Altı siyasi partinin lideri bir araya geldiğinden beri zihnimde bir fırtına var. Fikirler, eleştiriler uçuşuyor: Bir o taraftan, bir bu taraftan bakıyorum ve nereden baksam muhalefetin gidişatının iyi olmadığını görüyorum. Daha önce bir açık mektupla iletişim zaviyesinden bakmıştım. Özetle demiştim ki, muhalif liderler doğru ve akılda kalıcı bir mesaj veremedikleri gibi, çok mesaj vermeye çalışıp kafa karıştırıyorlar.
Şimdi başka bir şeye dikkat çekmek lazım: Muhaliflerdeki güvensizlik. Evet, çok kısa bir süre için ekonomik krizin art arda zirvelerini görünce bir güven hissi yaşadık. Bizim yaşadığımızdan daha fazlasını muhalif liderler yaşadılar ve “bu iş cepte” diye düşündüklerinden, partilerini oluşturan çıkar gruplarının iç gündemlerini dayatarak “aradan çıkarma”yı seçtiler. Yani bu güven hissi muhalefetin bir blok olarak yükselmesini, temas ettiği kesim ve kişi sayısını artırmasını, karşı tarafın saflarını zedelemesini vs. sağlamadı. Yalnızca siyaset simsarlarının “fırsat bu fırsat” iştihasını kamçıladı. Tuhaf söylemler, vaatler, hamleler havada uçuştu. Neticede görüyoruz ki, AKP uzaklaşan ve “kararsız”a dönüşen seçmeninin bir kısmını geri kazanmayı başardı. Bunda, kriz zamanlarında güvenli ve tanıdık bir limana sığınmayı, “dereyi geçerken at değiştirmemeyi” öğütleyen içgüdülerin de payı var. Hülasa, muhalefet Erdoğan’ın ekonomistliğinin getirdiği krizden fırsat çıkaramadığı gibi, kendisi açısından bir kriz yarattı.
Kitleler, kalabalıklar sözkonusu olduğunda rasyonel düşünce, bilimsel çıkarımlar ve hatta menfaatler bir kenara bırakılır. Siyaset ve demokrasi, basitçe, ilkel dürtülerin ve önyargıların güdümündeki yığınları, o yığınların hareketlerini belirleyen amilleri bularak, hiç değilse teoride daha elit ve aklıbaşında kimselerin toplumsal menfaat için sevk ve idare etmesi demektir. Zira kalabalıklar bir araya geldiklerinde önyargı paylaşırlar. İnsanlar çoğu zaman kendileri için neyin iyi olduğunu karar verecek yetenekte değillerdir, zira “kalabalık” böyle bir şeydir ve her şeye rağmen kalabalıkların siyasi süreçlere dahli ve iknasını da beraberinde getirdiğinden demokrasi de iyi bir şeydir – yeter ki kalabalıkları sevk ve idare edenler temsil ettikleri kitlenin doğrudan, sıradan, herhangi bir bileşeni olmasınlar. Türkiye’de bu iş tersine döndü, kalabalıklar elitleri sevk ve idare ediyorlar – tam olarak bu yüzden “bizden biri” imajının hiç olmaması gerekirken epey siyasi getirisi var.
Şu halde kalabalıkların nasıl hareket ettiğini anlamak gerekir. Pietro Ortoleva ve Erik Snowberg, Overconfidence in Political Behavior başlıklı makalelerinde birçok ufuk açıcı bulgunun yanında şu tespiti yapıyorlar: Aşırı-özgüven (overconfidence) seçmenin sandığa gitmesini, partisine sadık olmasını ve siyasete katılmasını sağlıyor. Bu bağlamda bazı senaryolarda aşırı-özgüven, seçmenin belli konularda Dunning-Krueger etkisine benzer biçimde çok az ve çoğu zaman yanlı malumat edinip, bunu bilgi varsayarak özgüvenli bir şekilde sonuca ulaşmasını ifade ediyor. Bu özgüvenli seçmen siyasetin her kanadında var, ancak karşı cephede yokluğu durumunda siyasi aktörler kitlelerini daha iyi konsolide edebiliyor, bu sayede seçimleri “daha yüksek özgüvenli seçmen”e sahip oldukları için kazanıyorlar – ülkedeki seçmenlerin kahir ekseriyetine sahip oldukları için değil. Yazarlar bu fenomeni aynı zamanda komplo teorilerinin yaygınlığıyla da bağdaştırıyorlar: Lozan’a dair iki satır okumamış AKP’li, kulaktan dolma birkaç bilgiyle Lozan’ın 2023’te biteceğine inanabiliyor ve bu inancı bir kimya profesörünün karbonun kimyasal bağ potansiyeline dair bildiklerine olan inancından daha kesin.
Bu demek oluyor ki, karşımızda özgüveni hala yüksek, bu yüzden sandığa gitmeye, seçimi bir “ölüm-kalım savaşı” olarak görmeye meyyal bir kitle var. Üstelik AKP seçmeninin bir kısmı ekonomik sebeplerden ötürü AKP’ye oy vermekten vazgeçince, dış güçler, ekonomik savaş vs. gibi komplo teorileriyle bu kitle içine çekiliyor. Kısa vadeli rahatlamalar ve yeni ekonomik zorluk seviyesine alışma, AKP’nin mezkur argümanlarla seçmenine yüksek özgüven aşılayarak seçmenin oy verme gerekçelerini ve adresini kesinleştirmesini sağlıyor.
Beri yanda ise sürekli olarak kendi seçmenini küstüren, kızdıran, kafasını karıştıran bir muhalefet var. AKP’den kopan partiler AKP seçmenine hitap eden politikalar yapmıyorlar da, geleneksel muhalif tabanın küçük kırıntılarına tamah ediyorlar – mesela. Saadet Partisi İslamcılık yaparak İslamcı zeminde “neden AKP’ye oy verilmemesi gerektiği”ni anlatmak yerine, CHP’li kesimin hoşuna gidecek, ancak onun göreceği mecralarda yayımlanan reklam kampanyaları yapıyor. Sürekli ezberler, beylik laflar ve saplantılı, yersiz fikirlerle yönetilen muhalefetin kitlesi bu yüzden sağlam değil, özgüvenli hiç değil, tereddüt içinde. Büyük muhalefet partileriyle yersiz çatışmaya girmediği sürece temsil edilmediğini düşünen azınlık seçmen gruplarını sandığa çekmesini ve bu sayede hem millete, hem seçimlere faydalı olmasını umduğum kopuş partileri, yani Memleket ve Zafer Partileri de bu işlevi üstlenmekten çok, duygusal tesirler altında sabık partileriyle kapışmaktan zevk alıyorlar.
İYİ Parti, mesela, “merkez sağ” denen ne idüğü belirsiz alanda onca hamle olmasına rağmen tutmamış olmasını ve kendisinin çok daha genç ve zayıf bir partiyken hemen rüştünü ispatlamasını anlamıyor da, oturması ve konsolide etmesi gereken siyasi pozisyon yerine her gün bir başka siyasi söylemin tesirinde savruluyor. CHP belediye başkanları özelinde iki başarı hikayesi yazmayı başaran parti değilmişçesine saçmalıyor ve çuvallıyor. Bu başarı hikayeleri çoktan çatışma hikayelerine döndü bile. Erken seçim talebi en tepeden en aşağıya muhalefet içinden dile getirilirken seçime gidecek aday belli değil ve son toplantıdan sonra yapılan açıklamalara bakılırsa Kılıçdaroğlu aday olacak gibi. Kendisinin teorik adaylığına itirazım yok, ancak bu süreç öyle yönetildi ki yarın “Kılıçdaroğlu adayımızdır” açıklaması muhalif kitlelerin özgüvenini iyice kıracak. Muhalefetin içindeki küçük “özgüvenli azınlık” (ki ben de onlardan biriyim) sair sebeplerden değil Kılıçdaroğlu’na, Kılıçdaroğlu’nun kirli çorabına dahi Tayyip karşısında oy vermeye hazır, ancak bu kitlenin Cumhurbaşkanlığı seçimini kazandırmayacağı aşikar ve muhalefet daha geniş bir kesimin tek bir safta özgüvenli bir şekilde birleşmesini sağlayacak bir anlatı ve yönetim yerine şimdiden bakanlık, genel müdürlük, müşavirlik ve ihale dağıtma çekişmelerine girmiş gibi. İYİ Parti’nin kuruluşunda yer alıp şahitlik etmiş biri olarak söyleyebilirim ki bu tavır ilk seçimde partinin beklenenden birkaç puan daha düşük oy almasına neden olmuştu. Zira bize seçimi kazanacağına inanmış ve özgüvenli yöneticiler değil, seçmenler lazım. Toplasan birkaç bin kişi edecek bir cemaat seçimin kazanılacağından emin halde rant bölüşme kavgasına kapılırken, seçmen tedirgin, huzursuz ve güvensiz.
Böyle bir tabloda Tayyip Erdoğan’ın yeniden seçileceği aşikar. Siyaset yapmadığını açıklayan ve kendisini hedef alan tehditlere karşı dahi tuhaf bir şekilde aşırı sessiz kalan Mansur Yavaş’ın -maalesef- iyi bir aday olduğunu düşünmüyorum. Tayyip Erdoğan’a sibernetik açıdan çok benzeyen Ekrem İmamoğlu, Erdoğan’ın gitmesi için bir şanstır. Kendisinin ideolojik pozisyonundan hoşlanmıyorum, seçilirse seçildiği zaman ona da muhalefet edeceğim gibi duruyor. Ancak bu seçimler biraz da “kimin muhalifi olalım?” sorusunu sorduğumuz seçimler; kitlenin huzursuzluğunu artırıp sandığa gitme oranımızı düşürecek, özgüvenimizi zedeleyecek ve kaybedecek bir adaydansa kökleşmiş ve obezleşmiş bir tiranı devirip yeni tiran olma namzediyken kapışacağım ve kazanacak bir adayı tercih ederim.
Toplantıdan sonra yayımlanan metinde “Türkiye’nin uzlaşı ile çözemeyeceği hiçbir sorunu yok” deniyor. Türkiye’nin kahir ekseriyeti her şeyi Erdoğan’ın çözeceği yönünde uzlaşmış halde ve binlerce sorunumuz var, çözümsüzlükten kıvranıyoruz. Bize böyle beylik laflar değil, gözümüzde ışık yakacak, kararsız seçmeni kendi kalabalığına “özgüvenle” katacak bir aday lazım.
Karşımızda Çeliktepe Cengizhan Lisesi var, bizim Lise dö Sen Benuğa sloganlarımız çıkışta dayak yememize sebep olur.
M. Bahadırhan Dinçaslan
Şimdi başka bir şeye dikkat çekmek lazım: Muhaliflerdeki güvensizlik. Evet, çok kısa bir süre için ekonomik krizin art arda zirvelerini görünce bir güven hissi yaşadık. Bizim yaşadığımızdan daha fazlasını muhalif liderler yaşadılar ve “bu iş cepte” diye düşündüklerinden, partilerini oluşturan çıkar gruplarının iç gündemlerini dayatarak “aradan çıkarma”yı seçtiler. Yani bu güven hissi muhalefetin bir blok olarak yükselmesini, temas ettiği kesim ve kişi sayısını artırmasını, karşı tarafın saflarını zedelemesini vs. sağlamadı. Yalnızca siyaset simsarlarının “fırsat bu fırsat” iştihasını kamçıladı. Tuhaf söylemler, vaatler, hamleler havada uçuştu. Neticede görüyoruz ki, AKP uzaklaşan ve “kararsız”a dönüşen seçmeninin bir kısmını geri kazanmayı başardı. Bunda, kriz zamanlarında güvenli ve tanıdık bir limana sığınmayı, “dereyi geçerken at değiştirmemeyi” öğütleyen içgüdülerin de payı var. Hülasa, muhalefet Erdoğan’ın ekonomistliğinin getirdiği krizden fırsat çıkaramadığı gibi, kendisi açısından bir kriz yarattı.
Kitleler, kalabalıklar sözkonusu olduğunda rasyonel düşünce, bilimsel çıkarımlar ve hatta menfaatler bir kenara bırakılır. Siyaset ve demokrasi, basitçe, ilkel dürtülerin ve önyargıların güdümündeki yığınları, o yığınların hareketlerini belirleyen amilleri bularak, hiç değilse teoride daha elit ve aklıbaşında kimselerin toplumsal menfaat için sevk ve idare etmesi demektir. Zira kalabalıklar bir araya geldiklerinde önyargı paylaşırlar. İnsanlar çoğu zaman kendileri için neyin iyi olduğunu karar verecek yetenekte değillerdir, zira “kalabalık” böyle bir şeydir ve her şeye rağmen kalabalıkların siyasi süreçlere dahli ve iknasını da beraberinde getirdiğinden demokrasi de iyi bir şeydir – yeter ki kalabalıkları sevk ve idare edenler temsil ettikleri kitlenin doğrudan, sıradan, herhangi bir bileşeni olmasınlar. Türkiye’de bu iş tersine döndü, kalabalıklar elitleri sevk ve idare ediyorlar – tam olarak bu yüzden “bizden biri” imajının hiç olmaması gerekirken epey siyasi getirisi var.
Şu halde kalabalıkların nasıl hareket ettiğini anlamak gerekir. Pietro Ortoleva ve Erik Snowberg, Overconfidence in Political Behavior başlıklı makalelerinde birçok ufuk açıcı bulgunun yanında şu tespiti yapıyorlar: Aşırı-özgüven (overconfidence) seçmenin sandığa gitmesini, partisine sadık olmasını ve siyasete katılmasını sağlıyor. Bu bağlamda bazı senaryolarda aşırı-özgüven, seçmenin belli konularda Dunning-Krueger etkisine benzer biçimde çok az ve çoğu zaman yanlı malumat edinip, bunu bilgi varsayarak özgüvenli bir şekilde sonuca ulaşmasını ifade ediyor. Bu özgüvenli seçmen siyasetin her kanadında var, ancak karşı cephede yokluğu durumunda siyasi aktörler kitlelerini daha iyi konsolide edebiliyor, bu sayede seçimleri “daha yüksek özgüvenli seçmen”e sahip oldukları için kazanıyorlar – ülkedeki seçmenlerin kahir ekseriyetine sahip oldukları için değil. Yazarlar bu fenomeni aynı zamanda komplo teorilerinin yaygınlığıyla da bağdaştırıyorlar: Lozan’a dair iki satır okumamış AKP’li, kulaktan dolma birkaç bilgiyle Lozan’ın 2023’te biteceğine inanabiliyor ve bu inancı bir kimya profesörünün karbonun kimyasal bağ potansiyeline dair bildiklerine olan inancından daha kesin.
Bu demek oluyor ki, karşımızda özgüveni hala yüksek, bu yüzden sandığa gitmeye, seçimi bir “ölüm-kalım savaşı” olarak görmeye meyyal bir kitle var. Üstelik AKP seçmeninin bir kısmı ekonomik sebeplerden ötürü AKP’ye oy vermekten vazgeçince, dış güçler, ekonomik savaş vs. gibi komplo teorileriyle bu kitle içine çekiliyor. Kısa vadeli rahatlamalar ve yeni ekonomik zorluk seviyesine alışma, AKP’nin mezkur argümanlarla seçmenine yüksek özgüven aşılayarak seçmenin oy verme gerekçelerini ve adresini kesinleştirmesini sağlıyor.
Beri yanda ise sürekli olarak kendi seçmenini küstüren, kızdıran, kafasını karıştıran bir muhalefet var. AKP’den kopan partiler AKP seçmenine hitap eden politikalar yapmıyorlar da, geleneksel muhalif tabanın küçük kırıntılarına tamah ediyorlar – mesela. Saadet Partisi İslamcılık yaparak İslamcı zeminde “neden AKP’ye oy verilmemesi gerektiği”ni anlatmak yerine, CHP’li kesimin hoşuna gidecek, ancak onun göreceği mecralarda yayımlanan reklam kampanyaları yapıyor. Sürekli ezberler, beylik laflar ve saplantılı, yersiz fikirlerle yönetilen muhalefetin kitlesi bu yüzden sağlam değil, özgüvenli hiç değil, tereddüt içinde. Büyük muhalefet partileriyle yersiz çatışmaya girmediği sürece temsil edilmediğini düşünen azınlık seçmen gruplarını sandığa çekmesini ve bu sayede hem millete, hem seçimlere faydalı olmasını umduğum kopuş partileri, yani Memleket ve Zafer Partileri de bu işlevi üstlenmekten çok, duygusal tesirler altında sabık partileriyle kapışmaktan zevk alıyorlar.
İYİ Parti, mesela, “merkez sağ” denen ne idüğü belirsiz alanda onca hamle olmasına rağmen tutmamış olmasını ve kendisinin çok daha genç ve zayıf bir partiyken hemen rüştünü ispatlamasını anlamıyor da, oturması ve konsolide etmesi gereken siyasi pozisyon yerine her gün bir başka siyasi söylemin tesirinde savruluyor. CHP belediye başkanları özelinde iki başarı hikayesi yazmayı başaran parti değilmişçesine saçmalıyor ve çuvallıyor. Bu başarı hikayeleri çoktan çatışma hikayelerine döndü bile. Erken seçim talebi en tepeden en aşağıya muhalefet içinden dile getirilirken seçime gidecek aday belli değil ve son toplantıdan sonra yapılan açıklamalara bakılırsa Kılıçdaroğlu aday olacak gibi. Kendisinin teorik adaylığına itirazım yok, ancak bu süreç öyle yönetildi ki yarın “Kılıçdaroğlu adayımızdır” açıklaması muhalif kitlelerin özgüvenini iyice kıracak. Muhalefetin içindeki küçük “özgüvenli azınlık” (ki ben de onlardan biriyim) sair sebeplerden değil Kılıçdaroğlu’na, Kılıçdaroğlu’nun kirli çorabına dahi Tayyip karşısında oy vermeye hazır, ancak bu kitlenin Cumhurbaşkanlığı seçimini kazandırmayacağı aşikar ve muhalefet daha geniş bir kesimin tek bir safta özgüvenli bir şekilde birleşmesini sağlayacak bir anlatı ve yönetim yerine şimdiden bakanlık, genel müdürlük, müşavirlik ve ihale dağıtma çekişmelerine girmiş gibi. İYİ Parti’nin kuruluşunda yer alıp şahitlik etmiş biri olarak söyleyebilirim ki bu tavır ilk seçimde partinin beklenenden birkaç puan daha düşük oy almasına neden olmuştu. Zira bize seçimi kazanacağına inanmış ve özgüvenli yöneticiler değil, seçmenler lazım. Toplasan birkaç bin kişi edecek bir cemaat seçimin kazanılacağından emin halde rant bölüşme kavgasına kapılırken, seçmen tedirgin, huzursuz ve güvensiz.
Böyle bir tabloda Tayyip Erdoğan’ın yeniden seçileceği aşikar. Siyaset yapmadığını açıklayan ve kendisini hedef alan tehditlere karşı dahi tuhaf bir şekilde aşırı sessiz kalan Mansur Yavaş’ın -maalesef- iyi bir aday olduğunu düşünmüyorum. Tayyip Erdoğan’a sibernetik açıdan çok benzeyen Ekrem İmamoğlu, Erdoğan’ın gitmesi için bir şanstır. Kendisinin ideolojik pozisyonundan hoşlanmıyorum, seçilirse seçildiği zaman ona da muhalefet edeceğim gibi duruyor. Ancak bu seçimler biraz da “kimin muhalifi olalım?” sorusunu sorduğumuz seçimler; kitlenin huzursuzluğunu artırıp sandığa gitme oranımızı düşürecek, özgüvenimizi zedeleyecek ve kaybedecek bir adaydansa kökleşmiş ve obezleşmiş bir tiranı devirip yeni tiran olma namzediyken kapışacağım ve kazanacak bir adayı tercih ederim.
Toplantıdan sonra yayımlanan metinde “Türkiye’nin uzlaşı ile çözemeyeceği hiçbir sorunu yok” deniyor. Türkiye’nin kahir ekseriyeti her şeyi Erdoğan’ın çözeceği yönünde uzlaşmış halde ve binlerce sorunumuz var, çözümsüzlükten kıvranıyoruz. Bize böyle beylik laflar değil, gözümüzde ışık yakacak, kararsız seçmeni kendi kalabalığına “özgüvenle” katacak bir aday lazım.
Karşımızda Çeliktepe Cengizhan Lisesi var, bizim Lise dö Sen Benuğa sloganlarımız çıkışta dayak yememize sebep olur.
M. Bahadırhan Dinçaslan