İstanbul’a geldiğim ilk yıllarda Mustafa Yıldızdoğan’ın “Abi” şarkısında gibi hissetmiştim – içimi parçalayarak tramvayda “kriz” geçiren vatandaşın aslında bir dolandırıcı olduğunu hemen oracıkta GBT sorgusu yapan polis göstermişti mesela. Yahut, çok acelem varken bir durakta yerde yatarken gördüğüm ve yoklayıp neyinin olduğunu sormadığım için yol boyu vicdanıma yük olan vatandaşın, yaklaşık yarım saat sonra aynı duraktan geri dönerken hala yerde yattığını ve ölmüş olduğunu öğrenerek şok olmuştum: Ben de, başkaları da onun için durmamıştık ve adamın cesedi yarım saat boyunca orada kalmıştı.
Geçenlerde TamgaTürk için yaptığımız mülakatta, yurt dışına göçen genç Türklerin ekseriyetinin maddi kaygılardan çok “ortalama Türk”e olan inançlarını kaybederek gittiklerini gözlemledim. Sonra kendime sordum: Ben ortalama Türk’e inanıyor muyum? Daha önemlisi, güveniyor muyum? Cevap maalesef hayır ve güvensiz bir toplumun sosyal sermayesini kaybedeceğini sevgili hocam İskender Öksüz bir süre önce peşpeşe yazılarla çok güzel anlattı.
Birkaç gün önce Ekşi Sözlük’te gördüğüm “arkadaş için kredi çekmek” temalı başlıktan beri bunun üzerine düşünüyorum. Evet, ortalama Türk benim için hala menfi ama yakın dostlarım için kredi çekebilirim ve birbirimize sürekli borç alıp verdiğimiz küçük bir dost grubumuz var. Başlıkta yazılanlara bakılırsa, pek çokları bırak kredi çekmeyi, borç vermenin bile iyi olmadığını söylüyor. Bu yazıyı yazmadan önce sosyal medya takipçilerime sordum, onlar da baskın bir şekilde “yakın dost için kredi çekmem” dediler. Sorun insanların “başkası” için kredi çekmeye yanaşmaması değil, “yakın dost” ifadesinde: Dostluk, demek ki, artık güven ortamı sağlayan bir bağ olmaktan çıkmış, bir nevi dostluk tenzil-i rütbeye uğramış, daha sıradan ve sathi bir meseleye dönüşmüş.
Güveni meselesini irdelemek gerekiyor – güven nedir? Güvenden bahsedebilmemiz için ortada bir “belirsizlik” olması gerekir, eğer yoksa güvenden bahsedemeyiz. Bu belirsizlik bir “risk”tir ve güvenen insan sair sebeplerden bu riski “başkasına endeksli olarak almayı” ve bir süre için savunmasız-zarara açık olmayı kabul eder. Bunu mümkün kılanın ne olduğuna dair literatürde epey tartışma var, fakat bendeniz “cemiyet”i mümkün kılanın insanın “kötülüğü” olduğuna epeydir kani olmuş bir adam olarak caydırıcılık meselesinin üzerinde duruyorum. Evet, güven caydırıcılık varsa mümkün oluyor gibi: Yanlış yaptığında toplumdan dışlanma, dayak yeme, cezaya uğrama ihtimallerin yüksekse yanlış yapmaktan kaçınıyorsun ve bu insanların birbirine daha kolay güvenebilmelerini sağlıyor. Birinin ev adresini biliyorsan güvenmeye meyyal oluyorsun, annesiyle oturmuşluğun varsa da; güveni mümkün kılan cemiyetin ta kendisi, zira bahsettiğim caydırıcılık zaten birçok uyum davranışının ortaya çıkmasına da neden oluyor. Güven elbette tecrübeyi de gündemine alır: Bir kez güveni kırılmış bir insan, bundan sonraki güven senaryolarında daha temkinli olmayı tercih edecektir.
Şu halde Türkiye’de “ötekine güven” neden bu kadar düşük? Bu benim iddiam değil, yapılan her istatistik çalışmasında Türkiye’de “diğer insanlara güven” oranı çok düşük çıkıyor. Bunu herhalde “göç”le açıklamak lazım: Türkiye’de 1950’li yıllardan bu yana ivme kazanmış ve TÜİK’e göre halen devam eden köyden kente – küçük kentten büyük kente göç var. Köyde birine bir kez yanlış yapabilirsiniz, ikinci kez kandırma şansınız yok. Ancak büyük kentlerde, hele İstanbul gibi “anonimleşme”nin mümkün olduğu kentlerde insanları sayısız kereler kandırabilirsiniz. Bu kentlere göçen insanların hepsi çevrelerine karşı “şüpheci”ler, insanların onlara yanlış yapması halinde bir bedel ödemeyeceklerini biliyorlar ve belirsizlikten kaçınma içgüdüleri yüksek olduğundan, güvenmemeyi tercih ediyorlar. Hatta, diyebiliriz ki, herkes birbirine karşı şüpheci olduğundan, bir tür oyun teorisi modellemesi gibi, “kazık yeme ihtimalim çok yüksek, öyleyse herkesten önce davranıp ben kazık atayım” fikri artık içgüdümüzdür.
Gerçek bir şehirlinin durumu köyden biraz daha farklıdır: Aileyle ilişkileri köydeki gibi değilse de, çekirdek ailesi güçlüdür ve arkadaş çevresi istikrarlıdır. Bu çevre ister iş çevresi olsun, ister okul arkadaşlığı çevresi, hareketliliğin, değişimin az olduğu, ilişkilerin uzun soluklu kurulduğu çevrelerdir; yaşam alanı bile nesilden nesile çok az değişir. Böyle “istikrar adaları”nda güven ilişkisi kurmak daha kolaydır.
İşin kültür tarafı da var elbette. Sık sık değindiğim Hofstede ve Hall’un kuramlarına atıf yapan bir makaleye denk geldim: Kolektifçi, yüksek bağlamlı ve belirsizlikten kaçınmacı bir kültürü olan Meksikalılar için, ABD’lilere nazaran; 1. Güven ilişkisi kurmakta insani ilişkilerin bağlamı beklendiği üzere daha önemli 2. Kendi kültürlerine mensup biriyle karşılaştırılınca “yabancı”ya kazık atmaları daha kolay.
Elimizde, öyleyse, birbirine hiç güvenmeyen ve sürekli kazık yemeyi beklediği için erken davranıp kazık atmaya hazır, istikrarlı ve uzun soluklu ilişkiler kuramadığı için güven ilişkisi kurması kumar oynamasıyla eşdeğerli hale gelen yığınlar var. Üstelik bu güvensizlik ortamı (buna kurumsal güvensizlik de dahildir; yalnız göç değil, Türkiye’nin epey uzun süreden beri güven ve güvenlik hissini yaratması gereken kurumları bunun aksine çalıştığından devletin işleyişinin yarattığı güven sorunu problemi de var.) diğer kavramları da bozuyor gibi: Yakın dost, aslında ihtiyacı olduğunda onun için kredi çekebileceğimiz, yani riske girebileceğimiz insanı tarif etmeli, fakat büyük ölçekteki bozunma, demek ki küçük konfor ve istikrar adalarını da etkiliyor.
Dünyada da durum aşağı yukarı öyledir ama, bizi doğrudan etkilediğinden ölçeği Türkiye’de tutup söylemek lazım: İnanılmaz yalnızlaşmış bir topluma dönüşüyoruz. Bu yalnızlaşma bireyleşmeyi getirmiyor: Şüpheci, korkak, yalnız ve tehdit altında hisseden, bu yüzden hırçınlaşmış ve gözükara çıkarcılaşmış insanlar bir yalnızlar güruhu içinde anonimleşiyorlar. Sorumluluk almak, varlık ve tavır göstermek, zorunlu olmayan hallerde “birlikte iş yapabilmek” imkansız hale geliyor. Öyle ya, birlikte iş yapmak işyerinin, devletin, askerliğin vs. zorlaması nedeniyle değilse, ancak güvenle mümkündür.
Bu durum Türkiye’nin asıl sorunu olan kültürel yozlaşma ve çirkinleşmenin asıl müsebbibi. Bütün kurumları etkiliyor: Yeni kurulan partilere bakın. Bu partilerdeki skandallar, kavgalar, hayal kırıklıkları; bunların hepsinin kök nedeni insanların güvensiz oluşu ve bunun getirdiği hastalıkların yarattığı tepkilerden kaynaklanıyor. Küçük ve yalnız hayatında güvensiz hisseden insanlar, bu yüzden psikolojilerini sorunlu bir şekilde rahatlatan diktaya yöneliyorlar: Kimse yanındakiyle ilişki kurmuyor, “en tepedeki”yle hastalıklı ve pornografik bir tatmin ilişkisi kurarak bir tür suskunluk sarmalına hapsoluyor.
Bunun aksine kendi küçük çevrem haricinde, büyük ölçekte hiç şahit oldum mu diye düşünüyorum. Aklıma yalnız Gezi geliyor. Gezi’deki ruh ve enerji, bu ülkenin yaşanır olmasını sağlayabilecek yegane hasletleri içinde barındırıyordu. Fakat oradaki çocuklar git gide bu yalnızlaşma ve anonimleşme eliyle seri malı tiplere dönüştüler mi, yoksa hala içlerindeki mayayı, tohumu muhafaza ediyorlar mı, bilmiyorum.
M. Bahadırhan Dinçaslan