Bir köye halk ozanının gelmesi müthiş olaydı: Adorno bu olayı irdeleyerek kültür endüstrisi kuramını şekillendirdi. Ozan köye gelince hem ozan hem dinleyiciler biricik ve tekrarlanamaz bir tecrübe yaşıyorlardı. Azar Gat, modern öncesi dönemdeki milleti halk ozanında buldu: Ozan yalnız türkü söylemiyordu, ortak motifleri, mitleri, havadisleri yayıyordu. Modern öncesi dönemde insanın bir yerli ve bir genel, “mutasavver” kimliği vardı ve bu ikincisini inşa eden halk ozanıydı. Yerli kimliği büyük oranda bireysel kimliği ve köy topluluğunun ortak kimliğinden ibaretti – antropologların çalışmaları hemen her yerde din, dil yahut köken açısından birbirinin aynı olan köyler arasında dahi “diğerinin daha kötü” olduğuna dair anlatılar yer aldığını kaydediyorlar. Genel kimliği ise bütün dünyasını kapsıyor gibiydi: Hangi mit havuzunun, anlatı dairesinin içindeyse, bu daire içinde aynı mitleri bildiği insanlarla modern öncesi milleti teşkil eden bir kimliği zayıf bir bağ olarak paylaşıyordu.
Bu kimliklerden yerel olan bireyin konfor alanıydı, somut ve organikti. Genel olansa organizasyonu, örgütlenmeyi, büyük işleri ve düzeni mümkün kılıyordu: Tanrılardan duyulan korku devlet otoritesi yeterince etkili ve verimli hale gelinceye kadar birlikte yaşamı mümkün kılan en başarılı icatlardan biriydi mesela. Modern yaşam hepimizin bildiği üzere genel olanı yerelleştiren ve aslında –belki kamusal alan fikrini de böyle anlamak lazım- konfor alanını genele yaymaya çalışan bir anlayışın ürünü olarak doğdu. Yerel kimliğimiz anlamsızlaştı; ortadan kalkmadı, anlamını ve varlık çapalarını yitirdi. Genel kimliğimizse somutlaşma sürecine girdi; bu süreç halen devam ediyor.
Bu süreç elbette daha büyük organizasyonları mümkün kıldığı, yeni basitçe faydalı olduğu için inşa edildi ve sürdürüldü: Bu sayede daha kalabalık ordular toplayabiliyor, daha büyük binalar inşa edebiliyor, daha geniş coğrafyalarda ticaret yapabiliyorduk. Fakat diğer yandan bir kimlik bunalımı da kendisini gösterdi – insanlar, zira, hala kabileyle yaşanan dönemin genetik kodlarıyla donatılmış haldeler; sosyal evrimimiz biyolojik evrimimizin çok ötesinde bir ivme yakalayarak hızlandı. İnsan kendisini özel ve güvende hissedeceği, onu “diğerleri”nden ayıran ve/ama yapayalnız bırakmayan bir kimliğe ihtiyaç duyuyor.
Somutlaşmanın bir diğer etkisi de sosyal medya yoluyla “millet” üzerinde oldu. Uzun süredir zihnimizde mutasavver bir “ideal” olan milletin sosyal medya vasıtasıyla yok edildiğini düşünüyorum. Verdiğim örnek hep aynı: Şair, “Üsküdar’ın Dost Işıkları”nı görüp içlenebilir. O ışıkları ülkeyi “Türk eden” bir alamet olarak görebilir. Onların kim olduğunu bilmediğini itiraf eder, zaten onları bu kadar güzel kılan da odur. Fakat o dost ışıkların yandığı evlere girdiğimizde? Belki kızların okumaması gerektiğine inanan birini bulacağız. Belki bir hırsız, belki çocuğunu döven bir baba… Kuantum gibi, parçacığı tespit ettiğinde denklem bozuluyor: Millet mutasavverken güzeldir. İnsanları “tek tek tanıyamayacak olma” kısıtlamasından doğmuştur, meşhur Dunbar sayısını aşan örgütlenmelere ihtiyaç duyduğumuz ama bunu organik tanışmayla sağlayamadığımız için doğmuştur. Sosyal medya gerçek manada bir tanışma sunmasa da, geçici bir şekilde “normal şartlarda” asla beceremeyeceğimiz ölçüde kalabalık bir kitleye bakabilmemizi sağlıyor. Baktıkça soğuyoruz, insanlarla aramızdaki köprüler bir bir atılıyor.
Halk ozanına geri dönelim. Halk ozanının yukarıda bahsedilen işlevle yeniden doğuşu belki 60’lar, 70’ler, 80’ler ve bir nebze 90’ların rock-metal-pop gruplarının yarattığı akımlarda kendini gösteriyordu. İnsanlar kendilerini “diğerleri”nden yeterince ayıran ancak yerel bir kimlik oluşturabilecek akımlar aradılar, bunu bir nebze tatmin eden, mesela, gruplarla kurdukları hayranlık/kült ilişkisiydi. Gans’ın “sembolik etnisite”si biraz da böyle ele alınmalı: İnsan etnisitesini kaybetti, milletini kaybediyor ve başka yollarla, kısıtlı imkanlarıyla bu kimlik eksikliğini tatmine yöneliyor.
Bu arayış, sosyal medyada gördüğümüz birtakım kimliklerde tezahür ediyor: Az evvel bir dostumun attığı tweette “incel” diye bir ifade gördüm. Neymiş diye araştırdım, bizim “badak” dediğimiz şey imiş. Ancak bunun üzerine bir ideoloji inşa edilmiş – kendine epey bir taraftar kitlesi de bulmuş. MGTOW diye bir şey varmış mesela, o da öyle. Bildiğimiz LGBT var öte yandan; farklı cinsel yönelimleri ihata edeceğini umduğu yeni cinsiyet teorileriyle ideoloji inşa edip bunu kimlikleştiren. Ki bu akımlar yalnız kendilerini tarif eden kimlikler yaratmıyorlar, ihtiyaç olduğu üzre, ötekiyi de tarif edip ona kimlik veriyorlar: Terf, cis, chad farklı “sosyal medya etnisiteleri”nin yarattığı öteki kimlikleri.
Başlık bu yüzden böyle, eh daha fazla etkileşim gelsin diye böyle tabii biraz da, itiraf etmek gerekiyor. Ama göstermeye çalıştığı bu: Eşcinsellik bir kimlik midir? Bildiğimiz badak, incel olunca ne değişiyor? Çok şey değişiyor: İnsanların ihtiyaç duyduğu şey bir kabile kimliği. Odo Marquard çevirmeninin –başka türlü ifade etmek mümkün değil, affınıza sığınarak- içine sıçtığı metinde şöyle diyor: “…Ama insanlar söylence-görevlidir. Başlangıçta söylediğim gibi, eğer bu doğruysa modern nesnellik dünyasının öyküsüzlüğü bir kazanım değil, aksine sonuna kadar dayanılamayacak bir yitimdir. Bu nedenle modern dünya söylencelere ve öykülere üstün gelmemiş, aksine sadece edimsel olarak bir öykü noksanlığı bir boş alan, bir açık yaratmıştır.”
Alt-right, SJW, LGBT, incel, MGTOW, vs. vs. akımlarını böyle görmek lazım: Büyük anlatıların ve ideolojilerin yitirildiği bir devirde kendine küçük bir anlatı, küçük bir put ve küçük bir kabile arayan insanların arayışının çıkmaz sokakları, sahte ve çiğ kimlikleridir bunlar. Bütün yönleriyle ele alındığında estetiğe savaş açan modern görsel sanat, müziğin bütün bileşenlerine savaş açan rap müzik, edebiyata savaş açan yeni şiir… Bir yapbozun parçaları gibi birbirini tamamlıyor, badak incel, ibne LGBT oluyor – pisuvarın sanat eseri olması gibi. Feministler adaleti konuşmuyor, cinsiyet teorilerine merak salıyorlar, LGBT hukuki alanda adalet mücadelesi vermiyor da, yarattığı tuhaf kimlikle hem savcı, hem hakim olduğu yeni bir linç alanı yaratıyor. İnsanlığın asırlarca mücadele ederek elde ettiği kazanımlar kimsenin umrunda değil, bütün bu yeni kabile ideolojileri de herhangi bir sorunu çözmeye odaklanmıyor, mensuplarına konfor alanı sağlamakla meşgul.
Bu yazının devamı mutlaka gelir, belki yeniden yazarım. Fakat, sevgili kaari, midemden rahatsızım ve kurtulmak için birkaç ay ciddi ölçüde aç kalmam gerekecek. Doktor stresten uzak dur dediğinde yazıp çizmeyi, siyasete dair düşünmeyi ve sosyal medyayı bırakma kararı almıştım – gördüm ki bu karar daha fazla stres yaratıyor. Yazıp çizerek yaşıyorum, aç kalıp şekerim düştükçe daha çok yazasım geliyor; görme yetisini kaybedenlerin işitme yetisinin keskinleşmesi gibi. Bu yüzden sivri başlık ve dağınık form sebebiyle affına sığınıyorum, bir sonraki yazıda bu konuyu detaylı olarak ele almaya devam edelim.
M. Bahadırhan Dinçaslan