Yazılarımda bir süredir örnekleri İngiltere’den seçtiğimi fark ettim. Hakkımda CIA –ve Şalom’da yazdıktan sonra MOSSAD- ajanlığı iddialarından sonra MI6 iltisakı iddialarının hala çıkmamış olması ilginç, çok daha azı vesilesiyle uzun uzun tirat atıp gizli mahfillerde özel yetiştirilip “camiğa”ya salındığımı anlatan insanlar vardı. Bu yazının anafikrini aslında bu giriş özetliyor: Cahiller anlamlandıramadıklarını mistikleştirirler, kendi zihinlerini rahatlatmak için basit açıklamalar bulurlar ve cahillerin sözünün kıymetli olduğu ortamda işe yarayacak adam yahut fikir serpilemez.
İngiltere’nin neden büyük ve güçlü bir devlet olduğuna dair kafa yoruyorum, Venerable Bede’nin eserini getirterek bu kulvarda yeniden ve sistematik bir okuma yapmaya başladım – en azından planladım. İlk aklıma gelen motiflerden biri, geçenlerde fark ettiğim Körling sporu kuralı: Hakem yok, hata-faul yapan kendi hatasını ihbar etmekle görevli. Böyle bir sporu yaratabilen ve en modern haline gelmişken dahi hakemsizliği muhafaza edebilen bir toplum güçlü ve büyük olmayacak da, en yaygın ve bilindik spor sloganı hakemin cinsel yönelimine dair olan Türkler mi olacaklar? Biraz daha ciddileşecek olursak, vaktiyle İngiliz veliahtına “sahte suikast” düzenleyen David Kang, bugün Avustralya’da avukatlık yapıyor. Bunu mümkün kılan sistem, işte, büyük devletliğin sırrıdır: Kang, eyleminin karşılığı olan cezayı çekiyor ve sistem öyle tasarlanmış ki, bugün avukat olabilmesi ona verilmiş bir sus payı değil, artık devlete tehlike arz edemediği için avukat olabiliyor. (İngilizler Habur mahkemesi kurmazlardı mesela; o yüzden Kang örneğini derinlemesine düşünmek lazım.)
Pandemide “bilinçli toplum”a örnek olarak gösterdiğim Eyam köyünün tutumu ile, “En fakir İngiliz, kulübesinde Kraliyetin bütün güçlerine meydan okuyabilir. Kırılgan olabilir, çatısı sallanabilir, içinden rüzgar geçebilir, tavanından yağmur girebilir ama İngiliz Kralı giremez. Kralın bütün gücü, bu harabenin eşiğinden geçmeye cesaret edemez!” laflarını 18. Yüzyılda edebilen Chatham Lordu’nun manzarası, toplum yapısı ve devlet nizamnamesinin nasıl ürünler çıkarabildiğini iki farklı cihetten gösteren iki önemli işaret aslında.
Devlet ve düşünür sıradan insanlar gibi zahire odaklanmaz; herkes “büyük adam çıkarmalıyız” yahut “falanca büyük adamdı” diyebilir. Devletin yahut düşünürün ödevi, büyük adam nereden, nasıl çıkıyor, buna kafa yormaktır. Yusuf Akçura’yı ele alalım, geçenlerde birçok kurum ve şahıs bu büyük Türkçüyü yad ettiler. Pekala onun din hakkındaki fikirlerini bilerek mi yad ettiler? Zira bu kurumlar ve eşhasın kısm-ı küllisi din hakkında Akçura’nın zıddına düşmek şöyle dursun, Akçura gibi düşünenlerin kötü, şerefsiz, ahlaksız, cahil, kör, salak, ajan yahut özenti olduğunu iddia ediyorlar. Demek bu kurumlar ve şahıslar hakim ve arzu ettikleri nizamı tesise muktedir olsalar, Akçura asla çıkmazdı.
Hayır, milliyetçilik adına söz söyleyenlerin ekserisinin derdi bu değildir, derdi geçmişteki büyükleri övüp rahatlamaktır. Gerçi sadece milliyetçilere mahsus değil, her alanda böyleyiz: Mesela, İslam büyüklerine, düşünürlerine bakın. Büyük düşünür nereden, nasıl bir ortamda çıkmış? Devletler en güçlü, en muktedir, en cevval olduklarında mı çıkarmışlar mesela bu adamları? Hayır; bu adamların hemen hepsinin ortak özelliği, otoritenin fikri boğamadığı ve klasik Türk-İslamcının “zaaf yılları” olarak gördüğü dönemde yetişmiş olmalarıdır. Demek bazı üstünlükler yahut güçler, ahiren alçaklığı ve zayıflığı doğurabilirler, tersi de doğru: Hollanda’ya basitçe “kapitalizmi icat ettiren” şey, güçsüzlüğüydü. El kadar Hollanda daha sonraları koskoca Osmanlı’dan daha güçlü bir ülke haline geldiyse, bunun nedeni Osmanlı’nın güçlü ve dolayısıyla “kaygısız” olmasıydı.
Başa dönelim, İngiltere’de hakemsiz sporlar doğup aynen muhafaza edilebiliyorlar… Yahut, kralın yetkisini tecrit için getirilen ve soyluları ancak soylular heyetinin yargılayabileceğini söyleyen Magna Carta’nın yarattığı yeni sorun olan, “e avamı kim yargılayacak?” meselesine cevaben “avamı da avam yargılasın” diyerek getirdikleri jüri sistemi devam ediyor. Neden? Bir başka soru da şu, bunun cevabını vermeyeceğim kari düşünsün: Bizim mahkemelerde jüri olsaydı nasıl bir manzara olurdu?
Neden sorusunun cevabı İskender Öksüz’ün bir süredir üzerinde durduğu bir kavramda saklı: Sosyal sermaye. Hepimiz insanı, bireyi “geliştirmek” gerektiğini söylüyoruz. Pek kötü de değiliz, şöyle bakınca evet, epey “gelişkin insan”ımız var. Ancak gelişkin insanı doğru yere koyamıyoruz, zira sosyal sermayemiz zayıf. Yani birlikte iş yapabilme yeteneğimiz, toplumsal güvenimiz. Böyle bir ortamda yetenekli, nitelikli, üstün insan değil, kurnaz, popülist, güruhun dilinden anlayıp onu en iptidai yöntemlerle sevk ve idare edebilen insan öne çıkar, serpilir. O yüzden tek tek iyi insanlardan oluşsalar bile bir araya gelen Türkler asla iyi bir cemiyet yahut devlet yaratamıyorlar: Türkistan bozkırında çok daha kuşku dolu bir yaşam sürdükleri halde o dönemde daha uyumlu ve yüksek seciyeli cemiyetler inşa edebilen bu adamlar; bugün mensupları birbirlerine kuşku ve hatta nefretle bakan, “bana dokunmayan yılan bin yaşasın”, “elle gelen düğün bayram”, “kendi gemisini kurtaran kaptan” vecizelerinin çizdiği çerçeveye göre yaşayan bir sürüden ibaret.
Millet böyle olur da milliyetçisi farklı mı olur? Onca yetişmiş adamına, büyük zihinlerine rağmen Türk milliyetçisi camianın büyük adam çıkaramamasının da, büyük kurum yaratamamasının da, siyaseten iktidara gelememesinin de nedeni budur. Milliyetçiler arasında da sosyal sermaye yok denecek seviyede, tek tek “gelecek vaat eden” insanlar yetiştirsek de o mevut atiye asla erişemiyoruz.
Hal böyleyken, arayıştaki Türk milliyetçisinin sair milliyetçi kuruma ve cemaate yaklaşırken bu soruyu sorması lazım: Büyük adamları mı övüyorlar, yeni büyükler yetiştirmenin yollarını zahirin ötesine geçerek, onları yaratan şartları irdeleyerek arayıp geleceğe dönük bir milliyetçilik inşasına mı girişiyorlar? İlkini yapanları birbirinden ayıran yalnızca hangi büyük adamı övdükleridir; kimi Türkeş’i över kimi Atsız’ı, kimi Arvasi över kimi Gökalp’ı; ancak hepsi mutlak değerce eşittir. İkinci sınıfa giren çok az “örgütlü arayış” var, ancak var ve umut onlardadır – yani bizdedir.
Kimlerin büyük olduğunu, ne kadar büyük olduğunu tartışmayı bırakmış, memleketin en acil meselesi olan “hastalıklı toplum”u kabul edip çözmeye odaklanmış bir milliyetçilik… Sosyal sermayeyi yeni gelişen şehirli ahlaklarıyla harmanlayıp inşa etmenin yolunu bulurlarsa… İşte o zaman büyük bir millet de yaratırız, büyük devlet de yaratırız, yeniden büyük adamlar da çıkarırız.
M. Bahadırhan Dinçaslan