İngiltere’nin meşhur 1665 veba salgınında, Londra’nın epey kuzeyindeki Eyam isimli küçük bir köy, dışarıdan gelen ve virüs taşıyıcısı bitlerle dolu olduğu sonradan anlaşılan bir sipariş nedeniyle salgına yakalanmıştı. Eyam, civarda salgına yakalanan tek köydü. Ne yapmayı seçtiler? Kendilerini dışarıya kapattılar. Öyle ki, hiçbir direktif gelmeden köy sakinleri köyden çıkışı ve köye girişi yasakladı. Bir yılı aşkın süre kendi içlerine kapandılar, ölülerini gömdüler, birbirlerini teselli ettiler. Civardaki köyler de Eyam’la dayanışma gösterdi: Erzak, ilaç ve sair ihtiyaç malzemesini köy dışındaki belirlenmiş yerlere bırakıyorlar, Eyamlıların ihtiyaçlarını karşılamalarını sağlıyorlardı. Yaklaşık 15 ay sonra köydeki salgın bittiğinde nüfusun dörtte üçü ölmüştü, ancak Eyam hastalığın civara yayılmasını engellemişti.
Türkiye’de Çin virüsü salgınının görülmesinden itibaren ortaya çıkan dayanışma ruhu emareleri çok çabuk söndü. “Bir de poğaça alır mısınız?” diyen amcayı ve güzelce not tutup gönlünü eden polisi çabuk unuttuk. Daha doğrusu bu manzaranın tekil kaldığını gördük, şimdi manzara bambaşka. “Babana söyle 900 lira fazla çeksin” diyen polis… AKP sayesinde hiç hak etmediği bir makama geldiğini ispatlayarak sokakta vatandaşı azarlamayı marifet sayan Uşak Valisi Funda Kocabıyık… Evli çiftlere sosyal mesafe uyarısı yapan, el ele tutuşan sevgilileri ayırmayı virüsle mücadelenin bir parçası gören diğer polis… Eczanelerinde oturmuş çay içen çalışanlara sosyal mesafeniz yok, maskeniz yok diye tutanak tutturan Kaymakam İsmail Çorumluoğlu… En önemlisi “dudak dudağa” dolu kongrelerle övünen Recep Tayyip Erdoğan.
Böyle bir manzarada insanlar neden sabretmeyi ve dayanışmayı seçsinler? Türkiye, her şeyden evvel ekonomik destek açısından sınıfta kaldı. Salgın tedbirleri nedeniyle dükkanı kapalı kalan yahut işinden, gelirinden olan insanlara destek olmayan hükumet, bu insanların ne zamana dek sabretmelerini bekliyordu acaba? Bir taraftan kongreler yapılabiliyorsa, öte taraftan uzaya çıkılabilecek para varsa, bu insanlar “demek ki bu hükumetin benimle bir husumeti var” diye düşünmesinler de ne yapsınlar? Öyle ya, her şeye, Ay’a çıkmaya bile kaynak var, bu insanların fedakarlığını hiç değilse bir nebze olsun destekleyecek, müşkül duruma düşmelerini engelleyecek bir yardım için kaynak yok.
Sonra, salonları dudak dudağa dolduranlar övgü alıyor da, aynı motosiklette seyahat eden eşler ceza alıyorlarsa… Bu insanlar “demek ki salgın bahane, hükumet bize düşmanlık ediyor” diye düşünmesinler de ne yapsınlar? Sırf saçının rengi farklı diye hedef seçilen kadınlar… İki dakika nefes almak için maskesini çıkarınca hemen cezaya layık görülen insanlar. Açık havada yürüyüş yapınca uyarılan, hedef gösterilenler… Bu insanların dayanışma ve sabır göstermek için hiçbir sebepleri yok. Çünkü ortada “herkese eşit muamele yapan ve karşısında herkesin eşit fedakarlık gösterdiği” bir salgın yok. Aşısı “AKP’li”ye önce vurulur, tedbiri sıradan vatandaşa herkesten önce işler.
Buna bir de, yıllarca iş bulamayıp bunalmış, sonra AKP’li “dayı”yı araya sokup güç bela polis olmuş gencin görgüsüzlüğünü, eğitimsizliğini ekleyin. Halihazırda yaşamı kötü etkilenmiş, evden çıkamadığı ve ölüm korkusuyla yaşadığı için halet-i ruhiyesi iyice bozulmuş bunca insanı teskin etmek şöyle dursun, iyice delirten, sıkan, ezen bir polisimiz var. Kimden ne bekleyelim? Hükumet üzerine düşeni yapıyor mu ki, insanların sağduyulu ve fedakar davranmasını beklemek hakkımız olsun?
Millet/toplum olma hali, uzlaşıya ve ortak hafızaya dayanır. Herkesin kabullendiği, herkese aynı anda ve aynı şekilde hitap edebilen ortak değerlere dayanır. Bunları ortadan kaldıran bir hükumet varken Eyam köyündeki manzara Türkiye’de nasıl ortaya çıkabilir? Kim kendisini sağlıklı bir toplumun saygın bir mensubu olarak hissediyor ki? Kim “diğerleri”ni umursuyor artık, “kimsesizlerin kimsesi” olması gereken cumhuriyet dahi umursamazken?
AKP bizleri eve tıkmadı, kendi küçük dünyalarımıza hapsetti. Bu küçük tecrit alanlarında “diğerleri” artık umrumuzda değil. Dayanışma, yardımlaşma diye bir şey yok; AKP’liysen aldığın sadaka yahut ulufe var, değilsen canın cehenneme. AKP’liysen dahi yeterince güçlü, girişken, dişli yahut “çevreli” değilsen aynı muameleye layıksın. Küçük fedakarlıklar sayesinde “hepimizin iyiliği”ni elde etmek diye bir arayışımız yok zira ortada “hepimiz” diye bir şey yok.
Kaldı ki, psikolojik sorunlar en az biyolojik sorunlar kadar önemlidir. Çin virüsü kapmamış ama işinden, gelirinden, aile huzurundan olmuş; yahut şöyle –bizim oraların deyimiyle- “içesine” stres atmamış yığınlar sağlıklı mıdır? Öte yandan, sırf sağduyulu ve daha şehirli, daha medeni diye kurallara riayet eden insanlar neden bu güzel tavırları sebebiyle dezavantajlı duruma düşsünler? Eyam'la Türkiye'nin farkı, herhalde, orada insan hakları meselesinin çok daha evvel çözülmeye başlaması ve bir siyasetçinin "En fakir İngiliz, kulübesinde Kraliyetin bütün güçlerine meydan okuyabilir. Kırılgan olabilir, çatısı sallanabilir, içinden rüzgar geçebilir, tavanından yağmur girebilir ama İngiliz Kralı giremez. Kralın bütün gücü, bu harabenin eşiğinden geçmeye cesaret edemez!" diyebilmesinde saklı. Büyük devlet böyle olunuyor, önüne geleni azarlayarak değil.
Şu halde hem sundukları hizmetle insanların ruh hallerini iyileştiren, hem garsondan tedarikçiye, taksiciden büfeciye birçok sektörü ve insanı besleyen alkollü mekanların sahiplerinin sivil itaatsizliğe başlaması gerekiyor. Hiçbir destek yokken, çifte standart ve yanlış yönetim gün gibi meydandayken alkollü mekanların cezalandırılmasının sağlık tedbirleriyle alakası yoktur, büsbütün siyasidir. Meslek örgütleri topyekun karar almayı başarabilseler ve bütün Türkiye’de “açık duracağız ulan!” diyebilseler, görürüz devletin derdi sağlık mıymış, şeriat mı?
M. Bahadırhan Dinçaslan