Charlie Hebdo’nun karikatüründen ve bu karikatür nedeniyle dergi merkezinin basılıp insanların canice öldürülmesinin üzerinden yıllar geçti. Aradan geçen yıllar, bu menfur hadisenin, bu en karanlık çağlarda bile nadiren yaşanan sahnenin bir ders vermesine vesile olmamış ki, aynı karikatürleri paylaşan bir öğretmen, ülkesi düzgün yönetilemediği için başkalarının ülkesine sığınmak zorunda kalmış bir aileden gelen ancak bu fırsatı kullanmak yerine ülkesinin başına gelenlerin kök nedenini ruhunda ve zihninde yaşatan aşağılık bir genç tarafından katledildi.
Konunun “Müslüman” tarafı demek istemiyorum, zira az miktarda da olsa meseleye mantıkla, objektif açıdan yaklaşan ve “insani değerleri” benimsemiş Müslüman var. O yüzden konunun “karikatür hürriyetine karşı” tarafının argümanı şu: “Peygamber karikatürü çizmek benim inancıma hakarettir ve bu yüzden yasaktır/yanlıştır”. Çok az bir kesim “karikatür çizenin/paylaşanın kafasının kesilmesi”ni doğrudan destekliyor, ancak bu eyleme ya usulen bir kınama yapılır yahut sessiz kalınırken, Fransa’nın “Fransız değerleri”ni korumak için yaptığı hamleler mesele ediliyor ve kınanıyor.
Bu meseledeki “ifade özgürlüğü”ne dair yorumlar yapmadan önce, rahmetli John Stuart Mill’den bir pasajı çevirmek gerekir diye düşündüm:
Kimse, tabii ki, kendi yargı standardının şahsi beğenisinden ibaret olduğunu kendine itiraf etmez; fakat bir uygulamaya dair fikir, rasyonel gerekçelerle desteklenmedikçe yalnızca bir insanın şahsi tercihi olarak kabul edilebilir; ve sunulduklarında eğer bu gerekçeler diğer insanların benzer tercihlerine hitap etmekten ibaretse, bu da yalnızca bir yerine birden çok insanın beğenisinden bahsediyoruz demektir. Sıradan insan için, lakin, bu şekilde desteklenen şahsi tercihi, yalnızca mükemmel bir şekilde tatminkar bir gerekçe değil, aynı zamanda dini görüşünce açıkça yazılmamış alanlarda ahlak, beğeni ve görgü açısından sahip olduğu yegane gerekçedir ve dininde yazılanı nasıl yorumlayacağına dair en önemli rehberidir. İnsanların neyin övgüye, neyin tahkire layık olduğuna dair kanaatleri, buna uygun bir şekilde, diğerlerinin nasıl davranması gerektiğine dair dileklerini etkileyen çeşitli sebeplerin tesiri altındadır; bunların sayısı da diğer herhangi bir konudaki dileklerini belirleyen sebepler kadar çoktur. Bazen mantıkları – diğer zamanlar önyargıları ve batıl inançları: Çoğunlukla sosyal eğilimleri, hiç de nadir olmayan şekilde anti-sosyal eğilimleri de; kıskançlıkları ve hasetlikleri, kibirleri ve tepeden bakışları; ama en yaygın olarak, arzuları ve kendilerine dair korkuları – meşru yahut meşru olmayan kişisel çıkarları.
Şimdi meseleyi ele alalım. Diyelim ki, Müslümanların inancı o yönde olduğu için, Müslümanların peygamberinin Müslüman olmayan, dolayısıyla onların hassasiyetlerini paylaşmayan kimseler tarafından tasvir edilmesi, ifade özgürlüğü değildir. Bu bir kaide olursa, bu defa bir başkası da pekala “bana 100 dolar verilmemesi benim dini inancımı zedeliyor, incitiyor” diyebilir. Yahut bir başkası, dedesine taptığını, dini inancına göre dedesinin tasvirinin kutsalla alay etmek olduğunu ve dedesinden pasaport fotoğrafı isteyen polisin, dini inancına hakaret ettiğini iddia edebilir. Demek bir fiilin yalnızca incitici olması, hatta -soyut kavramlara- saldırı içermesi, ifade özgürlüğü dışında değerlendirilmesi gereken bir saldırı olduğu anlamına gelmemeli.
Öte yandan, eşitlik ve mütekabiliyet gereği, eğer bir başka dinin/fikrin/dinsizliğin mensuplarının İslam’ın değerlerini eleştirmesi, yok sayması, alay konusu yapması yasaklanması gereken fiiller ise, bizzat Kuran-ı Kerim’in yasaklanması gerekir. Zira Kuran-ı Azimüşşan, yüzlerce farklı fikri, inancı, dini görüşü ve uygulamayı eleştirir, yanlış yahut yok addeder, alay konusu eder. Hatta bazılarının uygulayıcılarına doğrudan, fiziki saldırıyı salık verir.
Pekala ne yapmalı? İfade özgürlüğü konusunda kafa patlatan insanlar, basitçe “zarar verme çağrısı”nın ve yaşayan insanların kişiliğine saldırının ifade özgürlüğü kapsamına girmeyeceğine karar vermişler. Yani “falanca dini sevmiyorum”, “filanca görüş aptalcadır”, “şöyle düşünenler salaktır” ifadeleri fikir özgürlüğüdür – her ne kadar sevimsiz, can sıkıcı hatta tahrik edici olsalar da. Fakat yasayla belirlenmiş çizgiler vardır; “yaşayan” yahut yakın zamanda yaşamış ve doğrudan varisleri olan bir insana doğrudan hakaret edemezsiniz, kişiliğine saldıramazsınız ve “filanca görüşteki insanları öldürün/dövün” vs. çağrıları yapamazsınız.
Bu satırlarının yazarının hiç kutsalı yok mu? Ortalama bir Müslümana nazaran kutsal addettiğim değerlerin sayısının fazla olduğunu söyleyebilirim. Fakat, tarihteki çok sevdiğim bir karaktere, onun hatırasına bir saldırı olduğunda, saldırana aynı şekilde karşılık vermek, kınamak, bunun ne kadar edepsiz yahut yanlış bir hareket olduğunu “söylemek”le yetinirim. Zira ben de mesela Stalin’in dünyanın en aşağılık, en adi, en şerefsiz insanlarından biri olduğunu düşünüyorum. Komünistler tam tersini düşünüyor. Komünistlerle bu konuda tartışabilirim, bu tartışma epey sert de olabilir. Ama insanların komünist olma hürriyetine kategorik olarak düşmanlık edemem.
Yani ne yapacağız? Bazı hareketlerin yaptırımı manevidir, toplumsaldır. Mesela ağzı bozuk, durmadan küfreden, insanların kutsallarıyla alay eden bir insan, gözden düşer. Düşmüyorsa, taraftar topluyor, güç kazanıyorsa, o toplumda bu edepsiz ve pespaye davranış kodu onaylanmaya başlamış demektir; o toplum da bunun cezasını topyekun çözülmeye, bozulmaya uğrayarak öder. Müslümanları kızdıran içerikler üreten bir dergi, eğer içerik bir Hıristiyana dahi “ayıp etmişler” dedirtecek şekildeyse, tirajını kaybeder. Müslümanların ve sağduyulu Hıristiyanların tepkisini çeker, eleştiriye uğrar; yazarları kendilerini baskı altında hissederler. “Özgür” ortamda mücadele ve çatışma böyle olur; kelle keserek ya da insanların karikatür çizmesini yasaklayarak değil.
Öte yandan, yine Mill’e dönersek, Mill dışarıdan ya da içeriden (oto-kontrol yahut sansür) bir tahdidin, entelektüel tartışmayı verimsizleştireceğini de düşünür. Bu da doğru: Konuşmalarımız şunu incitecek, fikirlerimiz bunun zoruna gidecek diye dikkatli davranmaya başladığımızda, hakikat arayışımız baltalanır. Menfur fikirler, menfur inanışlar vardır: Yahut bizim bazı fikirleri, bazı inanışları menfur addetme hürriyetimiz. Öyle ki, addetmez ve bunu yüksek sesle dile getirmezsek, mezkur fikirler yahut inanışlar doğrudan varlığımıza kast edebilir. Saygı, hürriyete duyulur, fikir sahibi olma hürriyetine – fikrin kendisine değil. Fikrin/inancın kendisine saygı duyan bir hukuk düzeninin, mesela, ölen kardeşinin ardından dul yengesini yakmak isteyen bir Hindu’ya cevaz vermesi gerekirdi.
İşin bir başka ciheti de, eğitimsiz ve Mill’in tarif ettiği gibi korkularının, arzularının ve çevrenin pozitif geri besleme kısır döngüsünün, birbirini tahrik eden “cemaat onaylaması”nın esiri olmuş birtakım Müslümanların beklentilerinin yanında, post-modern beklentiler. Bu noktada, ultra-özgürlükçü görünen post-modern yeni akımlarla, gerici köktendinci akımlar kol koladır: Herhangi bir tarafı herhangi bir nedenden incitecek görüşlerin açıklanmaması gerektiğini savunurlar. Aklıma Sebahat Tuncel’in efsanevi denecek mesabede aptalca geliştirdiği post-modern hassasiyet geliyor, direkt meclis tutanaklarından aktarıyorum:
Değerli arkadaşlar, kadınlar olarak yeni bir dil yakalamak zorundayız. Bize karşı ayrımcı, ırkçı, milliyetçi, cinsiyetçi politikalara karşı yeni bir dil yakalarken başka ezilmişliklere de laf etmemek gerekir. Özellikle Cumhuriyet Halk Partisinden kadın arkadaşımız buradan konuşurken kendisini "Şeytan diyor ki…" diye ifade etti. Oysa yanı başımızda Şengal'de bir katliam yaşanıyor sevgili arkadaşlar. Ezidiler IŞİD tarafından katlediliyor ve bu "şeytan" diye ifade ettiğiniz şey sizin, Ezidiler tarafından kutsal olarak bilinen "Melek Tavus" diye ifade edilen bir kutsaliyet ifade ediyor ve aslında ilk IŞİD çeteleri Ezidilerin kutsal mekânlarına saldırdılar. Dolayısıyla biz bir şeyi ifade ederken, eleştirirken yeni ezilmişlikler, yeni bir nefret söylemi, yeni bir şey üretmeyelim.
Sebahat Tuncel’in beklentisiyle, “Müslüman olmayanlar peygamber karikatürü çizmesin” diyen Müslümanların beklentisi aynıdır. Hassasiyetlerin tahdit ve hatta tecrit amaçlı kullanımı ifade özgürlüğüne kast eder. Üstelik ülkemizde İslam değil, İslamcı bir hakimiyet var: İslamcılar gibi yaşamaz, düşünmez, hissetmez, konuşmaz ve davranmazsanız kafir, bir adım sonrasında da katli vacip bir yaratık olduğunuz size sürekli hatırlatılıyor. Müslümanlar böyle davranmaya devam ettikleri sürece, karşısında eziklik duydukları Batı’yla asla eşit seviyeye gelip eşit şartlarda müzakere edemeyecek, denge unsuru teşkil eden bir varlık gösteremeyecekler: Zira zihinleri hastalıklı, tahdit edilmiş bir tabular duvarıyla çevrelenip duracak. Birbirlerinin onayını almak için “gaza gelecekler” ve başkalarının sembollerine saldıracak, kendilerini iyiden iyiye gettolara hapsedecekler. Acı olansa şu: Doğrudan Müslümanlara eziyet eden Çin’e karşı, İslam dünyası denen coğrafyada birliktelik şöyle dursun, cılız bir tepki bile yok. Bir Fransız’ın, kendi görüşü, ülkesinin gelenekleri ve evrensel insan hakları beyannamesi ile uyumlu bir ders vermesi ve akabinde yaşananlar “Müslümanlar”ın tepkisini çekiyor, bu haddi kendilerinde görüyorlar ama, ezilen, öldürülen, işkence edilen Müslümanlara karşı kör kalabiliyorlar.
Mill gibi düşünürleri eskitmemiz gerekirken, “Müslümanlar”a gaz ve toz bulutundan başlayarak öğretmemiz gerekiyor bazı şeyleri, bu oldukça üzücü bir manzara.
M. Bahadırhan Dinçaslan