Mahzuni türkülerini çok severim. Hemen her duygu durumuna mahsus ve çoğu zaman tedavi edici nitelikleri haiz bir Mahzuni türküsü vardır. Şimdilerde favorim “Bu sene de böyl’oldu” nakaratlı türküsü. Fakat türkünün girizgahı bana can sıkıntılarımın sebeplerinden başka bir şeyi düşündürdü. “Tarlanın taşı çokmuş”, “Kara saban çatlakmış” dizelerinde neden -mışlı geçmiş zaman var? Tarlasını süremeyen çiftçi, taşın çok olduğunu yeni mi anlamıştır da rivayet kipi kullanır? Kara sabanın çatlak olduğunu biri mi haber getirmiştir?
Doğulu, yüksek bağlamlı, kolektif, belirsizlikten kaçınmacı toplumlarda sorumluluk diye bir şey yoktur. Dolayısıyla hak da yoktur. Başa gelen hemen her şey Allah’tan gelir, yahut atalar ruhundan, yahut cinlerden, perilerden, karmadan… O yüzden tarla sürülemediyse çiftçi kendini suçlamaz, meğer tarlanın taşı çokmuş, kara saban da çatlakmış… Bu toplumların birçok özelliği onların gelişmesini engeller. Mesela “yüzü olmak” ifadesi önemlidir. İnsan içine çıkmaya yüzün olmalıdır. Bu yüzden o “yüz”ün olup olmadığına başka insanlar karar verir; cesur çıkış yapan birisinin çıkışının doğru yahut faydalı olması önemli değildir, cesareti dahi önemli değildir: Diğer insanların yaygın kabullerinin aksine bir çıkış yapıyorsa o yüzü kaybeder. Beklenenin aksine, bu kültürlerdeki “yüz” ve “şeref” kavramları yüzsüz ve şerefsiz toplumlar yaratır. Tecavüze uğrayan bir kız çocuğunun şeref/namus lekesi olarak kabul edildiği bir toplum ancak böyle inşa edilebilir. (Güzel bir okuma için Culture and Motivation What Motivates People to Act in the Ways That They Do? – Steven J. Heine. Handbook of Cultural Psychology kitabında bir bölüm yazan Heine, E. T. Hall’a değinmese de yüksek bağlamlı kültür teorisinin ne kadar isabetli olduğuna dair ufuk açıcı bir literatür taraması yapmış.)
Böyle toplumlar gelişemezler. Büyük adam çıkarmaları zorlaşır, çıkanın etki sahibi olmasıysa imkansızlaşır. Müthiş bir tevekkül, şükür ve “kalabalığa uyma, anonimleşme” kültürü toplumu yozlaştırır. “Talep” bu kültürlerde hemen hiç yoktur, dilenme vardır, beklenti vardır ama talep yoktur. Geçinebilecek kadar yemek-içmek ve başını sokacak bir delik bulmak, “bir ev ve içmeyen koca” sahibi olmak yeterlidir. Bundan ötesi arsızlıktır, küstahlıktır, doymazlıktır, ahlaksızlıktır. Ata sözleri, deyimler, kültürel motiflerin hemen hepsi bireyi buna hazırlar: İtaat et, şükret, arayışa girme.
Bunun böyle gelişmesinde şüphesiz birçok amil var. Coğrafyanın kıt verimi bunda etkili midir? Mümkün, ancak öte yandan bakıyoruz ki, Jack Weatherford Genghis Khan and the Making of the Modern World kitabında Çinliler ve Moğolların kendi aralarındaki kıyasa çok güzel dikkat çekiyor. En fakir Moğol askeri, en zengin Çinliden daha fazla protein tüketiyor. Çok sağlıklı bir rejimi var, Çinli askerlerse gelişememiş, dişleri çürümüş, kemikleri kırılgan, eciş bücüş varlıklar. Oysa Çin Moğolistan’a göre çok daha verimli bir coğrafyadır. Nüfus fazlası yüzünden birey başına düşen enerji ve protein düşmüştür desek, doğru bir sistem/rejim Çin’in nüfusunun kendi kendini çok rahat beslemesini ve fazla yaratmasını sağlardı, tarihte zaman zaman sağlamıştır da. Demek Çinlilerin öyle, Moğolların böyle olmasını başka nedenlere bağlamak lazım, kültürel nedenlere.
Weber’in meşhur kuramını “Tavuk yumurtadan çıkmıştır” diyerek kısmen eleştiririm; Kuzey-batı Avrupalı toplumların kapitalizmi yaratabilmesinin nedeni Protestanlık değildir, Protestanlığı da yaratan o toplumlara mahsus kültürdür demiştim. Fakat bir inanç motifinin rol oynadığını zaman zaman kabul etmek gerekiyor: “Acaba ben kurtulanlardan mıyım?” sorgusu insana müthiş bir iç rahatsızlığı verir ve daha çok çalışması için kırbaçlar. Kültürel ve irtibatlı olarak dini nedenler, bu bakımdan, Moğol ve Çinli arasındaki farkı yaratan amillerdir.
Şu halde, “cafeye gidebiliyorsunuz, şükredin”, “100 liralık tişört alabiliyorsunuz, şükredin” diyen insanların yarattığı bir toplumda kültürel amillerin nasıl bir manzara yaratacağını düşünüyorum… El cevap: Silik ve sinik, sorusuz, cevapsız, en önemlisi de keşifsiz bir toplum. Zira, aklıma coğrafi keşifler geliyor. Paul Freedman’ın Why Food Matters’ta enfes bir şekilde anlattığı gibi, coğrafi keşifleri tetikleyen baharat yani keyif arayışı olmuştu; buğday yani yiyecek değil. Toplumlar tarih öncesinden bu yana yiyecek için savaşmışlardır, ancak bu arayış hiçbir zaman korkunç ve ucu belirsiz bir macerayı göze alıp bu kadar örgütlü bir şekilde yeni bir kıtanın keşfiyle sonuçlanmamıştı: Yiyecek azalır, artar ama görece boldur, bir şekilde geçinimini maceraya çok bulaşmadan sağlayabilirsin. Ancak baharat öyle değildir. Lüks öyle değildir. Onun peşinde dolaşman gerekir. Uğraşman gerekir. Onu elde ettiğinde, hele, içinde “evet, ben kurtulanlardanım!” hissi yeşerecekse… Yani, lüksü elde etmek için bir gerekçen ve toplumca kültüre işlemiş bir teşvik varsa. İşte, dünyayı değiştirirsin.
Dünyayı değiştiren sıçramaları genelde lüks arayışımıza ve bu arayış peşinde rakiplerimizi daha etkili öldürme ihtiyacımıza borçluyuz. Bu bakımdan, çocuklarına durmadan şükretmeyi öğretip, en basit insani ihtiyaçları bile “lüks” olarak kodlayan, üstelik bu lüksleri de ahlaken kaçınılması gereken şeyler diye belleten bir milletten adam çıkmaz. Hak, sorumluluk, talep ve lüks arayışı… Tarih bu dörtlü olmadan modern anlamda sağlıklı bir toplum yaratamadığımızı gösteriyor; dördü de Türkiye’de yok.
Doğulu, yüksek bağlamlı, kolektif, belirsizlikten kaçınmacı toplumlarda sorumluluk diye bir şey yoktur. Dolayısıyla hak da yoktur. Başa gelen hemen her şey Allah’tan gelir, yahut atalar ruhundan, yahut cinlerden, perilerden, karmadan… O yüzden tarla sürülemediyse çiftçi kendini suçlamaz, meğer tarlanın taşı çokmuş, kara saban da çatlakmış… Bu toplumların birçok özelliği onların gelişmesini engeller. Mesela “yüzü olmak” ifadesi önemlidir. İnsan içine çıkmaya yüzün olmalıdır. Bu yüzden o “yüz”ün olup olmadığına başka insanlar karar verir; cesur çıkış yapan birisinin çıkışının doğru yahut faydalı olması önemli değildir, cesareti dahi önemli değildir: Diğer insanların yaygın kabullerinin aksine bir çıkış yapıyorsa o yüzü kaybeder. Beklenenin aksine, bu kültürlerdeki “yüz” ve “şeref” kavramları yüzsüz ve şerefsiz toplumlar yaratır. Tecavüze uğrayan bir kız çocuğunun şeref/namus lekesi olarak kabul edildiği bir toplum ancak böyle inşa edilebilir. (Güzel bir okuma için Culture and Motivation What Motivates People to Act in the Ways That They Do? – Steven J. Heine. Handbook of Cultural Psychology kitabında bir bölüm yazan Heine, E. T. Hall’a değinmese de yüksek bağlamlı kültür teorisinin ne kadar isabetli olduğuna dair ufuk açıcı bir literatür taraması yapmış.)
Böyle toplumlar gelişemezler. Büyük adam çıkarmaları zorlaşır, çıkanın etki sahibi olmasıysa imkansızlaşır. Müthiş bir tevekkül, şükür ve “kalabalığa uyma, anonimleşme” kültürü toplumu yozlaştırır. “Talep” bu kültürlerde hemen hiç yoktur, dilenme vardır, beklenti vardır ama talep yoktur. Geçinebilecek kadar yemek-içmek ve başını sokacak bir delik bulmak, “bir ev ve içmeyen koca” sahibi olmak yeterlidir. Bundan ötesi arsızlıktır, küstahlıktır, doymazlıktır, ahlaksızlıktır. Ata sözleri, deyimler, kültürel motiflerin hemen hepsi bireyi buna hazırlar: İtaat et, şükret, arayışa girme.
Bunun böyle gelişmesinde şüphesiz birçok amil var. Coğrafyanın kıt verimi bunda etkili midir? Mümkün, ancak öte yandan bakıyoruz ki, Jack Weatherford Genghis Khan and the Making of the Modern World kitabında Çinliler ve Moğolların kendi aralarındaki kıyasa çok güzel dikkat çekiyor. En fakir Moğol askeri, en zengin Çinliden daha fazla protein tüketiyor. Çok sağlıklı bir rejimi var, Çinli askerlerse gelişememiş, dişleri çürümüş, kemikleri kırılgan, eciş bücüş varlıklar. Oysa Çin Moğolistan’a göre çok daha verimli bir coğrafyadır. Nüfus fazlası yüzünden birey başına düşen enerji ve protein düşmüştür desek, doğru bir sistem/rejim Çin’in nüfusunun kendi kendini çok rahat beslemesini ve fazla yaratmasını sağlardı, tarihte zaman zaman sağlamıştır da. Demek Çinlilerin öyle, Moğolların böyle olmasını başka nedenlere bağlamak lazım, kültürel nedenlere.
Weber’in meşhur kuramını “Tavuk yumurtadan çıkmıştır” diyerek kısmen eleştiririm; Kuzey-batı Avrupalı toplumların kapitalizmi yaratabilmesinin nedeni Protestanlık değildir, Protestanlığı da yaratan o toplumlara mahsus kültürdür demiştim. Fakat bir inanç motifinin rol oynadığını zaman zaman kabul etmek gerekiyor: “Acaba ben kurtulanlardan mıyım?” sorgusu insana müthiş bir iç rahatsızlığı verir ve daha çok çalışması için kırbaçlar. Kültürel ve irtibatlı olarak dini nedenler, bu bakımdan, Moğol ve Çinli arasındaki farkı yaratan amillerdir.
Şu halde, “cafeye gidebiliyorsunuz, şükredin”, “100 liralık tişört alabiliyorsunuz, şükredin” diyen insanların yarattığı bir toplumda kültürel amillerin nasıl bir manzara yaratacağını düşünüyorum… El cevap: Silik ve sinik, sorusuz, cevapsız, en önemlisi de keşifsiz bir toplum. Zira, aklıma coğrafi keşifler geliyor. Paul Freedman’ın Why Food Matters’ta enfes bir şekilde anlattığı gibi, coğrafi keşifleri tetikleyen baharat yani keyif arayışı olmuştu; buğday yani yiyecek değil. Toplumlar tarih öncesinden bu yana yiyecek için savaşmışlardır, ancak bu arayış hiçbir zaman korkunç ve ucu belirsiz bir macerayı göze alıp bu kadar örgütlü bir şekilde yeni bir kıtanın keşfiyle sonuçlanmamıştı: Yiyecek azalır, artar ama görece boldur, bir şekilde geçinimini maceraya çok bulaşmadan sağlayabilirsin. Ancak baharat öyle değildir. Lüks öyle değildir. Onun peşinde dolaşman gerekir. Uğraşman gerekir. Onu elde ettiğinde, hele, içinde “evet, ben kurtulanlardanım!” hissi yeşerecekse… Yani, lüksü elde etmek için bir gerekçen ve toplumca kültüre işlemiş bir teşvik varsa. İşte, dünyayı değiştirirsin.
Dünyayı değiştiren sıçramaları genelde lüks arayışımıza ve bu arayış peşinde rakiplerimizi daha etkili öldürme ihtiyacımıza borçluyuz. Bu bakımdan, çocuklarına durmadan şükretmeyi öğretip, en basit insani ihtiyaçları bile “lüks” olarak kodlayan, üstelik bu lüksleri de ahlaken kaçınılması gereken şeyler diye belleten bir milletten adam çıkmaz. Hak, sorumluluk, talep ve lüks arayışı… Tarih bu dörtlü olmadan modern anlamda sağlıklı bir toplum yaratamadığımızı gösteriyor; dördü de Türkiye’de yok.