Türkiye’de "fiili İslam"ın güzel bir orta yolu vardı: İnsanlar içki içerler, herhangi bir insan gibi yaşarlar ancak dinlerini kültürel bir motif olarak hayatlarının bir köşesinde tutarlardı. Popüler kültürde de böyle işlenirdi: Dinin yazılı emir ve yasaklarına uymayan bir aileyi dizilerde izlerdik, fakat aynı aile Ramazan Bayramı’nı -Osmanlılarda olduğu gibi- Şeker Bayramı diye kutlar, yahut falanca evliyanın yatırını ziyaret ederken ailedeki kadın başını örterdi. Bunun nedeni "müphemlik" diye tanımlanabilir: İnsanlar inançları ve yaşamları arasındaki ilişkisizliği, hatta çelişkiyi tanımlamaya kalkmıyorlar, müphem bırakıyorlardı. Bunun yarattığı bilişsel çelişkiyi ise (Bkz: 5 İlginç Deney) yeni bir kültürel din tarifi yaparak çözüyorlardı: "Benim göğnüm güzel."
Thomas Bauer’in Müphemlik Kültürü ve İslam kitabı beni epey etkiledi; çoğu yerde eleştirilerim olsa da. O eleştiriyi uzunca bir analizle kaleme almak niyetindeyken, sosyal medyada bir tartışma gördüm: "Başörtülü genç kızlar flört ediyorlar, içki içiyorlar, makyaj yapıyorlar… Bu iki yüzlülüktür." diyenler ve karşı çıkanlar. Aynı tartışmanın ekşi sözlük gibi diğer mecralara taşındığını da gördüm. Bunun "müphemlik" ile ilgili olduğunu düşünüyorum: Kültür müphemdir, din değildir.
Evet, kültür çok sayıda eğilimi (disposition) içererek evrilir ve içerebildiği, içinde barındırabildiği sürece kültür olma özelliğini muhafaza eder. Fakat din böyle değildir: Bir "kod"u ve "mod"u dayatır, benimsenip kültürün bir öğesi olarak işlenmeye başladığında bunu kaybetse de, yazılı hali, yahut "hakiki hali" her zaman dayatmacı ve tek eğilimcidir. (En azından tek tanrılı, örgütlü Sami dinler için. Çok tanrılı ve pagan dinler için vaziyet başka, ilginç bir okuma olarak Bkz: OdoMarquard: İlkeselliğe Veda, Çoktanrıcılığa Övgü) Bu bakımdan çelişkiler içeren bir inanç-davranış denkleminin kültürel olarak yaşatılabilmesi mümkündür, ancak dini açıdan mümkün değildir ve hatta din bu pratiği "münafıklık" olarak görüp men eder.
Türkiye’de İslamcıların iktidara gelmesiyle bu kültürel müphemlik ve bilişsel çelişkiyi gideren "kültürel din" büyük yaralar aldı, zira AKP insanlara bir tercih zorunluluğu dayattı: Ya Cuma’ya gideceksin, ya içki içeceksin. İkisi birlikte olmaz. İnsanların büyük kısmı, bu basit örnekte, Cuma’ya gitmeyi tercih ettiler; içki içmeyi tercih edenlerse tercih zorunluluğunun git gide yaygınlaşması sebebiyle deizme, ateizme yöneldiler. (Bu Türkiye’ye mahsus değil, yalnız dinci iktidarlar yüzünden de ortaya çıkmıyor. Modern ve post-modern yaşamın dinlerin içine sığmaması ama dinlerin hitap ettiği işlevlerin insan psikolojisinde devam etmesi sebebiyle dünyanın birçok yerinde gençler deistleşiyor, yahut MoralisticTherapeutic Deist oluyorlar.)
Öte yandan, birçok faktör "Cuma’ya gitmeyi tercih edenler" mahallesinin içinden mezkur çelişkiyi barındıran insanlar, özellikle gençler çıkmasına neden oldu. Evvela, zenginleşen AKP’liler için "takva" eskisi kadar kolay olmadı, hele onların çocukları için: Köyden kente göçmüş, fakir ve aşağı olmasının nedenini kafirlerin oyununa bağlayarak İslamcı olmuş anne-babaların, böyle bir bahaneye ihtiyaç duymayan ve dünyanın sunduğu nimetleri elde etme imkanı olan, akranlarına sürekli özenen çocukları… Bu kesimin çoğundan, itiraf etmek gerekir ki, iğreniyorum. Zira her insanın doğal ve gerekli ihtiyacı olan birçok eğlenceyi ancak "zengin"lerin elde edebildiği bir Türkiye’yi bu şekilde inşa ettiler. Topluma sürekli içkiyi, flörtü, makyajı, eğlenceyi (…) olumsuz olarak anlattılar, bunu kabullenen yığınları marabaları edip ağalığına soyundular, bu sayede ganimet elde ettiler ve o ganimeti kötü diye anlattıkları ne varsa onun güzelliğini tatmak için harcadılar. Bunu yaparken "yahu ben bundan bu kadar zevk alıyorsam, demek bu iyi bir şey. İmkanlarım da var, etik olanı yapıp bu işlerin yeniden normalleşmesi için çalışayım" demediler, kendilerine sakladılar. Bundan daha namussuz bir tavır düşünemiyorum.
Fakat bir zümre daha var ki, kalbim ve zihnim onlara vaktiyle AKP’nin yaptığı tercih zorunluluğunu dayatmanın çok mahzurlu olduğunu söylüyor. Ailesi, çevresi, mahallesi nedeniyle "muhafazakar semboller"le büyümüş, onları benimsemiş, ancak genelgeçer güzellik kriterlerine, çevresinde akan seküler dünyanın güzelliklerine imrenen kitleler – AKP zenginleri değil, sıradan insanlar. Özellikle genç kızlar: Genç kızların üzerindeki "güzel olma baskısı" her zaman genç erkekler üzerindeki "yakışıklı olma baskısı"ndan büyüktür. (Bunun nedenleri bu yazının konusu değil.) Şu halde, ister kendi iradesiyle, ister ailesinin zoruyla başını örtmüş bir genç kızın aynı zamanda güzel olmak istemesi yanlış değildir. Bir sevgilisinin olması yanlış değildir; aksine sağlıklı olandır. İçki içmesi yanlış değildir, insanoğlu "insan" olduğundan beri sarhoşluk veren içecekler üretip içiyor, zira içinde bulunduğu korkunç dünyayı unutmanın en az maliyetli, en az zararlı ve en keyifli yolu bu. Üstelik bu eylemi, yukarıdaki paragraflarda bahsettiğim "müphem kültür"e geri dönüşe bir yol yapıyor, dinin bu kadar belirleyici olmadığı, kültürel bir motif olduğu zihin formasyonuna. Buna dönmek herkesin tek tip bir inanç-davranış "mod"una mecbur edilmesiyle değil, çelişkileri felsefi temelleri zayıfsa da toplumsal faydası yüksek bir müphemlikle gideren bir kültürle mümkün olacak.
Ancak bu genç kızlar sayesinde şeytanlaştırılan birçok motifin, davranışın, inancın, fikrin ve nesnenin şeytan olmadığını anlatabileceğimiz bir "kitle" ortaya çıkabilecek. Ancak onlar sayesinde İslam’ı teolojik bir mesele olarak değil, ontolojik bir mesele olarak ele alabileceğiz – vaktiyle Gökalp’ın yaptığı gibi mesela.
Böyle bir yazı yazarken dürüst olmak gerekiyor; ben başörtüsünün epey korkunç bir egemenlik aracı, pek menfi bir sembol olduğunu düşünüyorum. Ancak şunu da biliyorum ki, Hume’un dediği gibi, insanoğlu rasyonel ve tutarlı değildir. Çelişkilerle, hatta çatışmalarla örülü bir zihni vardır. Pek azımız bunun farkına varır, entelektüel bir yolculuğa çıkarız, ancak bunun farkına varmamak bizi insanlıktan ıskat etmez. Üstelik o yolculuğa çıkanlar da, bariz çelişkilerini giderseler dahi çoğu alanda çelişik kalmaya devam ederler: Bana sorarsanız "yalan söylemem" derim, fakat söylüyorum ve her söylediğimde bir bahanem vardır. Öyleyse işe "fayda" cihetinden bakmak lazım: Başörtülü kızların böyle bir geçişkenlik yakalaması güzel değil mi? Üstelik, "bizim savunduğumuz"un doğru olduğunun bir ispatı değil mi? Bu insanlara kızarak, onlara "kendi dinlerini öğreterek" elimize hiçbir şey geçmeyecek; fakat onların bu hibrit fenomenini anlamaya çalışırsak yepyeni bir zihin düzlemi yaratmayı başarabileceğiz.
Durduğumuz pozisyonun doğru olduğuna inanıyorsak, o pozisyonlara yakınsayan insanları, çoğu zaman rasyonel gerekçeler ve temellere dayanmayan; aile bağlarını, büyütülme şeklini, hatıraları, dünyayı idrak penceresini (…) içeren ve hemen her tür ideolojiden çok daha bağlayıcı, çok daha etkileyici olan dinlerine rasyonellik ve tutarlılık gerekçeleriyle saldırarak eski pozisyonlarına itmek ne kadar akıllıca? Üstelik dinler kendi rasyonel eksikliklerinin ve hatta yanlışlarının, çelişkilerinin farkına bizim 20 yaşındaki sosyal medya kullanıcılarından çok daha önce vardılar ve kendilerince tevil ettiler; Hıristiyan konsülleri ve bizim mezhep imamlarının kütüphaneler dolduracak tartışmaları felsefe yahut rasyonalite nazarından bu çelişkileri veya eksikleri çözemedilerse bile, "müşteriler nezdinde" çözdüler, zira insanların dine ihtiyaçları vardı, inanmak istiyorlardı. Çelişkileri gösterdiğinizde "inanç"ı yenemezsiniz, genelde pekiştirirsiniz: o çelişkiyi bir şekilde gidermek için inanç daha işlenmiş, girift, derin bir hale gelir.
Bazı çelişkiler güzeldir.
M. Bahadırhan Dinçaslan