Hayvanlar aleminin hemen bütün şubelerinde gözlemlediğimiz bir fenomen vardır: Erkek rekabet eder, dişi seçer. Erkekler daha uzağa zıplamaya, daha gösterişli yeleler büyütmeye, daha hızlı koşmaya çalışırlar ve dişi bunu başaranları soyunu devam ettirmekle ödüllendirir. Bu mekanizma evrimin en önemli yapıtaşlarından biridir. Türler bu mekanizma sayesinde uyum sağlarlar, hayatta kalırlar.
İnsanoğlunda bu mekanizma işlemiyor değil, halen geçerlidir. Ancak insanoğlu yalnız biyolojik evrim geçirmez. E. T. Hall’un sosyal uzantılarımız dediği olguların yarattığı bir “sosyal alem”imiz de vardır. Biyolojik evrimimiz kadar, hatta ondan daha çok, sosyal evrimimiz etkilidir. Genetik olarak aileler kurmaya, çocuklarımıza bakmaya, hatta geniş bir aile ortamında kabileleşmeye yatkınız. Fakat sosyal evrimimiz bu yatkınlığımızı ayrıca düzenler. Evlilik biyolojik alemin değil sosyal alemin bir ürünüdür – fakat halen biyolojik mekanizmalarımızla ilişkilidir. Aynı biyolojik evrimimiz gibi sosyal evrimimiz de hayatta kalma kabiliyetimizi artırmayı amaçlar, değişen şartlara uyabilen, kutup dairelerinden çöl koşullarına farklı habitatlarda hayatta kalabilen insan türü bu sayede hiçbir hayvanın gösteremediği bir başarı elde etmiştir.
Fakat sosyal mekanizmalarımız bazen biyolojik mekanizmalarımızla uyumsuz hale gelir. Sözgelimi bir kültürde kadının seçimi büsbütün baskılanır ve erkekler partnerlerini babalarından “satın alır.” Bu, hem biyolojik hem sosyal güdüleriyle ve öğrendikleriyle bir tercih yapması gereken kadının edilgenleştirilmesidir – yalnız erkeklerin, sınırlı bir kriterler havuzundan (maddi kazanç – üreme isteği) beslenerek yarattığı bir mekanizmadır. Böyle bir toplumda yavruların sorunlu yetişeceği muhakkaktır.
Artık kadının seçme hakkını baskılayan mekanizmaların çoğundan kurtulduk. Kurtulamadıklarımızı da en azından olumsuz kabul ediyoruz; marjinal dinci teröristler haricinde kadınlara alınıp satılabilen bir mal muamelesi yapmak gelişmiş toplumlarda var olan hemen her kesimde kabul görmeyen ve kötülenen bir fikir. Fakat şu sıralar sosyal alemimizin müdahale ettiği bir başka fonksiyon var ki, erkekler söz konusu olduğunda daha aldırmaz olduğumuzdan gözardı ediyoruz: Erkeklerin erkek olması engelleniyor.
Testosteron agresyon tetikler. Bu agresyon yalnızca şiddet olaylarını yaratmaz; sanatı, mimariyi, sporu da besler. Göze girmek, daha iyi olmak, akranları içinde öne çıkmak her erkeğin biyolojisinin beslediği sönmeyen bir ateş gibidir, içinde durmadan yanar. Belki de ihtiyar erkekler bu yüzden huysuzlaşır, genç erkekler bu yüzden olgun yaştaki erkeklere durmadan baş kaldırır.
Bu biyolojik vakıa, sosyal evrimimizle bir nevi ıslah edilmiştir. Primatlarda bu agresyon çok kolay bir şekilde rakip erkeğin öldürülmesiyle sonuçlanıyor; bizde ise erkeğe yüklenen sosyal anlamlarla şövalyelik, yiğitlik, delikanlılık (…) gibi konseptlerle faydalı bir enerjiye dönüşmesi temin ediliyor yahut en azından umuluyor. Feminizm, esasen kadının seçme hakkını ona iade etmekle meşgul olan ve bu amaca ulaştıktan sonra anlamsızlaşan bir akım olmalıydı, ancak bir furyaya dönüştü ve sol ideolojiyle hibritleşip bir tür neo-faşizm halini alarak erkek olan, erkekle ilgili olan her şeyden tiksinmemiz gerektiğini öğütledi. Bunun sonucunda ortaya çıkacak olan erkek değil, kadın olmadığı halde her alanda kadınla rekabet etmeye başlayacak ve seçim mekanizmasından büsbütün çekilmiş, yalnız tüketici bir asalağa dönüşecek cinsiyetsiz bir varlıktır. (Calhoun’un Universe 25 deneyine bkz.) Bu sonuç ne kadar istenmedik bir sonuçsa, feminizmin metastazıyla sol liberal propagandanın yaptığı tesirden bile etkili bir düzeneğin erkekleri iğdiş ettiğini görüyoruz: Modern devlet ve finans dünyası. Bu iğdiş süreci başladı ve genç erkekler henüz tam olarak tarif edemeseler bile, mezbaha önünde bekleyen ve çığlıkları duyan domuzlar gibi, içeride bir şeyler döndüğünün farkındalar. Bu yüzden çok daha agresifler – testosteron agresyonu değil, bir daha erkek olamayacakları bir çağın geldiğini görmelerinden kaynaklı bir anksiyete agresyonu.
Bir erkek faydalı olduğunu hissetmek ister. Zira erkek kolay harcanabilirdir. Üreme ve yavru büyütmede görevleri vardır muhakkak, ancak arızîdir. Arızî işlevlerini pekiştirerek, güçlendirerek hayati hale gelmek ister, belki yanlış ve çıkmaz bir yol olarak belli kültürlerde kadını büsbütün köleleştirmesi de bu anlamsızlığının zımnen farkına varması ve korkuyla kendini hayati kılmak istemesindendir.
Bu istekle erkek, partner olacağı kadına kur yapabilen, ona kah iyi avcı olduğunu, kah zeki olduğunu, kah paralı olduğunu, kah kaslı olduğunu gösterebilen, rekabetçi bir avantaj sahibi olan biri olmak için didinir. Fakat bugün erkekler şayet çok önemli bir soydan (mesela Türkiye için, üst düzey bir AKP’linin soyundan) gelmiyorlarsa artık rekabetçi olamıyorlar. Bir kadın için anlamlı hale gelemiyorlar zira 30 yaşlarına kadar aileleriyle yaşamak, kazandıkları maaşla kendilerine bile yetememek, herhangi bir alanda ortalamanın üzerinde bir seviye yakalamayı hayal bile edememek gibi sınavları var. Hiçbir alanda meydan okuyamıyorlar zira küçücük dahi varlıkları, hayati önemleri yok – hele milyonlarca genç erkek kaçağın ülkeden ülkeye gezip cirit attığı bir dönemde. İşçi arılaşan bu erkekleri gören daha genç erkekler bu akıbeti reddediyorlar, bu yüzden “kadını elde edebilen” erkek olabilmek için kısa yollara yöneliyorlar: Yasadışı bahis, kumar, uyuşturucu ticareti, çete, mafya…
Mevcut ekonomik düzenin sonuçlarından kadınlar da etkileniyor elbette. Fakat literatür bize iki hususu işaret ediyor: Birincisi, suç istatistiklerine baktığımızda suçluların ekseriyeti genç, bekar erkeklerden oluşuyor. İkincisi, gerek hayvan popülasyonları olsun gerek insan cemiyetleri, bir toplulukta dişiyle çiftleşme hakkı kısıtlı bir erkek çevresiyle sınırlıysa tansiyon artıyor, istikrar bozuluyor. Universe 25 deneyinde, hiçbir “doğal” ortamın yaratamayacağı kadar yapay bir bolluk ortamında genç erkekler anlamsızlaşmayı kabul edip ya “prenses” ya “lümpen” olmuşlardı. Daha doğal ortamlarda, mesela gerçek bir insan cemiyetinde herkesi doyuracak bir bolluk var olmadığı için, genç erkekler kafa kesmeye, düzen bozmaya, intikam almaya yöneliyorlar.
(Araya bir not olarak, tercih edilir, arzu edilir bir estetik kategoriye oturamamanın ikinci nesil göçmen erkekleri nasıl radikalize ettiğiyle ilgili şu TamgaTürk dosyasına bakınız diyorum: İkinci Nesil Göçmen Radikalleşmesi.)
Okuyup iyi bir iş sahibi olma, bu iş sayesinde tercih edilecek bir erkeğe dönüşme hikayesi vaat edemediğimiz genç erkekler, kurduğumuz bütün düzenleri bozarlar. Sırf yıkmak için oy verirler mesela, sırf sövmek için protesto düzenlerler, sırf s**mek için hareket ederler. Zira bir daha erekte olamayacakları bir yaşamın onları beklediğini görüyorlar: Kolektif kastrasyon anksiyetesi, Türk siyasetinin bastıramayacağı bir problem. Bu anksiyetenin tetiklediği furyalara kapılmak, onlara uymak da abes – yegane çıkış, testosteronun kahramanlık, diğerkamlık, centilmenlik gibi anlamlı sonuçlar yaratabileceği makul ortamlar yaratmak. Yoksa, tatminsiz kadınlar ve yıkım korosu kuran erkeklerden müteşekkil bir toplum kalacak elimizde – hiçbirimiz sokakta rahat gezemeyeceğiz.
M. Bahadırhan Dinçaslan
Bu söylediğiniz nedenlerle de şimdilerde artık eskiye dönüş isteniyor. Aslında İslam diye şeriat diye bağırmalarının, feodalizmi hortlatmak istemelerinin nedenlerinin başında bu gelir. Kadını seçen konumundan çıkarıp, yeniden seçilen konumuna taşımak. Bu yüzdendir ki kadın cinayetlerinde büyük artış var. Bu gidiş devam ederse Afganistan olmaya kadar gideriz. Not: Diplomat isminde yeni çıkan bir film var, herkesin seyretmesini öneririm.