Bizim ailede bir espri kalıbı vardır, benim etrafımda döner: Falanca işi neden yapmadığım yahut filanca yemeği neden yemediğim sorulunca, mesela “su içer misin?” denince “Bizim büyük dedemiz Milli Mücadele’de Atatürk su içmeden su içmemiş. Bu yüzden bize Suiçmezoğulları demişler.” derim. Okuyucu için komik değil, ailem için de katıla katıla gülünecek bir iş değil, ama her defasında hem “bu defa nasıl saçma bir senaryo kuracak?” diye beklentiyle dinlenen, hem de gülümsemeyle karşılanan bir kalıp. (Sonraları öğrendim ki bir dizide bir karakterin de buna benzer bir tür “running gag”ı varmış. Leyla ile Mecnun – İsmail abi karakteri.)
Bu tür iç şakalar aileyi pekiştirir – arkadaş ortamlarında da böyle iç şakalar vardır. Lakaplar, anılar, klişeler; bunların hepsi küçük aidiyet havuzunu pekiştirir “biz” ve “ötekiler” ayrımını belirginleştirir. Sevgili dostum Mustafa’ya “X sek gitmiyor” dediğimde, onun vaktiyle “Türk sek gitmiyor” tespitine gönderme yaptığımı anlayacak ve gülecektir; dünya da ikimizin zihninde “bu şakayı anlayıp gülenler ve gülmeyenler” olarak ikiye ayrılacaktır.
Gülme dediğimiz kavram ve yeti tam olarak bu nedenle evrilmiş olabilir (bu alanda epey ilginç çalışmalara imza atan Gregory A. Bryant’ın çalışmalarını okura önereyim) zira arkadaşlarımızın gülüşüyle yabancıların gülüşünü ayırabiliyor gibiyiz; gülme yeteneğinin bir sözsüz iletişim aracı olarak cemiyet hayatını mümkün kıldığı için evrildiğini varsayabiliriz. Dil yeteneğimiz geliştiğinde, hikayeler anlatmaya başladığımızda sosyal anlamda büyük bir devrim yaşadık: Artık tecrübelerimizi aktarabiliyor, daha iyi organize olabiliyor, daha verimli işler başarabiliyorduk. Bu yönüyle dil yalnızca tecrübeleri dil vasıtasıyla aktarmayı sağlayan işlevi ile katkı sağlamadı, birbirimizle kurduğumuz bağları fiziki temasın kısıtlayıcılığından kurtararak pekiştiren yeni bir işlev de kazandı. Ateş başında bir hikaye anlatan insanı onlarca kişi dinleyebilir. Bu hikayeyi dinleyenler hem anlatıcıyla, hem de dinleyenlerle bir bağ kurarlar.
Hikaye mizah içeriyorsa? Birlikte gülerler: Birlikte gülmek en ciddi ve en sağlam bağları inşa eder. Zira hem yukarıda bahsedilen “aynı hikayeyi dinlemek/bilmek” paydaşlığı kurulmuştur, hem de zihin gerginliğini boşaltan, mutluluk hormonları salgılatan bir eylem paylaşılmıştır. Gıdıklanınca gülmemiz, mesela, acaba dil devrimimiz öncesinde yalnız fiziki temasla bağ kurabilirken, ancak en yakınlarımızın dokunabildiği hassas, zayıf yahut dokunulmaya alışmadık (koltuk altı gibi) bölgelerimizin uyarılmasıyla beynimizin ilkel bölgelerinde bir tatmini tetiklediği için olabilir mi? Bilmiyorum, ama kesin olan bir şey var ki artık dokunarak tatmin etmek yerine şaka yaparak tatmin ediyoruz ve güldüğümüzde hem mutlu oluyoruz, hem bağ kuruyoruz.
En genel haliyle işlevi bu olan mizahın/gülmenin mutlaka çeşitleri vardır. Literatür bu konularda ittifak halinde değil, ancak mesela düşen birine gülmemizin arkasında “benim başıma gelmedi” fikrinin getirdiği rahatlama olabilir. (İlk çağlardan bu yana birçok filozof böyle düşünmüşler.) Çocuğa gülmemizin arkasında bizim o çocuk gibi olmadığımızın, hayatta kalma melekeleriyle donanmış olduğumuzun “farkındalığı” yatıyor olabilir. Bu veçhe üzerine kurulan mizah “durum komedisi”ni teşkil eder, şöyle düşününce mizahın en çirkin yahut en bencil ve iptidai halidir.
Zekice kurgulanmış bir hikayeye yahut keskin bir dönüş içeren anekdota gülmemiz de kendimizle ilgilidir: Kendi zekamızla “çözdüğümüz” şakadan dolayı gururlandığımız için güleriz. Şakayı kurgulayanla aşağı yukarı eşit zekada oluşumuz, önümüze sunulan bir problemi çözecek beceriye sahip oluşumuz bizi rahatlatır. Bu tür mizahta bir de kabul vardır: Durum komedisinin aksine, anlatan ile dinleyen arasında sözlü ve sözsüz iletişim düzlemin “mizah” olduğunu hissettirir. Ya bir komedyeni dinliyorsundur, ya jest ve mimikler mizahi bir içerik paylaşıldığını hissettiriyordur. Şakayı anlatan kendi zekasını sergiler, dinleyen de bu zekanın attığı düğümü çözerek tatmin olur.
Bazen pedagojik yahut didaktik bir işlevden de söz edebiliriz: Masallarda olduğu gibi, fıkraların mutlaka eğitsel bir işlevi vardır. Hayatta karşılaşılabilecek senaryoları güldürerek aktaran fıkra, “başka türlü düşünme” konusunda öğütler de içerir.
Altında yatan evrimsel nedenler ve kökler ne olursa olsun, mizahın hem kişisel hem sosyal sonuçları olduğu hakikat; gülmek bize iyi geliyor ve beraber gülmek bağları pekiştiriyor. Şu halde bu yazının sebebine gelelim: Kara mizah meselesi nedir? Ne kara mizahtır, ne ayıptır, yanlıştır, hatta ahlaksızlıktır?
Bu meseleyi ele alırken mizahın ne idüğü kadar, özel alan-kamusal alan ayrımına da eğilmek gerekiyor. TamgaTürk ofisinde yayın yönetmenimiz Kutalmış Işık’a Kırım Tatarlarıyla -tam olarak, bazı Kırım Tatar liderlerinin ölümleriyle- ilgili “kara mizah” içeren espriler yaparım. Fakat bendeniz Kırım Haber Ajansı’nın yayın yönetmenliğini yaptım, Kutalmış Bey bilir ki Kırım Tatar Milli Mücadelesi benim için azizdir. Yukarıdaki paragraflarda anlatıldığı gibi, ikimiz için de “aziz” olan bir meselenin aslında yorucu ve yoğun giriftliğini hafifletmek için yapılan espriler, Tatar çocuğu Kutalmış’ı üzmez. Ancak böyle bir paylaşımım olmayan, beni tanımayan -ve tanımak zorunda da olmayan- insanlar karşısında bunları söyleseydim tepki alabilirdim.
Kara mizahı “şunun mizahı olmaz, bunun mizahı olmaz” tepkilerinden soyutlamak lazım. Dinin de mizahı olur, cinsiyetin de. Mesela geçenlerde aklıma kazınmış bir tepki paylaşımı vardı: Bir twitter kullanıcısı, aynada kendini olduğundan daha ince gören bir kadın görseli kullanarak “Türkiye’nin hali” yazmıştı. Bir “feminazi” de “kadın bedeni üzerinden espri yapamazsınız!!!” diyerek tepki göstermişti – el cevap, yapılır. İnsanların kutsalları önemli değildir zira neyin kutsal olduğu çok sübjektiftir, hassasiyetler cehennemdir. Bu satırları yazdığım klavyeyi kutsal ilan ettiğimde, kutsalıma saygı adına klavyeyle ilgili espri yapmayacak mıyız? Fakat kutsalları değil, doğrudan bireysel hak ve özgürlükleri hedef alan saldırı/taciz yahut sabık saldırılara/tacizlere/ihlallere övgü anlamına gelebilecek laflar kutsallarımı koruyun pembiş popoluğunun ötesine geçip hukuk alanına girer.
Bu yüzden kara mizah başka – son zamanlardaki en iyi kara mizah örneklerinden biri Pınar Fidan’ın Alevilerle ilgili “bir otele toplayıp yakabilirsin” demesiydi. Şaka Cemevlerine Alevilerden çok saldırganların gittiğini söyleyerek başlıyordu, Alevileri meyhanede bulmanın daha kolay olduğundan bahsediyordu, en son “hepsini bir otele toplayıp yakabilirsin” diyerek Alevilere karşı yapılan saldırıların kolaylığı ve bedel ödetmeyişini kendince kara mizah olarak dile getiriyordu.
Bir komedi merkezinde, özel alan sayılabilecek bir ortamda yapılmış bu şaka kasten umumileştirildi ve kendisi de Alevi olan Pınar Fidan diğer Aleviler tarafından hedefe oturtuldu. Halbuki Pınar Fidan kamusal alanda bir toplumsal yarayı kaşımaya çalışmıyordu – aksine özel alanda gerçekleşmiş bir olayı umumileştirerek sorun yaratanlar tepki gösterenlerdi. Kutalmış’a yaptığım şakayı birinin kaydettiğini düşünün, binlerce insan tepki gösterirdi. Halbuki ben o şakayı özel alanda yaptım, kamusal alanda yapmadım, tepki bu kaydı umumileştirene gösterilmelidir.
Hülasa, sivri mizahla kara mizah farklı şeylerdir ve ikisine de cevaz vardır, ancak ikincisinin özel alanda kalması kaydıyla. Zira kara mizah toplumsal yahut kişisel yaralara dairdir; kollarını kaybeden bir dostun kendisiyle dalga geçebilir, yahut sen onun kollarının olmayışıyla ilgili kara mizah şakaları yapabilirsin, ancak yolda gördüğün bir kolsuza mastürbasyon esprisi yaparsan dayak yersin.
Bu yazıyı yazmama vesile olan mevzuya gelirsek, 12 Nisan diye bir gün uyduran birtakım ergenlerin bu günü tecavüz günü ilan ederek “şaka” yaptıklarını ilan ettiklerini gördüm. Kara mizahın “ideal şartlarda” dahi özel alanda kalması gerektiğini düşünüyorum, üstelik “yaralı bir ülke” oluşumuzdan ötürü iki defa böyle olmalı. Alevilere yıllardır sistematik bir şekilde zulmedilmese, devlet tarafından korunup kollandıklarını ve eşit görüldüklerini hissetseler böyle bir gürültü koparırlar mıydı, mesela? Hal böyleyken bu ergenlerin yaptıkları işe üzüldüm: Yaralı halimiz ve öte yandan “kutsallarım da kutsallarım” diye zırlayan yığınla muhafazakarımız, solcumuz, milliyetçimiz varken ve her türlü içerik dedektif gibi didiklenip buluttan nem kapılırken, cemiyette yukarıda bahsettiğim gibi bir işlevi olan ve hicivle birleşince müstebit rejimlere karşı “küçükler”in gücünü teşkil eden mizahın can çekiştiği bir ortamda güya “kutunun dışında” düşünenlerin meseleyi ne kadar yanlış anladıklarını gördüm.
Nitelikli ve işlevsel mizahın baskılandığı bir ortamda sonuç bu oluyor: Mizahın ne idüğünden habersiz ergenler, kendilerince tepki gösterdikleri anlarda işledikleri suçu ve yaptıkları ahlaksızlığı “kara mizah” zannediyorlar. 12 Nisan’ı tecavüz günü ilan etmek aşırı bir örnek, evet, kimsenin onları savunduğu da yok. Ancak iyiden iyiye pusulasızlaşan ve “şeyler”in aslıyla hiç tanışmayan ama o “şeyler”i kelime olarak tanıyan yığınlar hemen her alanda böyleler; en çok da mizah alanında. Birçok mefhumu ve olguyu yalnızca kelime olarak tanıyoruz, aslının ne idüğünü unuttuk, en çok da mizahın. Bir yanda pembiş popoluluğun tecridi varken diğer yanda ya cıvık ve zırva içerikli söylemler “kara mizah” olup sempati topluyor, yahut iş Recep İvedik’in durum komedisine tenzil ediliyor.
Şu halde kültüründeki mizah öğesi -iki taraftan- bu denli iğdiş edilmiş bir cemiyetin nasıl bağlar teşkil edeceğini düşünüyorum. “Gülmeyi unuttuk be Hüseyin” karikatürü aklıma geliyor, son yıllarda zekice örülmüş ve sivri mizah içeriğine -sosyal medyanın anonim hesapları hariç- hemen hiç rastlamadığım aklıma geliyor. Biz sosyal medyadaki mizahla tatmin oluyoruz fakat olmayan milyonlar var, neye gülüyorlar acaba? Türk toplumunun ekseriyetini güldürecek bir içerik yaratmak mümkün mü?
Kafamda deli sorular.
M. Bahadırhan Dinçaslan