Yıllardır takip ettiğim Erdil Yaşaroğlu’nun karikatürleri, İslamofaşist kesimler tarafından hedef gösterildi. Dini temalı karikatürler üzerinden Charlie Hebdo çıkarımları yapan mı ararsın, Komikaze isimli bir dergide yayımlandığı için, bu dergiyi uygulamasında barındıran Turkcell’e çağrı yapanı mı… İnsanların epey hassasiyeti var ve bunları paylaşmıyorsan kesinlikle haksızsın; saldırıyı, kovulmayı yahut linci hak ediyorsun.
Pekala hassasiyetlere saygı göstermek ya da riayet etmek ne kadar doğru? Öyle ya, hassasiyet meselesi evvel emirde şahsi bir meseledir. Bu kadar şahsi bir meselede nasıl objektif bir kaide koyabiliriz? Ben, mesela, desem ki benim dinim tecavüzü emrediyor, tecavüz dinindenim. Tecavüzcüleri eleştirmek de hassasiyetlerime saldırıdır. İnan özgürlüğümü ve hassasiyetlerimi koruyan yasalar uyarınca, acaba, bu beklentimde haklı mı olacağım? Yahut, epey adanmış bir anti-komünist olarak, komünistlerin hassasiyetidir diye, Stalin’e mesela, Semenlanı İsmail gibi Karabıyık diyemeyecek, sövemeyecek miyim? Yalnızca dini hassasiyetler mi gözetilmeli, yoksa bütün hassasiyetler yasal ve gizli korumaya dahil midir?
Türkiye’de İslamcıların yaşam tarzları yahut fikirlerine uymayan bir motif gördü mü yaklaşımları bellidir. Saldırırlar, yok etmek isterler.
“Mescid hak, meyhane haram mı dersin?
Hak olan mescide meyhane neyler?”
dizelerindeki yüksek seciyeye yabancıdırlar. İnsanların kıyafetleri, mesela, onların üzerine vazifedir. Üstelik sübjektif bir saikle meseledir: Tanınma, güvenlik kaygısı yahut benzer şekilde rasyonel zeminde, objektif zeminde ele alınabilecek argümanlarla tartışmazlar. “Benim dinim bunu yasakladı, öyleyse sana da yasak” derler.
Bu hassasiyetlere riayet ettikçe, aslında, üzerimizde kurulan hassasiyet diktasını da beslemiş oluyoruz. Evet, bir dikta altındayız: Kalabalığın hassasiyetini zedelersen tepki görüyorsun; tepki görmekte bir sorun yok, ancak yasa kalabalığı koruyor ve seni mağdur ediyor.
İnsanların ekserisinin demokrasi ve saygı konusunda ya kafası karışık ya da bunları istediği gibi kullanma beklentisi var. Mesela, sosyal medya hesaplarınızda birini engellediğinizde, “hani demokrattın, beni niye engelledin” diye sorabiliyorlar. Demokrasi ve ifade özgürlüğünden anladıkları, yani, evimize gelip bas bas bağırabilme hakkı. Kamusal alan, bireysel alan gibi fikirler kafalarında henüz nüve bile oluşturmamış. “Muhatap olmak istememek”i anlayamıyorlar, o kadar az gelişmiş, o kadar düşük sosyal zekalı insanlarla çevriliyiz.
Saygı da böyle. İnsanların “fikir edinme hakkı”na saygı duyulur, yani insana saygı duyulur. Fikre saygı duyulmaz. Mesela ırkın yahut dinin, deri rengin veya cinsiyetinden dolayı “aşağı” bir insan olduğuna inanan insanlarla karşılaşabilirsin. Seni aşağı gören bir insanın fikirlerine saygı mı duyacaksın?
İşte hassasiyetler, bu yanlış beklentiler sebebiyle Türkiye’de her türlü yaratıcı fikrin, eylemin, toplumsal dönüşümün önünde duvar vazifesi görüyor. Bir tespit yapacaksın, hassasiyetler devreye giriyor. Kendi yaşamınla ilgili kendi alanında bir tasarrufta bulunacaksın, hassasiyetler parmak sallıyor. Tweet atıyorsun, o dahi insanların hassasiyetlerini zedeliyor; kimse kendi hayatıyla ilgilenmiyor zira, bütün derdi kendi hassasiyetlerini başkalarına dayatmak. Kandilde içki içmeme hassasiyetin varsa ne güzel, içmezsin, karaciğerin de dinlenir. Ama birine kandilde içki içti diye tepki göstermek ahlaksızlık değil de nedir, değil mi?
Pekala önümüze gelene sövelim, herkesi tahrik edelim, bütün hassasiyetleri kaşıyalım mı? İsterseniz yapın. Fakat tepki görürsünüz, insanlar sizinle selamı sabahı kesebilir ve hatta çok ileri giderseniz yumruk dahi yiyebilirsiniz. Yumruğa tabii karşıyız, ama hassasiyet meselesi sübjektif olduğundan ancak sübjektif dengelerle çözülebilir. Kanunla hassasiyet korumak akıl dışıdır; birey birilerinin hassasiyetine dokunduğunda tepki göreceğini bilir ve tepkiyi göze alıyorsa, sorun yok. İstediği gibi karikatür çizer, meşrebine ve zevkine uygun olanlar güler, diğerleri de okumaz, kınar, takip etmeyi keser. Ancak örgütlü ve kanunla korunan hassasiyet, üstelik özel alan, tercih alanı falan da dinlemeden, her zemini işgal ediyor, nefes alma imkanı bırakmıyor.
İnsanımız tuhaf. Evvela kolektifçi bir toplumuz. Bireyin alanı ve saygınlığı diye bir şey yok. Ama kolektif bilincin, üstelik mensuplarını da ezerek kurduğu hegemonyayı zedeleyen her şeye karşı, müthiş bir kolektif öfke var. Sonra, çocuklarımızı yanlış büyütüyoruz sanırım, ortalama bir Türk insanının birçok beklentisi var ve çoğu yersiz. Özel muamele görmek istiyor, belki de içinde büyüdüğü kolektif çorbada asla “birey” olamadığı için, kolektif aidiyetine yönelen bir özel muamele, ona geçici de olsa birey olduğunu hissettirdiği için çok kıymetli. İhtiyarlarımız, mesela, kıyafetini beğenmediği bir genci otobüste yahut sokakta azarlamayı hakkı görüyor, bu ahlaksız tavır, bu korkunç davranış modeli olumsuz algılanmak şöyle dursun, gayet içselleştirilmiş durumda.
Yani hassasiyetlerimiz de düzgün değil. Birinin yaşam alanına yapılan müdahaleden rahatsız olmak olumlu bir hassasiyettir; ama nedense düzgün, faydalı, cemiyetin uyumunu ve bireyin hürriyetini koruyan hassasiyetlerimiz de yok. Ancak ezmek için, farklıyı boğmak, bizim gibi olmayanı, hatta içten içe kıskandığımızı hizaya getirmek için hassasiyetlerimiz var. Mesela Ramazan’da oruç tutmayanlara yönelik fiziki yahut sözlü tepkiler, kınamalar, bence kıskançlık eseri. Oruç tutmaktan memnun olmayanlar, orucu umursamayanları çok kıskanıyorlar, bu yüzden saldırıyorlar. Yoksa, insan ibadetiyle meşgul olurken neden başkasının yapıp yapmadığıyla meşgul olur ki?
Her şeye rağmen, “nene lazım elin kusurun görmek / sen kendi aynana bak da öyle gel” gibi dizeler de bu topraklardan çıktı. Nesiller değiştikçe, fiziki şartlar değiştikçe davranış da değişiyor. Mesela, köyde doğanla gecekonduda doğan, nihayet sitede doğan çocuklar, başka başka davranıyorlar. O yüzden ümidim var, hassasiyetlerin bireysel alana ve bireyler arası ilişkinin geleneksel düzenleyicilerine terk edildiği, hassasiyet koruyan kanunların değil, hassasiyet dayatan eylemleri suç olarak gören bir anlayışın hakim olduğu Türkiye’yi mutlaka göreceğiz.
Ama o zamana dek çok linç edilecek, dayak yiyecek, saldırıya maruz kalacağız.
M. Bahadırhan Dinçaslan
Kaleminize sağlık, çok güzel bir yazı olmuş