AKP’lilerin (ve ekseri Türk-İslamcıların) dilinden düşmeyen bir kelime vardır: Dava. Biri mi eleştirilecek? “Davaya ihanet ettiniz!” Biri AKP’ye ters düştü de, kendini savunmak zorunda mı hissediyor? “Evet, şunu şunu yaptım ama davaya ihanet etmedim!” Görevden mi alındın? “Davaya hizmet etmeye devam edeceğim.” Göreve mi geldin? “Davamıza hizmet için geldim.”
Tanıl Bora’nın Zamanın Kelimeleri “takıntısı” bende de var, mesela TamgaTürk’te kazara “noktasında” ifadesi kullanıldığında, kullanan editöre cinayet işlemiş gibi bir muamele yapıyorum. Bütün AKP dönemini kapsayan bir zamanın kelimesi olarak “dava”, üzerine düşünmeyi hak eden bir kelime. Bu kelimeye dikkatimi ilk olarak İskender Öksüz çekmişti. Öyle ya, Taşer neden “Davamız-Dava” değil de, “Mesele” diye bir kitap yazmıştı? Bu kelimenin Türk milliyetçisi kurumların İslamcılarla flörtünden sonra literatürümüze girdiği ve aslında Müslüman Kardeşler örgütünün jargonu olduğunu söylemişti. Sözcüğün Türkçeleşmiş hali aslında “davet”tir, fakat dini esintili bir terim olarak “dava” daha uygun: Ezelden beri insanlar yeni, yabancı ve hatta anlamsız kelimelere ritüalistik bir anlam yüklerler.
Pekala bu dava nedir? Ezelden beri ifadesini lafın gelişi kullanmadım, epey eskiye gideceğiz. Daha evvel TamgaTürk’te bir söyleşisini de yayımladığımız Brian Hayden, The Power of Ritual in Prehistory eserinde tarih öncesi dönemden beri “gizli örgütler”in varlığı ve rolünden söz ediyor. Öyle gizli örgüt deyince aklınıza kimselerin bilmediği, “dünyayı yöneten gizli örgütler” gibi yapılar gelmesin. (Bu yapılara dair neşriyata daha sonra geleceğiz.) Bu örgütlerde gizlilik teşkilatın yahut üyeliğin gizli olmasından ileri gelmiyor. Hatta örgüt varlığını açıkça ilan ediyor, üyeler de çoğu zaman gururla bu örgütün mensubu olduklarını söylüyorlar. Gizli olan, bilgi. Örgütün üst kademesi ve lideri, gizli bir bilgiyi haiz olduklarını iddia ederek örgütlerini kuruyorlar. Hastalıkları iyileştirme, kötü ruhlardan korunma, kızgın bir tanrıyı yatıştırma (…) gibi “hayati” bir bilgiyi elde ettiğine ve ancak layık olanlarla bunu tedricen paylaşabileceğine dair bir iddiayla ortaya çıkan lider, bu iddiasına inandırabildiği insanları etrafına topluyor ve bir avantaj elde ediyor. Bu avantaj sayesinde topluluktaki bütün organik bağları ve siyasi/ekonomik ilişkileri alt-üst edebiliyor.
Hayden bu gizli örgütlerin ilkel toplumlardaki izini sürmüş – hem geçmişten (arkeolojik kayıtlar vs.den) örnekler veriyor, hem de halen avcı-toplayıcı olarak yaşayan insanların kültürlerinden örnekler paylaşıyor. Bu yapılar “zümre”lerden gizlilikle ayrılıyor: Çok eski dönemden beri spor, askerlik, aynı mesleğe ait olma gibi saiklerle oluşan cemiyetler var, fakat bunlarda “gizli bilgiyi edinmiş olmak” iddiası yok. Yine bu gizli örgütler, doğal olarak oluşan akrabalık bağı ve bu bağ üzerine kurulu “organik” yapıları bozabiliyor; hatta farklı etnik gruplardan bileşenler içerebiliyor. Tarihin ilk “uluslararası” yapıları bu örgütlerdir demek mümkün. (Erdoğan'ın "bizim davamız var" diyerek yurda kaçak doldurmasını hatırlayın.) Dinle ilişkileri de ilginç: “Organik şamanlık” bu örgütler için bir rakip. Şamanlar, Hayden bir Eliade alıntısıyla anlatıyor, cezbe haline yatkınlık gösterenlerin dahil olabileceği, epey küçük ve kapalı bir zümre. Abdülkadir İnan’a kulak verirsek, mesela, bir aile çocuğunda şamanlık belirtisi varsa buna sevinmez, aksine üzülür. Zira oldukça zorlu bir yola girecek ve insanlardan uzakta, sorunlu bir hayat yaşayacaktır. Hayden, bu gizli örgütlerin şamanların ayrıcalığına göz diktiğini ve onlardan en çok “misyonerlik” cihetinden ayrıldığını söylüyor: Şamanlar kimseyi şaman yapmaya çalışmazlar. Hasbelkader, lanet yahut kutsama sonucu edindikleri(ne inandıkları) yetenekleri, onlardan dileyenler için kullanırlar. Gizli örgütler ise şamanın biricikliğini ve “dini kimliği”ni ortadan kaldırarak onu profane (Lütfen bakınız: Kutsallar ve Domuzlar: İslamcılığın Sekülerleşmesi) bir politik aktör olarak görmek ister, onu kullanırlar. Şamanlara atfedilen üstün özellikleri örgütlerinin uhdesini almak ve bu yetenekleri ancak örgüt çıkarına kullanmak isterler. Zira bu gizli örgütler iki yolla hakimiyet kurarlar: Gıda bağışlamaları (makarnacılık en az fahişelik kadar kadim bir meslek demek), koruma-iyileştirme vaatleri gibi cezbedici havuçlar ve terör; yani sopa. (Bu bakımdan Cengiz’in şamanı Tebtengri’nin öldürülmesini değerlendirmek ilginç olurdu. Cengiz yarattığı kişi kültü ile tipik bir gizli örgüt lideriydi.)
İlkel toplumlarda bu gizli örgütler gıda fazlasını tekellerine alıyor, ritüel eşyaları üzerinde tekel kuruyor, bu sayede toplumun politik yapısını kendi lehlerinde yeniden şekillendiriyorlardı: Avcı-toplayıcıların aile temsilinde reislerin eşitliği üzerine bina edilmiş demokratikliği böyle yok olmuştu. Her zaman olduğu gibi o zamanlar da inanmayanlar yahut şüpheciler vardı (Hayden’ın kitabında şamanistik/pagan toplumların ortalama %10’unun ateist olduğuna dair kısa olsa da müthiş bir pasaj var) ve bunlar terör yoluyla yıldırılıyor yahut ortadan kaldırılıyorlardı. Bu örgütler, işte, tek bir esas üzerinden bu gücü elde etmişlerdi: Dava. Akrabalık, aynı etnisiteden gelme vs. anlamsızlaşıyor, “aynı gizli bilgiyi paylaşan / aynı gizli bilgiyi bilen lidere hizmet eden” insanlar, örgütteki derecelerine göre, emek vermeden çıkar elde edebiliyorlardı. Hayden’ın anlattığı işin esası budur, bu esas bugün de geçerlidir.
AKP’ye dönecek olursak, AKP tipik bir gizli örgüt. “Reis”in bir bildiği var, “bilmediğimiz şeyler var”, çok gizli, çok korkunç bir savaş veriyor ve bu savaşı ancak o verebilir. Öte yandan, bu “hakikat”i kabul ederseniz, Reis size makarna verir, kömür verir… Hiç hak etmediğiniz halde memur, müdür, vekil, bakan vb. olabilirsiniz. Eğer karşı taraftaysanız sürtüksünüz, hainsiniz, iç mihraksınız… Seçmeniyle böyle bir ilişki kurmuş yapının dağılması, yenilmesi epey zordur. Bu yapıya karşı siyaset yapılmaz – mücadele verilir. Ciddi bir psikolojik savaş verilir. Bu işin adı budur; savaştır ve zemini insan bilinci değil, bilinçaltıdır. İnsanların temel çıkarı, “iddiası”na yani “dava”sına iman ettikleri için gizli örgütün mensubu haline geldikten sonra, emek vermeden, hak etmeden, mensubiyet kıdemi ve iman derecesine göre bir ödül almaktır – “bu ödülü vermeyeceğim”demek etiktir bir tavırdır, ancak ikna edici değildir. Yine Hayden, rakip ve çoğu zaman güçlü “gizli örgüt”ler karşısında başka gizli örgütlerin doğduğunu, aynı yöntemlerle taraftar toplayıp kendilerini korumaya aldıklarını anlatıyor. Bu bir yöntem – ancak çoğu muhtemel senaryoda AKP’yi devirmeye çalışırken AKP’lileşmek demek.
Modern zamana dönelim; Kissinger, Diplomasi isimli eserinde ABD’nin izolasyondan çıkıp küresel bir aktör olmaya soyunmasıyla bir şeyin değiştiğini söyler: Avrupa için diplomasi güç mücadelesidir, güç dengesinin edebiyatıdır. ABD için diplomasi değerlerin, kriterlerin, kaidelerin konması ve korunmasıdır, yani “etik” bir meseledir. (Bu etiğin ne kadar tutarlı yahut doğru olduğu ayrı bir tartışma konusu.) Türkiye’de siyaset, ordunun garantörlüğünde ABD tipi kurulmuştu: Rejim kriterleri ve değerleriyle çatışmadığınız sürece istediğiniz gibi siyaset yapabiliyordunuz ve katî güç sahibi değilseniz dahi, bu gücün karşınıza koyabileceği bariyerleri yıkabilmeniz için devlet size küçük de olsa imkan sağlıyordu, bu güçten pay almanız da zor değildi. Fakat AKP ile Türkiye’de siyaset katî güçle (hardpower) yapılan bir işe dönüştü – o gücün de ekserisini AKP elinde tutuyor. AKP’nin uhdesinde olmayan güç ise, ancak yabancı sermaye ile fonlanabiliyor. Zira AKP Türkiye içerisinde kendisine katî güç sahibi bir rakip yaratmayacak kadar hakim ve muktedir.
Şu halde, muhalefetin AKP’nin “dava”sını hedef almadan kazanma şansı yok – kendisini “yabancı” kaynaklı katî güçle takviye etmediği sürece tabii. Bu ikinci seçenek son zamanlarda tercih edilir olduğunu epey gösterdi, muhalefetin akıllara durgunluk veren çıkışlarını “siyasetin finansmanı” zaviyesinden okumamak yaptığınız analizi körleştirir. (Hatta çoğu zaman anlam veremez, siyasilerin deli olduğuna ikna olur çıkarsınız.) Dava hedef alındığında ise, karşımızda maalesef etkili olan bir aklıevvel icadı olarak “endişeli muhafazakarları incitme” kaygısının duvarı var. Bu yol bizi iki ihtimalde de AKP’nin kazanmasına götürüyor: Ya AKP’nin kendisinin kazanması, ya AKP’leşen muhalefetin kazanması.
“Gizli örgüt” kavramını Hayden’ın kullandığı anlamıyla bizim kültürümüzdeki tanıdık olgulardan en iyi karşılayan müessese, tarikattir. Tarikatler, aynı gizli örgütler gibi “açık ve ortada olan din”i sevmez, gizli bilgiye vurgu yapar ve ayrıcalıklı bir sınıf yaratarak, bu sınıfın cüssesinin adaletsiz bir “fayda”ya tahvil edilmesini sağlar, bu sayede çekirdek kadrolarını palazlandırırlar. AKP’yi bir neo-tarikat olarak görmek, çözümün başlangıcıdır. Bu tarikatin anlatısının etkili olmasını engelleyecek işler yapmak da, bu neo-siyasetin gereğidir. Onlar nasıl ulusalcı ortakları ve Türk-İslamcı hizmetkarlarıyla komplo teorileri yayıyor, belli ikonları belirginleştirip, bazı ikonların içini boşaltıp dönüştürerek kitleleri peşinden sürüklüyorlarsa, bunun “anti”sini yapmak ve AKP/Ulusalcı/Türk-İslamcı ittifakının ikonlarına saldırmak, anlatısını sarsmak gerekiyor. Yine bunu, küresel şebekelerin vizyon ve kurgusu dahilinde değil, “yerli ve milli” temellere dayanarak yapmak gerekiyor – AKP’ye gizli örgütünü semirtmek için müthiş bir imkan sağlayan da, ilk planda, bu küresel şebekeydi.
Bunun mümkün olması için, “şüpheci” vatandaş tipinin korunması gerekiyor. Zira aç kalmak, yalnız kalmak, işten atılmak, saldırıya uğramak – bunlar 1500 yıl önce Kuzey Amerika yerlilerinde de var olan tehditlerdi, bugün de geçerli tehditler. Sokağa yayılan dedikodu ağları, rakip ikonlar, anlatılar gerekiyor. AKP’nin “dava”sını besleyen hiçbir ikona paye vermemek, hiçbir söz söylememek gerekiyor. Bir yandan Necip Fazıl anıp, diğer yandan Pontusçu yahut Kürtçü şarkıcıyla etkinlik düzenleyen muhalefeti düşününce, iki tuzağa birden düşüyoruz gibi: AKP’nin anlatı zeminini “muhafazakarlar bizi de sevsin” diye beslemek yahut siyasetin finansmanını bulduğun alternatiflerin ajandasına göre hareket etmek.
Muhafazakarlar AKP’yi ideolojik gerekçelerle değil, yukarıda zikredilen çıkar gerekçeleriyle benimsiyorlar. Herhalde en etkili yol, artık pasta küçüldüğü için piramidin altındaki kalabalığın artık “yeme” imkanının kalmadığını, yukarıdakilerinse küçülen pastadan daha büyük paylar almaya başladığını anlatmak. Ancak bu anlatının başarılı olması için muhalif kitlelere özgüven aşılamak, onları inanmış ve ateşli aktivistler olarak örgütleyebilmek lazım ki, muhalif liderler beceriksizlik, kifayetsizlik ve muhterislik müsellesinde kıvranırken bu pek mümkün değil gibi. AKP’nin kitleleri zehirlerken anlattığı masallara, okuduğu mavallara aşağı yukarı aynı derecede inanan, aynı komplo teorilerinden, aynı zehirli inançlardan ve fikirlerden beslenen “merkez sağ” zihniyetinin büyük oranda bürüdüğü İYİ Parti, yahut yeni masal ve mavalları AB’den ithal etmeye çalışan CHP; AKP’den ve muhalefetten kopan irili ufaklı partiler, bunlar bu işi başaramayacaklar. Bütün bunlara rağmen seçim kazanılırsa, bu muhalif seçmenin “örgütsüz başarısı” olacak ve post-AKP döneminde bunun hakkının teslim edilmesi için siyaset yapacağım.
M. Bahadırhan Dinçaslan
Tanıl Bora’nın Zamanın Kelimeleri “takıntısı” bende de var, mesela TamgaTürk’te kazara “noktasında” ifadesi kullanıldığında, kullanan editöre cinayet işlemiş gibi bir muamele yapıyorum. Bütün AKP dönemini kapsayan bir zamanın kelimesi olarak “dava”, üzerine düşünmeyi hak eden bir kelime. Bu kelimeye dikkatimi ilk olarak İskender Öksüz çekmişti. Öyle ya, Taşer neden “Davamız-Dava” değil de, “Mesele” diye bir kitap yazmıştı? Bu kelimenin Türk milliyetçisi kurumların İslamcılarla flörtünden sonra literatürümüze girdiği ve aslında Müslüman Kardeşler örgütünün jargonu olduğunu söylemişti. Sözcüğün Türkçeleşmiş hali aslında “davet”tir, fakat dini esintili bir terim olarak “dava” daha uygun: Ezelden beri insanlar yeni, yabancı ve hatta anlamsız kelimelere ritüalistik bir anlam yüklerler.
Pekala bu dava nedir? Ezelden beri ifadesini lafın gelişi kullanmadım, epey eskiye gideceğiz. Daha evvel TamgaTürk’te bir söyleşisini de yayımladığımız Brian Hayden, The Power of Ritual in Prehistory eserinde tarih öncesi dönemden beri “gizli örgütler”in varlığı ve rolünden söz ediyor. Öyle gizli örgüt deyince aklınıza kimselerin bilmediği, “dünyayı yöneten gizli örgütler” gibi yapılar gelmesin. (Bu yapılara dair neşriyata daha sonra geleceğiz.) Bu örgütlerde gizlilik teşkilatın yahut üyeliğin gizli olmasından ileri gelmiyor. Hatta örgüt varlığını açıkça ilan ediyor, üyeler de çoğu zaman gururla bu örgütün mensubu olduklarını söylüyorlar. Gizli olan, bilgi. Örgütün üst kademesi ve lideri, gizli bir bilgiyi haiz olduklarını iddia ederek örgütlerini kuruyorlar. Hastalıkları iyileştirme, kötü ruhlardan korunma, kızgın bir tanrıyı yatıştırma (…) gibi “hayati” bir bilgiyi elde ettiğine ve ancak layık olanlarla bunu tedricen paylaşabileceğine dair bir iddiayla ortaya çıkan lider, bu iddiasına inandırabildiği insanları etrafına topluyor ve bir avantaj elde ediyor. Bu avantaj sayesinde topluluktaki bütün organik bağları ve siyasi/ekonomik ilişkileri alt-üst edebiliyor.
Hayden bu gizli örgütlerin ilkel toplumlardaki izini sürmüş – hem geçmişten (arkeolojik kayıtlar vs.den) örnekler veriyor, hem de halen avcı-toplayıcı olarak yaşayan insanların kültürlerinden örnekler paylaşıyor. Bu yapılar “zümre”lerden gizlilikle ayrılıyor: Çok eski dönemden beri spor, askerlik, aynı mesleğe ait olma gibi saiklerle oluşan cemiyetler var, fakat bunlarda “gizli bilgiyi edinmiş olmak” iddiası yok. Yine bu gizli örgütler, doğal olarak oluşan akrabalık bağı ve bu bağ üzerine kurulu “organik” yapıları bozabiliyor; hatta farklı etnik gruplardan bileşenler içerebiliyor. Tarihin ilk “uluslararası” yapıları bu örgütlerdir demek mümkün. (Erdoğan'ın "bizim davamız var" diyerek yurda kaçak doldurmasını hatırlayın.) Dinle ilişkileri de ilginç: “Organik şamanlık” bu örgütler için bir rakip. Şamanlar, Hayden bir Eliade alıntısıyla anlatıyor, cezbe haline yatkınlık gösterenlerin dahil olabileceği, epey küçük ve kapalı bir zümre. Abdülkadir İnan’a kulak verirsek, mesela, bir aile çocuğunda şamanlık belirtisi varsa buna sevinmez, aksine üzülür. Zira oldukça zorlu bir yola girecek ve insanlardan uzakta, sorunlu bir hayat yaşayacaktır. Hayden, bu gizli örgütlerin şamanların ayrıcalığına göz diktiğini ve onlardan en çok “misyonerlik” cihetinden ayrıldığını söylüyor: Şamanlar kimseyi şaman yapmaya çalışmazlar. Hasbelkader, lanet yahut kutsama sonucu edindikleri(ne inandıkları) yetenekleri, onlardan dileyenler için kullanırlar. Gizli örgütler ise şamanın biricikliğini ve “dini kimliği”ni ortadan kaldırarak onu profane (Lütfen bakınız: Kutsallar ve Domuzlar: İslamcılığın Sekülerleşmesi) bir politik aktör olarak görmek ister, onu kullanırlar. Şamanlara atfedilen üstün özellikleri örgütlerinin uhdesini almak ve bu yetenekleri ancak örgüt çıkarına kullanmak isterler. Zira bu gizli örgütler iki yolla hakimiyet kurarlar: Gıda bağışlamaları (makarnacılık en az fahişelik kadar kadim bir meslek demek), koruma-iyileştirme vaatleri gibi cezbedici havuçlar ve terör; yani sopa. (Bu bakımdan Cengiz’in şamanı Tebtengri’nin öldürülmesini değerlendirmek ilginç olurdu. Cengiz yarattığı kişi kültü ile tipik bir gizli örgüt lideriydi.)
İlkel toplumlarda bu gizli örgütler gıda fazlasını tekellerine alıyor, ritüel eşyaları üzerinde tekel kuruyor, bu sayede toplumun politik yapısını kendi lehlerinde yeniden şekillendiriyorlardı: Avcı-toplayıcıların aile temsilinde reislerin eşitliği üzerine bina edilmiş demokratikliği böyle yok olmuştu. Her zaman olduğu gibi o zamanlar da inanmayanlar yahut şüpheciler vardı (Hayden’ın kitabında şamanistik/pagan toplumların ortalama %10’unun ateist olduğuna dair kısa olsa da müthiş bir pasaj var) ve bunlar terör yoluyla yıldırılıyor yahut ortadan kaldırılıyorlardı. Bu örgütler, işte, tek bir esas üzerinden bu gücü elde etmişlerdi: Dava. Akrabalık, aynı etnisiteden gelme vs. anlamsızlaşıyor, “aynı gizli bilgiyi paylaşan / aynı gizli bilgiyi bilen lidere hizmet eden” insanlar, örgütteki derecelerine göre, emek vermeden çıkar elde edebiliyorlardı. Hayden’ın anlattığı işin esası budur, bu esas bugün de geçerlidir.
AKP’ye dönecek olursak, AKP tipik bir gizli örgüt. “Reis”in bir bildiği var, “bilmediğimiz şeyler var”, çok gizli, çok korkunç bir savaş veriyor ve bu savaşı ancak o verebilir. Öte yandan, bu “hakikat”i kabul ederseniz, Reis size makarna verir, kömür verir… Hiç hak etmediğiniz halde memur, müdür, vekil, bakan vb. olabilirsiniz. Eğer karşı taraftaysanız sürtüksünüz, hainsiniz, iç mihraksınız… Seçmeniyle böyle bir ilişki kurmuş yapının dağılması, yenilmesi epey zordur. Bu yapıya karşı siyaset yapılmaz – mücadele verilir. Ciddi bir psikolojik savaş verilir. Bu işin adı budur; savaştır ve zemini insan bilinci değil, bilinçaltıdır. İnsanların temel çıkarı, “iddiası”na yani “dava”sına iman ettikleri için gizli örgütün mensubu haline geldikten sonra, emek vermeden, hak etmeden, mensubiyet kıdemi ve iman derecesine göre bir ödül almaktır – “bu ödülü vermeyeceğim”demek etiktir bir tavırdır, ancak ikna edici değildir. Yine Hayden, rakip ve çoğu zaman güçlü “gizli örgüt”ler karşısında başka gizli örgütlerin doğduğunu, aynı yöntemlerle taraftar toplayıp kendilerini korumaya aldıklarını anlatıyor. Bu bir yöntem – ancak çoğu muhtemel senaryoda AKP’yi devirmeye çalışırken AKP’lileşmek demek.
Modern zamana dönelim; Kissinger, Diplomasi isimli eserinde ABD’nin izolasyondan çıkıp küresel bir aktör olmaya soyunmasıyla bir şeyin değiştiğini söyler: Avrupa için diplomasi güç mücadelesidir, güç dengesinin edebiyatıdır. ABD için diplomasi değerlerin, kriterlerin, kaidelerin konması ve korunmasıdır, yani “etik” bir meseledir. (Bu etiğin ne kadar tutarlı yahut doğru olduğu ayrı bir tartışma konusu.) Türkiye’de siyaset, ordunun garantörlüğünde ABD tipi kurulmuştu: Rejim kriterleri ve değerleriyle çatışmadığınız sürece istediğiniz gibi siyaset yapabiliyordunuz ve katî güç sahibi değilseniz dahi, bu gücün karşınıza koyabileceği bariyerleri yıkabilmeniz için devlet size küçük de olsa imkan sağlıyordu, bu güçten pay almanız da zor değildi. Fakat AKP ile Türkiye’de siyaset katî güçle (hardpower) yapılan bir işe dönüştü – o gücün de ekserisini AKP elinde tutuyor. AKP’nin uhdesinde olmayan güç ise, ancak yabancı sermaye ile fonlanabiliyor. Zira AKP Türkiye içerisinde kendisine katî güç sahibi bir rakip yaratmayacak kadar hakim ve muktedir.
Şu halde, muhalefetin AKP’nin “dava”sını hedef almadan kazanma şansı yok – kendisini “yabancı” kaynaklı katî güçle takviye etmediği sürece tabii. Bu ikinci seçenek son zamanlarda tercih edilir olduğunu epey gösterdi, muhalefetin akıllara durgunluk veren çıkışlarını “siyasetin finansmanı” zaviyesinden okumamak yaptığınız analizi körleştirir. (Hatta çoğu zaman anlam veremez, siyasilerin deli olduğuna ikna olur çıkarsınız.) Dava hedef alındığında ise, karşımızda maalesef etkili olan bir aklıevvel icadı olarak “endişeli muhafazakarları incitme” kaygısının duvarı var. Bu yol bizi iki ihtimalde de AKP’nin kazanmasına götürüyor: Ya AKP’nin kendisinin kazanması, ya AKP’leşen muhalefetin kazanması.
“Gizli örgüt” kavramını Hayden’ın kullandığı anlamıyla bizim kültürümüzdeki tanıdık olgulardan en iyi karşılayan müessese, tarikattir. Tarikatler, aynı gizli örgütler gibi “açık ve ortada olan din”i sevmez, gizli bilgiye vurgu yapar ve ayrıcalıklı bir sınıf yaratarak, bu sınıfın cüssesinin adaletsiz bir “fayda”ya tahvil edilmesini sağlar, bu sayede çekirdek kadrolarını palazlandırırlar. AKP’yi bir neo-tarikat olarak görmek, çözümün başlangıcıdır. Bu tarikatin anlatısının etkili olmasını engelleyecek işler yapmak da, bu neo-siyasetin gereğidir. Onlar nasıl ulusalcı ortakları ve Türk-İslamcı hizmetkarlarıyla komplo teorileri yayıyor, belli ikonları belirginleştirip, bazı ikonların içini boşaltıp dönüştürerek kitleleri peşinden sürüklüyorlarsa, bunun “anti”sini yapmak ve AKP/Ulusalcı/Türk-İslamcı ittifakının ikonlarına saldırmak, anlatısını sarsmak gerekiyor. Yine bunu, küresel şebekelerin vizyon ve kurgusu dahilinde değil, “yerli ve milli” temellere dayanarak yapmak gerekiyor – AKP’ye gizli örgütünü semirtmek için müthiş bir imkan sağlayan da, ilk planda, bu küresel şebekeydi.
Bunun mümkün olması için, “şüpheci” vatandaş tipinin korunması gerekiyor. Zira aç kalmak, yalnız kalmak, işten atılmak, saldırıya uğramak – bunlar 1500 yıl önce Kuzey Amerika yerlilerinde de var olan tehditlerdi, bugün de geçerli tehditler. Sokağa yayılan dedikodu ağları, rakip ikonlar, anlatılar gerekiyor. AKP’nin “dava”sını besleyen hiçbir ikona paye vermemek, hiçbir söz söylememek gerekiyor. Bir yandan Necip Fazıl anıp, diğer yandan Pontusçu yahut Kürtçü şarkıcıyla etkinlik düzenleyen muhalefeti düşününce, iki tuzağa birden düşüyoruz gibi: AKP’nin anlatı zeminini “muhafazakarlar bizi de sevsin” diye beslemek yahut siyasetin finansmanını bulduğun alternatiflerin ajandasına göre hareket etmek.
Muhafazakarlar AKP’yi ideolojik gerekçelerle değil, yukarıda zikredilen çıkar gerekçeleriyle benimsiyorlar. Herhalde en etkili yol, artık pasta küçüldüğü için piramidin altındaki kalabalığın artık “yeme” imkanının kalmadığını, yukarıdakilerinse küçülen pastadan daha büyük paylar almaya başladığını anlatmak. Ancak bu anlatının başarılı olması için muhalif kitlelere özgüven aşılamak, onları inanmış ve ateşli aktivistler olarak örgütleyebilmek lazım ki, muhalif liderler beceriksizlik, kifayetsizlik ve muhterislik müsellesinde kıvranırken bu pek mümkün değil gibi. AKP’nin kitleleri zehirlerken anlattığı masallara, okuduğu mavallara aşağı yukarı aynı derecede inanan, aynı komplo teorilerinden, aynı zehirli inançlardan ve fikirlerden beslenen “merkez sağ” zihniyetinin büyük oranda bürüdüğü İYİ Parti, yahut yeni masal ve mavalları AB’den ithal etmeye çalışan CHP; AKP’den ve muhalefetten kopan irili ufaklı partiler, bunlar bu işi başaramayacaklar. Bütün bunlara rağmen seçim kazanılırsa, bu muhalif seçmenin “örgütsüz başarısı” olacak ve post-AKP döneminde bunun hakkının teslim edilmesi için siyaset yapacağım.
M. Bahadırhan Dinçaslan