Siyaseti çocukluğumdan beri yapıyorum denebilir – anne babamın çevresinde şahit olduğum konuşmalara sürekli dahil olan biraz ukala bir çocuktum. Sonraları onların gençlik hikayelerine özenip lisede “teşkilatçılığa” başladım. Fakat mevcut hikayeler, yönetim mekanizmaları ve “fikrimsi”ler bana uymadığından, üniversite yıllarımdan itibaren kendi görüşlerimi yansıtan ve örgütlü bir siyaset peşinde koştum. Öyle büyük ağlar, yapılar kurabildiğim söylenemez, ancak bugünlerde küçük küçük de olsa ilgi çeken, adından söz ettiren bir yeni milliyetçi akımın, topluluğun yahut cemiyetin kurucularından oldum diyebilirim, bununla iftihar da ediyorum.
Tabii bu süreç beni “parti siyaseti”ne de taşıdı. Mevcut koşullarda siyasetin aktörleri partilerdir, “aman partilerden uzak duralım” tavrı benlik olmadığı gibi, zihnimde oldukça olumsuz çağrışımlar yapıyor. Şartlar olgunlaşınca, doğrusunun o olduğuna inandığım için benim gibi düşünen mezkur milliyetçileri temsilen İYİ Parti’de GİK üyesi oldum, çok kısa bir süre sonra istifa ettim. Akabinde bir süre daha Genel Başkan danışmanlığı yaptım, ondan da istifa ettim. Resmi süreç kısa olsa da Ankara’ya taşınmış olmamın da etkisiyle siyasetin irili ufaklı aktörlerini tanıdım. Şöyle baktığımda, HDP hariç bütün partilerin Genel Başkanları, divan üyeleri, vekilleri vs. ile uzun uzun mesai yapmışlığım, yahut sohbet etmişliğim, hiç değilse ayaküstü tanışıp “informal” ortamlarda onlarla konuşmuşluğum oldu. Yaş aldıkça kendimle barışıyorum, kabul etmeliyim ki biraz “eksantrik” bir adamım, kendi şartlarım ve zeminimde bir arada bulunmadığım sürece insanlara uyum sağlamakta zorlanıyorum. O yüzden iyi gözlem yapabildiğimi düşünüyorum, biraz sınıfın dışlanan çocuğu gibi kendi dünyama kapanıp uzun uzun birçok siyasetçiyi, ilişkilerini, tavırlarını, davranışlarını inceledim.
Epey şahsi ve sübjektif tonda başlayan bu yazı ilerleyen bölümlerde objektifleşecek ama, bir süre daha bu tınıda devam edeceğim. Siyaseti ve aktörlerini tanıdıkça, sık sık kendime bu soruyu sorar oldum: Neden siyaset yapıyorum? Anladığım kadarıyla, ideal şartlarda siyasete meraklı insanlar tatmin problemi olan insanlardır. Benim bir tatmin problemim var; çevremdeki insanların çoğunu tatmin eden şeyler beni tatmin etmiyor. Ancak gerçek, doğru, iyi ve güzel bir şeyler uğruna mücadele etme hissi ve neticede insanlara faydalı olduğunu bilmek (içinde bir iş görmenin saadeti diyor şair) beni tatmin ediyor. İdeolojimi de bu zaviyeden temellendiriyorum, pratiğimi de. Bir şekilde “cemiyet”e borçlu hissediyorum – hayır kimse beni kamu kaynaklarıyla işletilen bir yetimhanede büyütmedi, kamudan burs bile alamadım, Fen Lisesi’nde “parasız yatılı” okuduğum kısa bir dönemi saymazsak. Ancak içinde yaşadığım ve “daha kötü”yle karşılaştırdığımda kontrastı arttığı için “şöyle böyle memnunum” dediğim hayatı cemiyete borçlu yaşadığımı biliyorum. Daha iyisinin de ancak cemiyet daha iyiyse mümkün olacağını. Kafam kesilmiyorsa, işçi olarak çalıştığım dönemde haklarım var idiyse, yahut sağlık hizmeti alıyorsam (…) bütün bunlar bir cemiyet sayesinde mümkün oldu, onun “kamu” icadı ve devlet uzantısı sayesinde. Cemiyet hayatımı büsbütün işgal yahut tahdit etse buna tabii ki karşı gelirim, ancak doğru dengedeyken birey ve toplumun çatışmadığını görüyorum, “millet varsa varım” diyorum. Üzerimde derece derece ailemin, çevremin, milletimin, milletimin geçmişlerinin ve nihayet insanlığın ortak mirasının hakkı var. Kendimce bu emek silsilesine katılmaktan memnuniyet duyuyorum, mutlu oluyorum. Tatmin problemim halloluyor – ereğe ulaşmasa bile insan bir uğurda mücadele verdiğinde tatmin oluyor.
Siyasetçilerin siyaseti “nasıl” yaptığına baktım. “Neden yaptığı”nı tespit etmek bana düşmez, tahminlerim varsa da niyet okuma olur. Ancak uygulamalarına dair çıkarımlar yapabilirim ve özetle ahlaksız yapıyorlar. Tek tek ahlaksız insanlar değiller, çoğu üst bilinciyle farkında olmasa da alt bilinciyle ahlaksızlık yaptığının farkında ve bu bilişsel çelişkiyi sair kurgular, fantezilerle örtüp kendilerini ahlaklı insanlar olduklarına inandırıyorlar. Fakat hemen hepsinin (hiç değilse iktidar partisi dışındakilerin – ki onlarda dahi trene iktidar gelmeden önce binenlerde bu vardır) siyasete giriş gerekçeleri aşağı yukarı benimkiyle aynıymış. Bunu dert ediyorum: Falanca düşüncenin doğru olduğuna inandığı için kamu yararına bir şeyler yapmak isteyerek, yegane amacı/motivasyonu bu olmasa bile bunu kesinlikle içeren bir teşvikle siyasete giren insanlar nasıl ahlaksız oluyorlar? Öyle ya, kimi görüşlerini beğenmesek, kimi uygulamalarını ahlaksız bulsak bile, mesela, muhalif aktörken iktidar partisine geçme fırsatı bulup geçmeyen bir siyasetçide, öyle ya da böyle ideolojik ve ahlaki bir gerekçe var demektir. Büsbütün ahlaklı olmayabilir, ama siyaset dünyası siyah ve beyazlardan ibaret değil. Otursanız seveceğiniz, sohbet edebileceğiniz ve ilk gerekçeleri hiç değilse bugünlerine nazaran daha ahlaklı olan insanlar, nasıl canavarlaşıyorlar? Bu çok önemli bir soru.
Vaktiyle -umduğumdan çok daha az okunmuş- bir yazı yazmıştım, Türk Milliyetçisi Nasıl Bir Demokrasi İster? Orada epey alıntılar yapmıştım, siyasetçinin kararlarını birçok etmen belirliyor ve ahlaki-rasyonel gerekçeler bunlar içinde çok az yer tutuyor. Bu bakımdan siyaset bir çelişkiler yumağı; Hume’dan alıntılarsak “parmağımın kesilmesindense dünyanın geri kalanının yok olmasını istemem gayet rasyoneldir”, demek rasyonaliteye ahlaki bir rehber lazım. Fakat hem ahlaki, hem rasyonel gerekçeler umumdan rağbet görmeyebilir. (Yazıdaki Parkinson alıntısına bakınız. Kasten buraya koymadım, okuyun yahu.) Bu da siyasetin kendine has mekanizmasında kaybeden tarafta olmanıza neden olur. Demek, siyaseti öyle bir kurgulamalı ki, ahlaki ve rasyonel görüşler rağbet bulabilmeli.
Yarım-düşünen insanların en büyük sorunu budur. Mesela “herkes müreffeh yaşasın” isterler, ama bunu mümkün kılan mekanizmalar üzerinde kafa yormazlar. “Para basıp borç ödeyelim” demek gibi, hem sağda, hem solda Türkiye’deki birçok siyasi argüman yapısal olarak para basıp borç ödeyelim cümlesinin altındaki saçmalığı içinde barındırır. Önce inanıp sonra gerekçe arayan yaygın hastalık da buna eklenince, siyaset çözüm üretmeyen, günü kurtaran bir meşgaleye, arka planda da irili ufaklı soğan halkası gibi iç içe geçmiş “çevre”lere para kazandırmaya başlayan bir endüstriye dönüşür.
Evet, tekrar subjektifleşiyorum: Siyasetten maddi kazanç beklentim yok – Türkiye’de siyasi çevren olmadan para kazanmak imkansız gibi olsa da (bu konuya geleceğiz) benim yok. Bu bakımdan “çıkarcı” değilim. Küçük bir şirketim var, hayatımı ticaret ve hizmet satarak kazanıyorum, orada epey çıkarcıyım. Bedavaya iş yapmam, kârımı maksimize etmek isterim, bunu yaparken rakiplerime avantaj kazandırmama kaygısı yegane tavanımı teşkil eder. Fakat siyaset, girişte bahsettiğim gibi benim için çıkar aranacak, geçim aranacak yer değildir. Ancak siyasetçi için böyledir, yahut “böyleleşir.” Sebebi kesinlikle siyasetçiye has bir hastalık, alışkanlık yahut zaaf değil: Seçmen ve rejim!
Türkiye’de “devlet” Ortaçağ’dan bu yana yegane geçim kapısı. Memuriyet ilk akla gelen, ancak devlet aynı zamanda en büyük “ihale veren”dir. Devletin devasa cüssesi olmasa, “özel sektör” dediğimiz alanda birçok firma ertesi gün batar. Fakat bir sorun var: Bu yapı, mesela, inovasyonu engeller. Zira daha iyiyi daha ucuza üretmek gibi bir kaygınız yoktur, mesela falanca sektör batmasın, yahut filanca kesim ekonomik sorunlar yaşamasın diye verimsizlik uzun vadede zararlı olacağı halde devam ettirilebilir. Üstelik, mekanizma “devletle ilişkileri iyi tutmak” üzerine kurulmuş olacağı için, yolsuzluğa elverişlidir. Daha iyi yapan, daha ucuz yapan vs. değil, iktidarla arasını iyi tutan ödüllendirilir.
Hemen bütün siyasi partilerin (ama en çok AKP’nin) cemaat-tarikat-aşiret-örgüt mensuplarıyla çalışma gerekçelerini düşündünüz mü? Görünür birçok siyasi avantajının yanında (az emekle çok kişiye hitap edebilen bir ağı elde etmek) yolsuzluğu kolaylaştıran bir tarafı vardır. Birbirleriyle “paralel bağ” taşıyan insanlar memur olurlarsa, yolsuzluk kolaylaşır. Ortalama bir ihale, ihale veren komisyondan geçer. Bu komisyonun üyelerinden tutun, dosyaları taşıyan en düşük rütbeli memura dek herkes içerikten haberdar olur. Ticaret odalarıyla işbirliği içinde bu ihalenin kriterleri, limitleri belirlenir. Teoride, yolsuzluk yapmak epey zordur, ancak bütün bu alanlar her iktidar döneminde topyekun yenilenebiliyor ve aynı tarikatten birileriyle doldurulabiliyorsa, yolsuzluk çok kolay hale gelir. Çıkıntılık yapacak bir memur bile kalmaz. Neden parti aidiyeti yeterli değildir de yukarıdaki dörtlüye ihtiyaç duyulur? Zira yukarıdaki dörtlü çok daha organik ve güçlü aidiyetler yaratır, insan partisini eleştirebilir, ihbar edebilir ama “ailesi”ne “ihanet” edemez.
Şimdi bu meseleye ve çözümüne devam etmeden evvel tersi örnek üzerinden gidelim; hem devasa bir devlet memuru-işçisi istihdamı olan, hem de özel sektörle içli dışlı olan devletlere bakalım. Komünist bakiyesi olan devletleri elemek lazım, zira orada bu bir tür zorunluluktur, yılların sapkınlığının etkilerini birkaç on yılda silip atamıyorlar. Elimizdeki en ciddi örnek, Nordik ülkeler kalır. Bunlar arasından Norveç’i seçelim. Toplam çalışan nüfusun %40’ına yakın bir oran, doğrudan kamu hizmetinde yahut (büyük bir oranda) kamunun sahip olduğu fabrikalarda, şirketlerde çalışıyorlar.
Bunun belli sebepleri var. İlki, komünist bakiye değil ama monarşist bakiye: Norveç’te kraliyet çok evvelden bazı alanları tekeli saymış – özellikle maden işletmeciliğini. Monarşist demokrasiye geçtiklerinde, bu alanlardaki işletmeler, kurumlar kamunun malına dönüşmüş. Sonra, Alman işgalini takip eden yıllarda Alman endüstrisi ile işbirliği yapan birçok firma kamulaştırılmış. Norveç’te şu an yüzlerce kamu iktisadi teşebbüsü var, fakat bunlar özel sektör ile aynı yönetiliyor. Hiçbiri özel kanun yahut yönetmelik sahibi değil. Sahiplik olarak ilgili bakanlıklara bağlılar, ancak bakanlık mensupları ve devlet memurları bu şirketlerde yönetim kurulu üyesi – genel müdür olamıyorlar. İflas edebiliyorlar, vergi ödüyorlar, şekilde kamu kuruluşu olduklarını hatırlatan neredeyse hiçbir düzenleme yok, olanlar da onların özel sektör karşısında ayrıcalıklı olmasını engelleyecek mahiyette. Dolayısıyla özel sektörün – serbest piyasanın yarattığı ortamın avantajları, teşvikleri ve faydalarını doğrudan içeren bir sistem var. Üstelik hemen hepsinde, en çok da büyük ve stratejik kuruluşlarda özel sektör hissedarları var. Bağımsız bir yargı ve denetleme sistemleri var, her iktidar kafasına göre değiştiremiyor, çoğunluğu sağlayamıyor. Kurumlar ve güçler arası kurulan bağımsızlık dengesi ile zikrettiğim kapitalist kaidelere tam uyum, Norveç’i “büyük cüsseli devlet” olduğu halde bunun getirdiği mahzurlardan korumuş.
Peki bu Türkiye’de neden olmuyor? Mesela, Türkiye’nin çok yakında palyatif tedavi de kabul etmeyecek hale gelecek olan ekonomisi, IMF’ye gitmek zorunda kalabilir. IMF de her zaman acı reçete sunar ve neredeyse kanun haline gelmiş bir uygulaması vardır: Kamuda kemer sıkma politikası. Bu ne demek? Yeni istihdam yok, olmadığı gibi sözleşmeli personellerin işten çıkarılmasını ister. Devlet kaynaklarının hemşehricilik ve seçmen beklentisi motivasyonlarıyla kullanılmasını engeller. Şöyle bir düşünün: Muhalefetin en büyük vaadi, “iktidar ne verecekse ben artı bir vereceğim.” Burada muhalefeti suçlamıyorum, başka bir yol yok. Bu yüzden kamunun yükü şiştikçe şişer. Daha fazla memur, daha fazla işçi… Mevcutlar işten de kovulamaz. Bir kişilik işi 20, 25 kişinin yapması kamuda gayet normaldir. Kamunun işlerinin “siyasetin finansmanı” için sürekli eşe-dosta verilmesi de şart olur; zira seçmen için ahlaki-rasyonel söylemler önemli değildir. Seçmene iş lazımdır, seçim zamanı rüşvet lazımdır.
Olan uzun vadede yine seçmene olur. Bu yüzden ekonomi bozulur, özel sektör gelişmez, çalışanların ekserisi asgari ücretle çalışır… Fakat seçmen uzun vadeli düşünmek zorunda da değildir. Zira bir memlekette yaşayan herkesin ekonomi-finans uzmanı olmasını beklemek abestir. Yani bu seçmeni cehaletle suçlamak değil, seçmeni de buna iten bir mekanizma var: Vergi mekanizmamız.
İnsanların gözünde devlet engin ve sınırsız bir kaynak; istihdam kaynağı, para kaynağı, yardım kaynağı. Üstelik bu muzır bakışın yarattığı düzenli kriz döngüleri de sorunu kökten çözmeyi gerektirecek kadar korkunç yaşanmıyor, bir şekilde 5-10 yıl rahatlanıyor, daha büyük bir kriz geri dönüyor, sonra tekrar… Bunun ekonomi üzerinde yarattığı yük, diyelim ki çok önemli değil, fakat bu yazının baktığı mesele daha başka: Ahlakımız üzerinde yük yaratıyor. Seçmen devletten sürekli ulufe bekliyor, siyasetçi de bunu dağıtmanın ve kendini iktidara taşıyacak kadar bir kalabalığı satın almanın yollarına bakıyor. Bu çark da bir kuruldu mu, işte, en menfur diktatörlüklerde bile dört kere tartılarak edilecek laflar kolayca ediliyor Türkiye’de: “Protesto yaparsanız sizi şöyle kovalarız, böyle yaparız.” Zira ortada bir endüstri var, her iktidar için mesele kendisi ve çevresiyle birlikte bir ölüm kalım savaşıdır. Geçim savaşıdır. Üstelik sistem daha akıllıyı, daha bilgiliyi, daha yenilikçiyi ödüllendirmeyip daha ahlaksızı ödüllendirdiği için, bir yan çıktısı da var: Esasen makam, mevki sahibi olması imkansız olduğu halde bir yığın salak, cahil, mendebur, ahlaksız, hırsız adam bu sayede yükselebiliyorlar, başka türlü maddi manevi tatmin olamayacakları için (dedik ya, her halükarda siyaset bir tatmin arayışıdır) bu geçim ve tatmin kapısını terk etmek istemiyorlar.
Bu yüzden yargı bağımsız olamıyor, bu yüzden siyasi meseleler nefret dolu savaşlara, düellolara dönüşüyor, bu yüzden “ortak değer”den bahsetmek mümkün değil. Zira seçmen devlete engin ve sonsuz bir kaynak muamelesi yapsa da devlet/kamu engin ve sonsuz değil. Kaynakları ve dağıtabileceği ulufe sınırlı. Bu sınırlı ulufeye erişmek için birbirini ezen, tepeleyen insanlar görüyoruz. Böyle bir ortamda ortak değer, uzlaşma, gerçeği/doğruyu bulma arayışı falan hikayedir. Sistem sürekli böyle işlediği için, kendisi için de böyle işlemesini isteyen yığınlara kızmak da zordur: Hep onlar yediler, biz aç kaldık, biz de yiyelim! Çünkü “yemek” için devlete bağlı olmadan alan yaratan “normal” sistemler yok gibidir.
İşte bu mekanizmayı nasıl çözmeli? Popülist kısır döngü nasıl kırılmalı? Nasıl bir siyasi zemin yaratmalı ki, muhalefetle iktidar aptallık yarışına girmesinler? Acı reçeteler uygulamak gerektiğinde, milletin uzun vadeli çıkarı o yönde olduğu için uygulanabilsin de, bu çok büyük bir siyasi fatura olarak geri dönmesin? (En ideal toplumda bile siyasi fatura/reaksiyon olur, ama Türkiye’deki gibi öğütmez, yok etmez.) Zannımca ilk adım vergi toplama usulümüzü değiştirmekle atılır.
Türkiye’de insanlar vergi verdiklerinin ve o har vurulup harman savrulan kamu kaynağının kendilerinin cebinden alındığının farkında değiller. Maaşlı kesime maaşının brüt yatırılması ve insanlar o parayı gördükten sonra tahsile gidilmesi bir anda bütün bu sistemi alt üst edecektir. İnsanların ekonomi-finans uzmanı olmasını beklemeden, doğal yönelimleri nedeniyle daha makul tercihler yapmalarını sağlayacaktır. Okula giden Roman çocuklara ayrı burs, boşanan kadınlara devlet eliyle nafaka gibi dünyanın en saçma vaatlerini iktidar düşürmek için veren muhalefetin ortaya çıkmasını hiç değilse zorlaştıracaktır.
Türkiye’de, hülasa, seçmenin doğru ve ahlaklı tercihler yapması için hiçbir neden yok. Bir tweette görmüştüm, çok doğru söylüyordu: Türkiye’de insanlar fethullahçıların soru çaldığını öğrendiklerinde (küçük ve namuslu bir kesim hariç) protesto etmediler. Çocuklarını onların dershanelerine yazdırdılar! Zira bu iş farklı usullerde daha az cüretkar biçimlerde olsa da “siyasetin alışılmış”ı idi, fethullahçıları şimdiye dek acemice yapılan birçok ahlaksızlığı çok daha örgütlü ve “mükemmel” şekilde yapan akıllı “bizimkiler” olarak gördüler.
Hiçbir zaman mükemmel ve ideal bir sistem kurulamaz – zira malzememiz neticede insandır. Ancak insanların doğal dürtüleriyle uyumlu teşvikler ve caydırıcılıklar, onları makul aralıklarda tutmaya yarar. Güçler ayrılığı yahut serbest piyasa, mesela, aktörleri artırarak kurumlar, çıkar odakları ve kamplar arasındaki rekabetin korunarak “şeffaflığın” zaruret haline gelmesini sağlar, düzgün işleyen Batı demokrasileri bu sayede işleyebilirler. Yoksa, şahit olduğum üzere ülkesinde gayet “namuslu” iş yapan birçok Batılı iş adamı, Doğu ülkelerinde rüşvet vermekten kaçınmazlar. Çünkü onları burada ahlaklı olmaya zorlayan bir mekanizma yoktur.
Bize lider lazım değil – taktik olarak elbette lazımdır ama kök nedenimiz, en büyük ihtiyacımız lider değil. Bize söylem lazım değil – elbette seçim sloganları olacak, vaatler olacak ama bunlar hep tali meseleler. Bize Türkiye’de insanlara maraba değil, vatandaş olduklarını hatırlatan bir sistem lazım. Bu da herkese vergi ödediğini ve devletle arasında hem doğal bir işbirliği, hem doğal bir çatışma olduğunu, bunun ancak demokratik ve şeffaf bir kamusal alan yaratılarak senteze ulaşacağını hatırlatmakla olur.
“Türk vergi verendir” diyor arkadaşlar. Böyle tarifleri sevimsiz bulsam da (Bkz: Türk’ü Teoriye Hapsetmek) Türk’ün “vatandaş” olmasını şu sıralar milliyetçiliğin en büyük meselesi sayıyorum.
M. Bahadırhan Dinçaslan
Tabii bu süreç beni “parti siyaseti”ne de taşıdı. Mevcut koşullarda siyasetin aktörleri partilerdir, “aman partilerden uzak duralım” tavrı benlik olmadığı gibi, zihnimde oldukça olumsuz çağrışımlar yapıyor. Şartlar olgunlaşınca, doğrusunun o olduğuna inandığım için benim gibi düşünen mezkur milliyetçileri temsilen İYİ Parti’de GİK üyesi oldum, çok kısa bir süre sonra istifa ettim. Akabinde bir süre daha Genel Başkan danışmanlığı yaptım, ondan da istifa ettim. Resmi süreç kısa olsa da Ankara’ya taşınmış olmamın da etkisiyle siyasetin irili ufaklı aktörlerini tanıdım. Şöyle baktığımda, HDP hariç bütün partilerin Genel Başkanları, divan üyeleri, vekilleri vs. ile uzun uzun mesai yapmışlığım, yahut sohbet etmişliğim, hiç değilse ayaküstü tanışıp “informal” ortamlarda onlarla konuşmuşluğum oldu. Yaş aldıkça kendimle barışıyorum, kabul etmeliyim ki biraz “eksantrik” bir adamım, kendi şartlarım ve zeminimde bir arada bulunmadığım sürece insanlara uyum sağlamakta zorlanıyorum. O yüzden iyi gözlem yapabildiğimi düşünüyorum, biraz sınıfın dışlanan çocuğu gibi kendi dünyama kapanıp uzun uzun birçok siyasetçiyi, ilişkilerini, tavırlarını, davranışlarını inceledim.
Epey şahsi ve sübjektif tonda başlayan bu yazı ilerleyen bölümlerde objektifleşecek ama, bir süre daha bu tınıda devam edeceğim. Siyaseti ve aktörlerini tanıdıkça, sık sık kendime bu soruyu sorar oldum: Neden siyaset yapıyorum? Anladığım kadarıyla, ideal şartlarda siyasete meraklı insanlar tatmin problemi olan insanlardır. Benim bir tatmin problemim var; çevremdeki insanların çoğunu tatmin eden şeyler beni tatmin etmiyor. Ancak gerçek, doğru, iyi ve güzel bir şeyler uğruna mücadele etme hissi ve neticede insanlara faydalı olduğunu bilmek (içinde bir iş görmenin saadeti diyor şair) beni tatmin ediyor. İdeolojimi de bu zaviyeden temellendiriyorum, pratiğimi de. Bir şekilde “cemiyet”e borçlu hissediyorum – hayır kimse beni kamu kaynaklarıyla işletilen bir yetimhanede büyütmedi, kamudan burs bile alamadım, Fen Lisesi’nde “parasız yatılı” okuduğum kısa bir dönemi saymazsak. Ancak içinde yaşadığım ve “daha kötü”yle karşılaştırdığımda kontrastı arttığı için “şöyle böyle memnunum” dediğim hayatı cemiyete borçlu yaşadığımı biliyorum. Daha iyisinin de ancak cemiyet daha iyiyse mümkün olacağını. Kafam kesilmiyorsa, işçi olarak çalıştığım dönemde haklarım var idiyse, yahut sağlık hizmeti alıyorsam (…) bütün bunlar bir cemiyet sayesinde mümkün oldu, onun “kamu” icadı ve devlet uzantısı sayesinde. Cemiyet hayatımı büsbütün işgal yahut tahdit etse buna tabii ki karşı gelirim, ancak doğru dengedeyken birey ve toplumun çatışmadığını görüyorum, “millet varsa varım” diyorum. Üzerimde derece derece ailemin, çevremin, milletimin, milletimin geçmişlerinin ve nihayet insanlığın ortak mirasının hakkı var. Kendimce bu emek silsilesine katılmaktan memnuniyet duyuyorum, mutlu oluyorum. Tatmin problemim halloluyor – ereğe ulaşmasa bile insan bir uğurda mücadele verdiğinde tatmin oluyor.
Siyasetçilerin siyaseti “nasıl” yaptığına baktım. “Neden yaptığı”nı tespit etmek bana düşmez, tahminlerim varsa da niyet okuma olur. Ancak uygulamalarına dair çıkarımlar yapabilirim ve özetle ahlaksız yapıyorlar. Tek tek ahlaksız insanlar değiller, çoğu üst bilinciyle farkında olmasa da alt bilinciyle ahlaksızlık yaptığının farkında ve bu bilişsel çelişkiyi sair kurgular, fantezilerle örtüp kendilerini ahlaklı insanlar olduklarına inandırıyorlar. Fakat hemen hepsinin (hiç değilse iktidar partisi dışındakilerin – ki onlarda dahi trene iktidar gelmeden önce binenlerde bu vardır) siyasete giriş gerekçeleri aşağı yukarı benimkiyle aynıymış. Bunu dert ediyorum: Falanca düşüncenin doğru olduğuna inandığı için kamu yararına bir şeyler yapmak isteyerek, yegane amacı/motivasyonu bu olmasa bile bunu kesinlikle içeren bir teşvikle siyasete giren insanlar nasıl ahlaksız oluyorlar? Öyle ya, kimi görüşlerini beğenmesek, kimi uygulamalarını ahlaksız bulsak bile, mesela, muhalif aktörken iktidar partisine geçme fırsatı bulup geçmeyen bir siyasetçide, öyle ya da böyle ideolojik ve ahlaki bir gerekçe var demektir. Büsbütün ahlaklı olmayabilir, ama siyaset dünyası siyah ve beyazlardan ibaret değil. Otursanız seveceğiniz, sohbet edebileceğiniz ve ilk gerekçeleri hiç değilse bugünlerine nazaran daha ahlaklı olan insanlar, nasıl canavarlaşıyorlar? Bu çok önemli bir soru.
Vaktiyle -umduğumdan çok daha az okunmuş- bir yazı yazmıştım, Türk Milliyetçisi Nasıl Bir Demokrasi İster? Orada epey alıntılar yapmıştım, siyasetçinin kararlarını birçok etmen belirliyor ve ahlaki-rasyonel gerekçeler bunlar içinde çok az yer tutuyor. Bu bakımdan siyaset bir çelişkiler yumağı; Hume’dan alıntılarsak “parmağımın kesilmesindense dünyanın geri kalanının yok olmasını istemem gayet rasyoneldir”, demek rasyonaliteye ahlaki bir rehber lazım. Fakat hem ahlaki, hem rasyonel gerekçeler umumdan rağbet görmeyebilir. (Yazıdaki Parkinson alıntısına bakınız. Kasten buraya koymadım, okuyun yahu.) Bu da siyasetin kendine has mekanizmasında kaybeden tarafta olmanıza neden olur. Demek, siyaseti öyle bir kurgulamalı ki, ahlaki ve rasyonel görüşler rağbet bulabilmeli.
Yarım-düşünen insanların en büyük sorunu budur. Mesela “herkes müreffeh yaşasın” isterler, ama bunu mümkün kılan mekanizmalar üzerinde kafa yormazlar. “Para basıp borç ödeyelim” demek gibi, hem sağda, hem solda Türkiye’deki birçok siyasi argüman yapısal olarak para basıp borç ödeyelim cümlesinin altındaki saçmalığı içinde barındırır. Önce inanıp sonra gerekçe arayan yaygın hastalık da buna eklenince, siyaset çözüm üretmeyen, günü kurtaran bir meşgaleye, arka planda da irili ufaklı soğan halkası gibi iç içe geçmiş “çevre”lere para kazandırmaya başlayan bir endüstriye dönüşür.
Evet, tekrar subjektifleşiyorum: Siyasetten maddi kazanç beklentim yok – Türkiye’de siyasi çevren olmadan para kazanmak imkansız gibi olsa da (bu konuya geleceğiz) benim yok. Bu bakımdan “çıkarcı” değilim. Küçük bir şirketim var, hayatımı ticaret ve hizmet satarak kazanıyorum, orada epey çıkarcıyım. Bedavaya iş yapmam, kârımı maksimize etmek isterim, bunu yaparken rakiplerime avantaj kazandırmama kaygısı yegane tavanımı teşkil eder. Fakat siyaset, girişte bahsettiğim gibi benim için çıkar aranacak, geçim aranacak yer değildir. Ancak siyasetçi için böyledir, yahut “böyleleşir.” Sebebi kesinlikle siyasetçiye has bir hastalık, alışkanlık yahut zaaf değil: Seçmen ve rejim!
Türkiye’de “devlet” Ortaçağ’dan bu yana yegane geçim kapısı. Memuriyet ilk akla gelen, ancak devlet aynı zamanda en büyük “ihale veren”dir. Devletin devasa cüssesi olmasa, “özel sektör” dediğimiz alanda birçok firma ertesi gün batar. Fakat bir sorun var: Bu yapı, mesela, inovasyonu engeller. Zira daha iyiyi daha ucuza üretmek gibi bir kaygınız yoktur, mesela falanca sektör batmasın, yahut filanca kesim ekonomik sorunlar yaşamasın diye verimsizlik uzun vadede zararlı olacağı halde devam ettirilebilir. Üstelik, mekanizma “devletle ilişkileri iyi tutmak” üzerine kurulmuş olacağı için, yolsuzluğa elverişlidir. Daha iyi yapan, daha ucuz yapan vs. değil, iktidarla arasını iyi tutan ödüllendirilir.
Hemen bütün siyasi partilerin (ama en çok AKP’nin) cemaat-tarikat-aşiret-örgüt mensuplarıyla çalışma gerekçelerini düşündünüz mü? Görünür birçok siyasi avantajının yanında (az emekle çok kişiye hitap edebilen bir ağı elde etmek) yolsuzluğu kolaylaştıran bir tarafı vardır. Birbirleriyle “paralel bağ” taşıyan insanlar memur olurlarsa, yolsuzluk kolaylaşır. Ortalama bir ihale, ihale veren komisyondan geçer. Bu komisyonun üyelerinden tutun, dosyaları taşıyan en düşük rütbeli memura dek herkes içerikten haberdar olur. Ticaret odalarıyla işbirliği içinde bu ihalenin kriterleri, limitleri belirlenir. Teoride, yolsuzluk yapmak epey zordur, ancak bütün bu alanlar her iktidar döneminde topyekun yenilenebiliyor ve aynı tarikatten birileriyle doldurulabiliyorsa, yolsuzluk çok kolay hale gelir. Çıkıntılık yapacak bir memur bile kalmaz. Neden parti aidiyeti yeterli değildir de yukarıdaki dörtlüye ihtiyaç duyulur? Zira yukarıdaki dörtlü çok daha organik ve güçlü aidiyetler yaratır, insan partisini eleştirebilir, ihbar edebilir ama “ailesi”ne “ihanet” edemez.
Şimdi bu meseleye ve çözümüne devam etmeden evvel tersi örnek üzerinden gidelim; hem devasa bir devlet memuru-işçisi istihdamı olan, hem de özel sektörle içli dışlı olan devletlere bakalım. Komünist bakiyesi olan devletleri elemek lazım, zira orada bu bir tür zorunluluktur, yılların sapkınlığının etkilerini birkaç on yılda silip atamıyorlar. Elimizdeki en ciddi örnek, Nordik ülkeler kalır. Bunlar arasından Norveç’i seçelim. Toplam çalışan nüfusun %40’ına yakın bir oran, doğrudan kamu hizmetinde yahut (büyük bir oranda) kamunun sahip olduğu fabrikalarda, şirketlerde çalışıyorlar.
Bunun belli sebepleri var. İlki, komünist bakiye değil ama monarşist bakiye: Norveç’te kraliyet çok evvelden bazı alanları tekeli saymış – özellikle maden işletmeciliğini. Monarşist demokrasiye geçtiklerinde, bu alanlardaki işletmeler, kurumlar kamunun malına dönüşmüş. Sonra, Alman işgalini takip eden yıllarda Alman endüstrisi ile işbirliği yapan birçok firma kamulaştırılmış. Norveç’te şu an yüzlerce kamu iktisadi teşebbüsü var, fakat bunlar özel sektör ile aynı yönetiliyor. Hiçbiri özel kanun yahut yönetmelik sahibi değil. Sahiplik olarak ilgili bakanlıklara bağlılar, ancak bakanlık mensupları ve devlet memurları bu şirketlerde yönetim kurulu üyesi – genel müdür olamıyorlar. İflas edebiliyorlar, vergi ödüyorlar, şekilde kamu kuruluşu olduklarını hatırlatan neredeyse hiçbir düzenleme yok, olanlar da onların özel sektör karşısında ayrıcalıklı olmasını engelleyecek mahiyette. Dolayısıyla özel sektörün – serbest piyasanın yarattığı ortamın avantajları, teşvikleri ve faydalarını doğrudan içeren bir sistem var. Üstelik hemen hepsinde, en çok da büyük ve stratejik kuruluşlarda özel sektör hissedarları var. Bağımsız bir yargı ve denetleme sistemleri var, her iktidar kafasına göre değiştiremiyor, çoğunluğu sağlayamıyor. Kurumlar ve güçler arası kurulan bağımsızlık dengesi ile zikrettiğim kapitalist kaidelere tam uyum, Norveç’i “büyük cüsseli devlet” olduğu halde bunun getirdiği mahzurlardan korumuş.
Peki bu Türkiye’de neden olmuyor? Mesela, Türkiye’nin çok yakında palyatif tedavi de kabul etmeyecek hale gelecek olan ekonomisi, IMF’ye gitmek zorunda kalabilir. IMF de her zaman acı reçete sunar ve neredeyse kanun haline gelmiş bir uygulaması vardır: Kamuda kemer sıkma politikası. Bu ne demek? Yeni istihdam yok, olmadığı gibi sözleşmeli personellerin işten çıkarılmasını ister. Devlet kaynaklarının hemşehricilik ve seçmen beklentisi motivasyonlarıyla kullanılmasını engeller. Şöyle bir düşünün: Muhalefetin en büyük vaadi, “iktidar ne verecekse ben artı bir vereceğim.” Burada muhalefeti suçlamıyorum, başka bir yol yok. Bu yüzden kamunun yükü şiştikçe şişer. Daha fazla memur, daha fazla işçi… Mevcutlar işten de kovulamaz. Bir kişilik işi 20, 25 kişinin yapması kamuda gayet normaldir. Kamunun işlerinin “siyasetin finansmanı” için sürekli eşe-dosta verilmesi de şart olur; zira seçmen için ahlaki-rasyonel söylemler önemli değildir. Seçmene iş lazımdır, seçim zamanı rüşvet lazımdır.
Olan uzun vadede yine seçmene olur. Bu yüzden ekonomi bozulur, özel sektör gelişmez, çalışanların ekserisi asgari ücretle çalışır… Fakat seçmen uzun vadeli düşünmek zorunda da değildir. Zira bir memlekette yaşayan herkesin ekonomi-finans uzmanı olmasını beklemek abestir. Yani bu seçmeni cehaletle suçlamak değil, seçmeni de buna iten bir mekanizma var: Vergi mekanizmamız.
İnsanların gözünde devlet engin ve sınırsız bir kaynak; istihdam kaynağı, para kaynağı, yardım kaynağı. Üstelik bu muzır bakışın yarattığı düzenli kriz döngüleri de sorunu kökten çözmeyi gerektirecek kadar korkunç yaşanmıyor, bir şekilde 5-10 yıl rahatlanıyor, daha büyük bir kriz geri dönüyor, sonra tekrar… Bunun ekonomi üzerinde yarattığı yük, diyelim ki çok önemli değil, fakat bu yazının baktığı mesele daha başka: Ahlakımız üzerinde yük yaratıyor. Seçmen devletten sürekli ulufe bekliyor, siyasetçi de bunu dağıtmanın ve kendini iktidara taşıyacak kadar bir kalabalığı satın almanın yollarına bakıyor. Bu çark da bir kuruldu mu, işte, en menfur diktatörlüklerde bile dört kere tartılarak edilecek laflar kolayca ediliyor Türkiye’de: “Protesto yaparsanız sizi şöyle kovalarız, böyle yaparız.” Zira ortada bir endüstri var, her iktidar için mesele kendisi ve çevresiyle birlikte bir ölüm kalım savaşıdır. Geçim savaşıdır. Üstelik sistem daha akıllıyı, daha bilgiliyi, daha yenilikçiyi ödüllendirmeyip daha ahlaksızı ödüllendirdiği için, bir yan çıktısı da var: Esasen makam, mevki sahibi olması imkansız olduğu halde bir yığın salak, cahil, mendebur, ahlaksız, hırsız adam bu sayede yükselebiliyorlar, başka türlü maddi manevi tatmin olamayacakları için (dedik ya, her halükarda siyaset bir tatmin arayışıdır) bu geçim ve tatmin kapısını terk etmek istemiyorlar.
Bu yüzden yargı bağımsız olamıyor, bu yüzden siyasi meseleler nefret dolu savaşlara, düellolara dönüşüyor, bu yüzden “ortak değer”den bahsetmek mümkün değil. Zira seçmen devlete engin ve sonsuz bir kaynak muamelesi yapsa da devlet/kamu engin ve sonsuz değil. Kaynakları ve dağıtabileceği ulufe sınırlı. Bu sınırlı ulufeye erişmek için birbirini ezen, tepeleyen insanlar görüyoruz. Böyle bir ortamda ortak değer, uzlaşma, gerçeği/doğruyu bulma arayışı falan hikayedir. Sistem sürekli böyle işlediği için, kendisi için de böyle işlemesini isteyen yığınlara kızmak da zordur: Hep onlar yediler, biz aç kaldık, biz de yiyelim! Çünkü “yemek” için devlete bağlı olmadan alan yaratan “normal” sistemler yok gibidir.
İşte bu mekanizmayı nasıl çözmeli? Popülist kısır döngü nasıl kırılmalı? Nasıl bir siyasi zemin yaratmalı ki, muhalefetle iktidar aptallık yarışına girmesinler? Acı reçeteler uygulamak gerektiğinde, milletin uzun vadeli çıkarı o yönde olduğu için uygulanabilsin de, bu çok büyük bir siyasi fatura olarak geri dönmesin? (En ideal toplumda bile siyasi fatura/reaksiyon olur, ama Türkiye’deki gibi öğütmez, yok etmez.) Zannımca ilk adım vergi toplama usulümüzü değiştirmekle atılır.
Türkiye’de insanlar vergi verdiklerinin ve o har vurulup harman savrulan kamu kaynağının kendilerinin cebinden alındığının farkında değiller. Maaşlı kesime maaşının brüt yatırılması ve insanlar o parayı gördükten sonra tahsile gidilmesi bir anda bütün bu sistemi alt üst edecektir. İnsanların ekonomi-finans uzmanı olmasını beklemeden, doğal yönelimleri nedeniyle daha makul tercihler yapmalarını sağlayacaktır. Okula giden Roman çocuklara ayrı burs, boşanan kadınlara devlet eliyle nafaka gibi dünyanın en saçma vaatlerini iktidar düşürmek için veren muhalefetin ortaya çıkmasını hiç değilse zorlaştıracaktır.
Türkiye’de, hülasa, seçmenin doğru ve ahlaklı tercihler yapması için hiçbir neden yok. Bir tweette görmüştüm, çok doğru söylüyordu: Türkiye’de insanlar fethullahçıların soru çaldığını öğrendiklerinde (küçük ve namuslu bir kesim hariç) protesto etmediler. Çocuklarını onların dershanelerine yazdırdılar! Zira bu iş farklı usullerde daha az cüretkar biçimlerde olsa da “siyasetin alışılmış”ı idi, fethullahçıları şimdiye dek acemice yapılan birçok ahlaksızlığı çok daha örgütlü ve “mükemmel” şekilde yapan akıllı “bizimkiler” olarak gördüler.
Hiçbir zaman mükemmel ve ideal bir sistem kurulamaz – zira malzememiz neticede insandır. Ancak insanların doğal dürtüleriyle uyumlu teşvikler ve caydırıcılıklar, onları makul aralıklarda tutmaya yarar. Güçler ayrılığı yahut serbest piyasa, mesela, aktörleri artırarak kurumlar, çıkar odakları ve kamplar arasındaki rekabetin korunarak “şeffaflığın” zaruret haline gelmesini sağlar, düzgün işleyen Batı demokrasileri bu sayede işleyebilirler. Yoksa, şahit olduğum üzere ülkesinde gayet “namuslu” iş yapan birçok Batılı iş adamı, Doğu ülkelerinde rüşvet vermekten kaçınmazlar. Çünkü onları burada ahlaklı olmaya zorlayan bir mekanizma yoktur.
Bize lider lazım değil – taktik olarak elbette lazımdır ama kök nedenimiz, en büyük ihtiyacımız lider değil. Bize söylem lazım değil – elbette seçim sloganları olacak, vaatler olacak ama bunlar hep tali meseleler. Bize Türkiye’de insanlara maraba değil, vatandaş olduklarını hatırlatan bir sistem lazım. Bu da herkese vergi ödediğini ve devletle arasında hem doğal bir işbirliği, hem doğal bir çatışma olduğunu, bunun ancak demokratik ve şeffaf bir kamusal alan yaratılarak senteze ulaşacağını hatırlatmakla olur.
“Türk vergi verendir” diyor arkadaşlar. Böyle tarifleri sevimsiz bulsam da (Bkz: Türk’ü Teoriye Hapsetmek) Türk’ün “vatandaş” olmasını şu sıralar milliyetçiliğin en büyük meselesi sayıyorum.
M. Bahadırhan Dinçaslan