Yazmaya milliyetçiliği ve milliyetçileri eleştirerek başladım. Zira, bu yazının başlığında da etkisini görebileceğiniz Dündar Taşer’in “durum muhasebesine düşmandan başlanmaz” sözünü çok seviyordum – önce bizdeki eksikleri gidermeli, yanlışları düzeltmeliydik ki sahaya çıkabilelim. Belki hatalar yapmışımdır, ancak hala aynı fikirdeyim: Başarıya ulaşamamamızın sebebi düşmanlarımızın kuvveti değil, bizim zayıflığımız ve yanlışlarımızdır.
Bu yüzden bir süredir hep bir tarafından tutarak eleştirdiğimiz meseleleri birbiriyle bağlantılı ve etraflı bir şekilde ele almak istedim. Elbette eksik bıraktığım hususlar olacaktır, üstelik liste yapmaya kalksam da bu listedeki bütün maddeler birbirleriyle ilişkilidir ve başka türlü tanımlar ve başlıklarla ele alınmaları da mümkündür. Yine de bencileyin Türk milliyetçiliğine kafa yoran yoldaşlarla ortak bir zeminde ve çerçevede tartışabilmek için bu tarz listelemeler yapmayı doğru buluyorum.
1. Milliyetçiliği milletten ayrı bir uğraş zannetmek
En vahim gördüğüm meselelerden biri bu. Hem milliyetçiler milletten uzak hem milliyetçilik tuhaf bir tür “alem”de yaşıyor; etten, kemikten, kandan Türk’ü unutuyor da, birtakım zihinlerdeki ideal Türk’le meşgul oluyor. Bunda hemen her dönem Türk kimliğine yönelen düşmanlığa karşı çıkış dürtüsünün de mutlaka payı var; kimlik tehdit altında oldukça milliyetçiler kimin Türk olduğunu, hatta ne kadar Türk olduğunu ölçmeye, “daha çok Türk olmak”ı aramaya başlıyorlar. Halbuki Türk Türk'tür; bu ölçülebilir de değildir. Milliyetçiliğin asıl uğraşı, Türk’ün menfaatini temindir – bunun için Türk kültürünü yeniden tanımlamayı da içerir fakat gerçek Türk’ü bırakıp da fantastik dünyalarda gölge dövüşü yapmayı içermez. Milliyetçiliğe biçilmiş bir alan, oynasın diye bırakılmış bir kum havuzu yoktur; gerçek dünyanın bütün meseleleri Türk milliyetçiliğinin uğraş alanıdır. Hem fantazyada yaşayan hamasi milliyetçiler, hem de “gerçekçilik” adına, diyelim ki güvenlik ve kimlik meselesi dışında kalan alanlara kayıtsız bir seyir halinde olan milliyetçiler listenin başına yazılmayı hak ediyorlar.
2. Tarihten mesnet bulma zorunluluğu
Şahsen en nefret ettiğim özelliğimiz: Türk tarifini tarihte bir kez gerçekleşmiş ve kamil hale gelmiş bir mesele sayarak, “yeni” olan her şeyi tarihi referanslarla reddetmek yahut bir yenilik önerisine mutlaka tarihi mesnet aramak. Bu o kadar yaygın ki, bu satırların yazarı dahil, kendi kitlemize bir şeyi kabul ettirebilmek için mutlaka tarihten mesnet arıyoruz. Ziya Gökalp dahi bunu yapıyor; bu elbette biraz da meşgul olduğumuz iş ile ilgili: Milliyetçiler milleti teşkil eden etno-sembollerle uğraşırlar, bunları kullanırlar. Ancak bu iş araç olarak kullanmayı çoktan aştı, tarihin bir döneminde bir şey yoksa ona düşmanlık beslemeye kadar gidiyor. Bunun ne kadar aptalca olduğunu izaha gerek yok zannediyorum – tarih boyunca hemen her mefhum, her davranış, her icat bir dönem “yeni”ydi ve daha önce onu benimsemiş, düşünmüş, kullanmış Türk yoktu. Tarihte, bu bakımdan, seçip referans alacağımız bir nokta yoktur; millet sürekli evrim halindedir ve bize düşen bu evrimi tarihin dış iskeletine hapsetmeye çalışmak değil, iç iskeletini tarihi ve sürekli bir veraset silsilesiyle kurup daha iyi, daha doğru, daha güzele sevk etmektir.
3. Rasyonel Düşünce Eksikliği
Buna “bütüncül bakış eksikliği” de diyebiliriz: Bir tespit ortaya konarken “nasıl konmalı” sorusuna verdiğimiz cevaplar inanılmaz sorunlu. Bu her meselede böyle: Felsefi meselelerde de, sözgelimi Turan meselesinde de. Herkes kendi beğenisine ve duygu durumuna göre tespitler koyuyor; bunun yarattığı çelişkileri anlamıyoruz. Hem zihnimiz dar, hem görgümüz, sanırım en çok bu yüzden böyleyiz. “Nasıl biliriz?” sorusundan başlayarak ve edebiyata kaçmadan doğru bir felsefi çizgi tutturmamız gerekiyor; bir meseleyi ele alırken dini, hamasi ve duygusal referanslardan uzak durarak “gerçek” ve “doğru” olanı aklın ve deneyin rehberliğinde aramalıyız.
Üstelik bu eksiklik fikri önder ithaline yol açıyor. Hem İslamcılardan hem Avrasyacılardan irili ufaklı önderler ithal ediyoruz, birçok meselede tavrımızı belirleyen biz değiliz, onlar.
4. Örgütlenme Modeli Eksikliği
Bu diğer maddelere pek benzemiyor ama önemli buluyorum: Türk milliyetçiliği her ne kadar büyük sorunlarla boğuşsa da, içinden her zaman doğru ve güzel çıkışlar yaşanmıştır. Fakat bunların tekil kalmasının nedeni, içimizden çıkan doğru ve güzeli nasıl teşmil edeceğimizi bilmeyişimizdendir. Dünün Türk milliyetçileri dönemin şartlarına uygun örgütlenerek birçok fikri ve motifi –hatta sempatizanı olmayanlara bile- yaymayı başarmışlardı. Biz hem kendi kitlemizi dönüştüremiyoruz hem çevremize etki edemiyoruz; nedeni artık yeni şartlarda nasıl örgütleneceğimizi bilmeyişimiz. Üzerine en çok düşündüğüm ve bulduğum cevaplardan asla tatmin olamadığım bir mesele bu.
5. Gettoya Sıkışmak
Hemen her milliyetçi, üstelik makul ve ümit verici bulduklarım bile, gettoya sığınmaya meyilli. Bu iletişimimizi kopardığı gibi, “nasıl anlattığımız” üstünde de etkili oluyor. Prensipte yahut temelde doğru olan birçok fikri, hangi kitleye nasıl anlatacağımızı bilmediğimiz için olabilecek en sorunlu ve sevimsiz şekilde aktarıyoruz; insanlar bu yüzden bize olumsuz bakıyorlar ve bu olumsuz bakışı bahane ederek gettomuza daha çok sığınıyoruz.
6. Terminoloji Yokluğu
Terminolojimiz eksik değil, yok gibi. Sevgili hocam İskender Öksüz dikkatimi çekmişti, dünün “büyükleri”, asla birbirlerine referans vermiyorlar. Vaktiyle bir yazımda Ağaoğlu ve Arsal’ın aynı konuda, “millet” ve “milliyet” ifadelerini nasıl tanımladıklarını işlemiş ve aralarındaki çatışmayı göstermiştim. Bu çatışma sorun değildir, hatta faydalıdır ancak sorun –diğer maddelerle ilintili olarak- bu çatışmadan bir sonuç çıkarıp terminoloji yaratamamamızda. Bu yüzden birbirimizi anlayamıyoruz desek yeridir; sadece milliyetçiliğin temel meselelerinde değil, evrensel meselelerde oturmuş, tarifi ve tanımı belli terimlerimiz yok. Zira entelektüel sosyetemiz yok, dünün alışkanlıklarını devam ettiriyoruz; “milliyetçi entelektüeller”in ortak terekesi yok, her birimizin şahsi sermayesi var.
7. Cemaat
Daha doğru bir tarif bulamadım, meşhur cemaat-cemiyet ayrımına atıf yaparak cemaat diye tanımlamak istedim. Türk milliyetçilerinin sosyo-ekonomik sınıfı mutlaka belirleyicidir ve bu sınıf çok kötü. Bu sınıfın özellikleri sebebiyle bir cemaat görüntüsü arz ediyoruz; belki bütün sorunların kök nedeni de budur. Görgüsüzüz, fakiriz, belirsizlikten kaçınma ve güç aralığı değerlerimiz çok yüksek, kolektifçiyiz, grup kimliğine kendi kimliğimizden daha çok bağlıyız. Aslında, bir bakıma, milliyetçiliğini yapmaya soyunduğumuz milletin bir fotoğrafı, numunesi gibiyiz. Halbuki “işe yarayan” milliyetçilikler milletini olduğu gibi temsil eden değil, milletinden farklılaşan ve onu dönüştüren milliyetçiliklerdir. Bütün Türkiye bir cemaat hapishanesine tıkılmışken Türk milliyetçilerinin başka bir toplumsal manzarayı inşa etmeye hazırlanan “öncü şehirliler” olmaları gerekiyor.
Şüphesiz bu listeyi uzatmak mümkün, başta söylediğim gibi. Fakat bazen güncelden yola çıkarak, bazen detayı ele alarak yaptığımız eleştiri ve tespitlerin kökünde yer alan meseleleri tespit etmek önemli, yoksa sunduğumuz çözümler de palyatif olmaktan öteye gidemeyecek. Ben kendi zihnimi yokladığımda bu yedi meseleyi diğer bütün mesele ve dertleri doğuran kaynaklar olarak görüyorum, okuyucunun da katkısıyla bu hususlar belki bir çalıştay konusu bile olabilir.
M. Bahadırhan Dinçaslan