Sevgili dedem “ağ popo, kara popo geçitte belli olur” der. Gerçi o popo demez ama biz şehirli çocukları onun kullandığı ifadeleri söylersek yüzümüz kızarır. Sosyal medya da şu sıralar bir geçitten geçiyor, poposunun rengi belli olmaya başlıyor. Facebook’un içinde Çatlı geçen paylaşımları kaldırması, YouTube’un Yusuf Halaçoğlu’nun konuşmalarını engellemesinden aşinayız; ancak ABD Başkanı Trump’un hesabının askıya alınması, gölgelerin gücünün kimde olduğunu gösteriyor.
İnternet doğdu doğalı insanların ekseriyetinin beklentileri olumlu olageldi. İnternetin “mucidi” yahut mucitlerinden biri sayabileceğimiz Lawrence Roberts, mesela, ARPANET’i kurarken en önemli motivasyonunun “bilgiyi paylaşmak” olduğunu söylüyordu. Öyle ya, yazdığı, yarattığı her şey bir bilgisayardaydı ve bu dünyanın geri kalanına taşınamıyordu. Bu dönemde İnternet’in önündeki en büyük engel, bilgisayarların “biricik” olmasıydı – her bilgisayar kendine özgü bir yazılıma sahipti, standardizasyon yok denecek kadar azdı. İnternet, hem bilgisayarların standartlaşmasıyla mümkün oldu, hem de farklı bilgisayarların temel bir yöntemle aynı ağa bağlanabilmesini sağlayacak kadar esnekleşti. Beklentiler böyle olumluydu, bir de isabetli öngörüler vardı: “Çok yakında evdeki su ısıtıcınız bile bilgisayarlaşacak ve ağa bağlanacak. Ağa bağlanabilecek her şey ağın bir parçası olacak.” Microsoft’tan Nathan Myhrvold bu sözü söylediğinde yıl 1996’ydı, internetin yaygınlaşmaya henüz başladığı bir dönemdi…
Öngörülerin bazıları gerçekleşti, beklentilerin çoğu ise aksine çıktı. Evet, bugün evdeki hemen her cihaz internete bağlanabiliyor – sevgili eşim, mesela, internete bağlanabilen ve evin haritasını çıkarıp uzaktan talimatla evi süpürebilen bir robot istiyor. Bense evdeki en zeki ve faydalı varlık olma özelliğimi yitirmek istemediğimden karşı çıkıyorum; bir de evimin haritasının internete bağlı bir ortamda yer almasını istemediğimden. Beni kim ne yapsın? Bugün bir hırsız için bu bilgi işe yarayabilir, yarın milletvekili olursam bir suikastçı için. Hiçbir zararı olmayacaksa bile istemiyorum hem, benim evim değil mi? Öte yandan, internet bilginin kolay paylaşımını sağladıysa da, asıl işlevi bu değil: Akademik makalelerin okunma ortalaması 2015 yılında yalnızca 10’du. İnternetin yalnızca %4’ünü teşkil eden porno siteleriyse aramaların %20’sini karşılıyor.
Meraklısına, bu noktada, Zizi Papacharissi’nin The Virtual Sphere başlıklı makalesini önerebilirim. 2002’de yazılan makale, internetin geleceğine dair öngörülerin bir çetelesini tutup karşılaştırma yapıyor. “Bilgiye erişim bizi otomatik olarak daha bilgili ve daha aktif vatandaşlar yapmaz” diyen Papacharissi, bu alandaki görüşleri alıntılıyor. Mesela, evet, devasa bir bilgi deposu var, fakat bilgiyi işlemek, doğru bilgiyi bulmak bir eğitim ve beceri gerektirir. Bu eğitim ve beceri yoksa, ne olur? Bugün internette en yaygın içerikler, saçmasapan komplo teorileri ve aptalca hazırlanmış pseudo-bilimsel argümanlar. Proto-Türkçenin rekonstrüksiyonuna dair son bilimsel tespitler değil de, Kazım Mirşan’ın saçmalıkları internette kendisine daha çok yer buluyor. Hatta birçok zırva, internet olmasaydı hiç yayılamazdı diyebiliriz, bazıları internet öncesi ortamlarda doğsalar da internet sayesinde yayıldılar, diğerlerininse artık “doğum yeri” de internet. Demek, bilgiye kolay erişim tek başına iyi, güzel, olumlu değildir.
İnternetten bir “kamusal alan” bekleyenler de yanıldılar. Zira, Bruno Maçaes’in söylediği gibi, Twitter, Facebook gibi sosyal medya mecraları, evet bir kamusal alan algısı yaratıyorlar, ancak bunlar birer şirket. Bir şirket demokratik olmak zorunda değildir, hizmet sağlarken, hizmet sözleşmesinde yer almayan işlevler üstlenmek zorunda da değildir. Şirket politikamıza uymuyor diyerek istedikleri içeriği kaldırabilirler; ortam uygunsa, ABD başkanının içeriğini bile. Şu halde, eğer sosyal medya ezilenlerin, horlananların, zayıfların umudu, bir tür güç-eşitleyicisi olacaksa, şirketlerin yönetiminden kurtulması gerekir diyebiliriz: İçeriğim ne kadar güzel, etkileyici olursa olsun şirket politikasıyla ters düşünce yayından kaldırılabilir. Öte yandan, halihazırda güçlü olanlar, bu güçlerini çok rahat sosyal medyaya transfer edebilirler: TamgaTürk reklam yapamıyor. Ancak Türk ülkesinde zehirli, Türk düşmanı fikirler yayan Sputnik’in çok daha fazla takipçisi var. Zira arkasında devlet var. Bizlerin Uygur meselesine dair yaptığı çalışmalar birkaç yüz bin kişiye ulaşıyor, ancak Pelikan yalısında iyi maaşla onlarca kişiyi çalıştırabilsek, milyonlara ulaşırdık.
Aklımıza normalde cezalandırılmayacak olayların sosyal medyada gündeme gelmesiyle hukukun ilgisini çektiği örnekler gelebilir. Ancak bu da kusurlu: Hukuk, -arasına zaman zaman benim de girdiğim- bir güruhun mahkemesiyle sağlanıyorsa, o ülkede hukuk yok demektir. Sonra, bu bir gelenek olduğunda, bu gelenekten ve hassasiyetten faydalanmak isteyecek insanların kötüye kullanmasını nasıl engelleyebiliriz? Köyde birisi yere düştü mü, yardım edersin, zira adamı ve yedi sülalesini tanıyorsundur, seni kandıramaz; kandırsa bile bedelini öder. Ancak şehre geldiğinde, sara hastası taklidi yaparak yere düşen adama yardım ettiğinde soyulabilir ya da dolandırılabilirsin. Zira adam seni bir daha görmeyecektir. Bu taklitçilerin yardımseverlik hassasiyetini, büyük şehrin anonimliğine sığınarak sömürmesi (ve maalesef yardımseverlik müessesesini zayıflatması) gibi, kötü niyetliler sosyal medyanın “olumlu işlevleri” gibi görülebilecek bu alışkanlıkları sömürebilirler – ve sömürüyorlar.
Bu yönüyle sosyal medyanın yanıltma ve teskin etme işlevi de var: Bir yandan belli konularda “hiç değilse bir tweet atılması”nı olumlu buluyorsam da, diğer yandan bu, kullanıcının içini boşaltmasını sağlıyor. Üstelik, şirketlerin sahip oldukları mecralarda, esasen yasalarla korunan bir kamusal alanda tecrübe etmemiz gereken “özgürlüğü” tadıyor, bu sanal alanda tatmin oluyoruz. Bir tür Matrix bu: Kamusal alanımız yok, ama bir şirket “kamusal alanım varmış” hissini üstelik bedavaya sağlıyor. Ülkenin sokaklarını doldurup aylarca protesto etmemiz gerekirken, sosyal medyamıza sığınıyoruz. Orada da, bizim için özelleştirilmiş içerikle, güzel ve tatmin edici bir yanılsama içinde kendi dünyamıza hapsoluyoruz.
Bütün bunlardan hareketle, Twitter’ın Trump’a yaptırımlarının hayli hayırlı olduğunu düşünüyorum. İnsanlara sosyal medyanın ne olduğunu ve ne kadar güvenilebileceğini gösterdi. Fakat “Twitter olmadı, mwitter’a geçiyoruz” diyen Trump destekçilerinin hareketlerini aptalca buluyorum – Whatsapp’ın hizmet sözleşmesi değişikliği sebebiyle Telegram’a geçilmesini de saçma. Yapılması gereken, “gerçek dünya”ya dönmek: Sosyal medya işe yarar. Fakat sosyal medya bizim gerçek dünyamızın uzantısıdır – TamgaTürk’ün bir ofisi, çalışanları, çalışanlarının özlük hakları var, belli yasal mercilerde kaydı var, bunlar olmadan TamgaTürk twitter hesabının olması bir anlam ifade etmez. Sosyal medyanın yeni ve alternatif bir varoluş düzlemi olmadığını bilmek, gerçek yaşantımızın parçası olarak görmek, sorunu çözecektir: Sanal olmayan hayatımızda da adaletsizlikler var, çarpıklıklar var. Bunlarla baş ediyor, bazen mücadele ediyoruz. Fakat devlet yönetiminden memnuniyetsizken, diyelim ki, mahkeme fonksiyonunu kullanmaktan kaçmıyoruz. İnsanların kurtulması gereken, sosyal medyaya yükledikleri misyon; bu misyondan vazgeçip “normal hayatlarında” nasıl yaşıyor, var oluyorlarsa o şekilde ve o beklentilerle sosyal medyada var olmaları, sorunu çözecektir.
Öte yandan, internetin sağlayacağı bir “hakiki kamusal alan” fikri de, inkar edilemeyecek kadar güzel. Bunun nasıl mümkün olacağına dair kafa yormak lazım – ancak ve ancak evrensel, bedelsiz internet, internete bağlanabilen bedelsiz cihazlar ve belki, bitcoinden farklı bir uygulama modeliyle, blockchain teknolojisi sayesinde bu mümkün olabilir. Ancak “neden?” sorusunun cevabı yok, yani neden, birisi, birileri, bir kurum ya da devlet, böyle bir altyapıyı tesis ederek sunsun?
İnternetin götü görünmüşken (köylülüğüm tuttu, affediniz) internet ve sosyal medyaya dair beklentileri ve tanımları gözden geçirmekte fayda görüyorum. Sosyal medyadan “beklemek” abes, ama sosyal medyayı “kullanmak” doğrudur diyerek sözlerime son veriyorum.
M. Bahadırhan Dinçaslan