa yükselirken her gün farklı bir ajan ithamıyla, farklı bir iftirayla karşılaştıkça bunu düşünüyor. Bütün samimiyetimize ve adanmışlığımıza rağmen, evet, biz de böyle olacağız.
Yine de, eşim ve birkaç arkadaşım şahit, akşam vakti çeviri yaparken bir kelime aklıma bambaşka birini getirdi. Kelimeden savrularak gittiğim adam Memduh Şevket Esendal’dı. Kendisinin Esir Türklerle ilişkisini pek bilmeyiz. Aldım Alptekin’in kitabını, Esendal’ın geçtiği yeri buldum. Kurcalarken Musa Bay’ı yeniden gördüm; ilk okuduğumda da ilgimi çekmişti ama, bu defa üzerine yazmak istedim; kimse için bir önemi yoksa da, benim kişisel dinimde bir azizdi çünkü. Saatlerce hakkında daha fazla bilgi aradım, sırf içinde bir cümlede adı geçiyor diye birkaç e-kitap satın aldım. Onu önemsedim. Bir avuç gencin ağabeyliği ve bir avuç yoldaşın kardeşliğinden başka serveti ve hükmü olmayan Bahadırhan’ın önemsemesi bir kıymet ifade etmese de, ne yapalım, elimden gelen buydu. Saatlerimi ona vakfettim, zamandan kıymetli vakıf malı mı var? Malazgirt'te Türklere yardım eden Kürt süvarileri bile anlatılırken ve kendine milyonlarca kulak bulurken, biz yine kimsenin dinlemeye talip olmadığı hikayeler anlatalım.
İşte benim tesellim bu. Muvaffak olamasak bile bir kardeş mesaj atacak, yıllar sonra, vaktiyle yazdığın bir yazının tesirini sana anlatan bir dostun yüzünü güldürecek. Nihayet huysuz ve nemrut bir ihtiyar olarak büyük bir hayal kırıklığıyla öldüğünde, kimsecikler adını anmasa bile, yıllar sonra bir yerde Bahadırhan adını gören bir başka Bahadırhan, iki satır olsun seninle ilgili yazacak.
Seni seviyorum sevgili kaari. Bizler bu yoldan ayrılmayalım. Biliyorum, işin duygusal cihetini yazmak benim huyum değil, sen de alışık değilsin. Neden ayrılmamamız gerektiğinin kendimce rasyonel sebeplerini yazmak daha benlik. Ama bu defa böyle olsun. Hüseyin Musa Bay’ın ruhu şad olsun.
M. Bahadırhan Dinçaslan